26 Kasım 2008 Çarşamba

YDG 3. Konferans taslak yazıları 2


ÖNÜMÜZDEKİ SÜREÇ ÜZERİNE YÖNELİM

Öğrenci Gençlik
Semt Çalışmaları
Genç Kadın
Bahar Süreci
Yaz Çalışmaları

ÖĞRENCİ GENÇLİK
A) Üniversiteli Gençlik
Bu alanda iki senedir politik gündemimiz olan emperyalist yasalar-Bologna Süreci anlayışımız devam etmelidir. Geçtiğimiz faaliyet dönemi bir kampanya olarak ele aldığımız gençliğin örgütlenmesi konusu da kampanya olarak olmasa da ana yönelim olarak işlenmelidir.
Uzun süredir tekrar ettiğimiz üzere bu politik gündem, farklı siyasi hareketlerin gündemine girmemektedir. Salt bu nedenle emperyalist yasalar gündemini işlememek doğru bir karar değildir. Üniversiteli halk gençliğinin mesleki haklarına ve geleceğine yönelik kapsamlı bir saldırı olan yasalara karşı sessiz kalmak ve bunu örgütlenme sürecinin ana parçası haline getirmemek kabul edilemez. Bu konuda esas olan tek başımıza da olsak yapacağımız çalışmalardır. Aynı zamanda diğer örgütlerle bu konuyu tartışmak ve onlarla ortaklaşmaya çalışmak zorunda olduğumuz unutulmamalıdır.
Üniversitelerde bu sene daha iyi bir niceliğe ve niteliğe sahip olduğumuz açıktır. Bu nedenle üniversitelerde birim çalışmalarını oturtmak ve devamlılığını sağlamak, temel örgütsel hedefimizdir. Verimli, pratiğe dönük, kitlelere açık toplantılarla ama sadece toplantılarla değil her şeyden fazla pratikle çalışmalarımıza yoğunlaşmalıyız.
Hiç de küçümsenmeyecek deneyimler edindiğimiz Genç Sen, kulüp, oda çalışmalarının yanı sıra üniversite çalışmalarında esasımız olan Öğrenci Derneği çalışmalarına ağırlık vermek zorundayız.
Anlayışımızın yayınımızda da vurgulandığı Genç Sen’in adeta bir siyasetler birlikteliği halinde işlemesinin yanı sıra beklemediğimiz kadar geri tartışmalar ekseninde dönmesi, bu örgüte yaklaşımımızda dikkat etmemiz gerektiğini göstermektedir. Şunu unutmamak gerekiyor ki etkin muhalefet ve kitle örgütlenmesi anlayışıyla yoğunlaştığımız/yoğunlaşacağımız Genç Sen çalışmalarının çok verimsiz olduğu ve yinelenen müdahalelere rağmen düzeltilemediği alanlarda esasımızı bu örgüte vermek yanlış olacaktır.
Üniversite çalışmalarında Öğrenci Derneklerinin yeri, diğer tüm araçların üzerindedir. Bu nedenle dernek çalışmaları, özgünlükleri saymazsak araç ve kitle örgütlenmesi bağlamında esas çalışmamız olmalıdır. Birinci olarak tabandan merkeze örgütlenme, ikinci olarak da kitle inisiyatifini temsil etme koşullarını sağlamayı, olmazsa olmaz sayarak dernek çalışmalarına yoğunlaşmalıyız. Yakın dönemde dernek kurulmasının söz konusu olmadığı alanlarda da kurulması için gerekli çalışmaları farklı araçların yardımıyla sürdürmeliyiz.
6 Kasım süreci, YDG açısından genel olarak önceki senelere nazaran iyi bir kitle çalışması deneyimi olduğu kadar, dışımızdaki nedenlerle birçok alanda verimsiz siyasetler arası toplantılar süreci de olmuştur. Saatlerce süren bu toplantılardan mümkün olduğunca uzak durmak, toplantıların amacını sorgulamak önemli bir gereklilik haline gelmiştir. Bizim açımızdan 6 Kasım gibi süreçler için örgütlenen toplantılar, kitle çalışmasını örgütlemek amacıyla alınan, pratiğe dönük, verimli ve kısa süreli toplantılar olmalıdır

B) Liseli Gençlik
Lise çalışmalarında geçen sene edindiğimiz deneyimler oldukça önemlidir. Bu sene de daha fazla alanda yürüteceğimiz lise çalışmaları açısından ortak bir anlayış oluşturmak gerekmektedir. Paralı eğitim karşıtı ana politik yönelim ekseninde son yıllarda daha da boyutlanan onlarca sorun bulunmaktadır. Üniversitelere giriş sınavları, zorunlu bağış ve aidatlar, gerici-faşist disiplin yönetmeliği, yozlaşma ve çeteleşme, anti-bilimsel eğitim, zorunlu polis denetimi, liselere kamera kurulması gibi daha da sayabileceğimiz sorunlara karşı liseli gençliğin büyük oranda örgütsüz olması, bu saldırıların daha da kolay uygulanmasını beraberinde getirmektedir.
Liseli halk gençliğinin öz örgütlülüğü olan LÖB’lerin birçok alanda olmadığını ve olduğu alanlarda da çok etkin olmadığını biliyoruz. Bunun kimi nedenleri, dışımızdaki etkenlerden kaynaklansa da LÖB’lerden uzak kalmak doğru bir anlayış değildir. Liseli halk gençliğinin inisiyatifini temsil eden ve doğal olarak onların özlük haklarına sahip çıkan LÖB’lerin içinde yanlış anlayışlarla etkin şekilde mücadele etmemiz gerekmektedir. Tüm yolların tıkandığı alanlarda ise kitlelerle birlikte LÖB’leri yeniden kurmalıyız.
Liselerde yönetimin tanıdığı Öğrenci Temsilciliği ve Öğrenci Meclisi gibi araçlara kitle inisiyatifini yansıtma konusunda eksik kalması ve müdahale yollarının kısıtlı olması nedeniyle mesafeli yaklaşmamız gerekirken hem içinden geçtiğimiz dönemin özellikleri (kitlelerin hareketlenmesi ve kendiliğinden tepkilerin artması) hem de LÖB’lerin temelini oluşturmak amacıyla ve hem de bu araçların aslında çok etkin olmadığını göstermek için çalışmalarına katılmayı gündemimize almalıyız.
Yaşanan gelişmelere paralel olarak ivmelenen liseli gençlik mücadelesinin bu sene de artış göstereceğini söyleyebiliriz. Alan özgünlükleri, “Paralı Eğitim” başlığı ekseninde değerlendirilerek, ivmelenen mücadele örgütlü hale getirilmelidir. Bunun dışında diğer liseli gençlik örgütleriyle bağlarımız canlı olmalı, geçtiğimiz senelerde rastladığımız, bu örgütlerdeki yanlış anlayışlara karşı da tavır almalı, bu örgütleri uyarmayı kendimize görev bilmeliyiz.
Lise çalışmalarında anda alternatifimizin ne olduğunu içeren çalışmalarımızın olmaması, önemli bir eksikliktir. Bu konuda lise çalışmalarındaki yoldaşlarımızın görev alarak ve uzmanların da yardımıyla çalışmalar yapması faydalı olacaktır.

SEMT ÇALIŞMALARI
Ülke genelinde belli alanlarda yürüttüğümüz semt çalışmalarının esasını işçi ve işsiz gençliği örgütlemek olarak belirlemeliyiz. Sürecin özgünlükleri nedeniyle bugün semt çalışmalarındaki yoldaşlarımız yetişkinlerle de bağ kuruyorlarsa da esasımızın gençlik çalışması olduğu unutulmamalıdır.
İşsiz gençlik konusunda hedefimiz sadece niteliksiz veya teknik işgücü kapsamında işsiz kalan gençlik olmamalıdır. Geçmişten bu yana zaten önemli bir sorun olan ancak son yıllarda daha fazla hissedilen üniversite mezunu işsizler de örgütlenme hedefimiz içerisinde yer almalıdır. Özellikle atanma bekleyen öğretmen adaylarının niceliksel çokluğu ve tepkilerini daha fazla dile getirmeleri mutlaka dikkatimizi çekmelidir.
İşçi gençlik konusunda semt çalışmasındaki yoldaşlarımızın etkin bir plana ihtiyaçları bulunmaktadır.
1. Tamamı zaten işsiz faaliyetçilerle,
2. Ön etüt çalışması yapılmadan,
3. Çözüm araçları ve mücadele yöntemleri belirlenmeden başarılı bir işçi gençlik çalışması yürütmek mümkün değildir. Özellikle de işçi gençliğin örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve kendisi gibi olmayanlara uzaklığı bilinen gerçeklerdir.
Genel olarak semt çalışmalarında önümüzdeki dönemde seçim gündeminin öne çıkacağı açıktır. Bunun dışında genel olarak kriz ve zamlar, yıkımlar, şovenizm konuları da gündemimizde olmalıdır. Özellikle kriz olgusunun semtlerde daha fazla gündem olacağı açıktır.

GENÇ KADIN
Geçtiğimiz sene örgütümüzün gündemine daha fazla giren kadın sorununa yönelik bazı çalışmalar yapmış olsak da bunun yeterli olduğunu söylemek bir yana devamlılığının sağlanmamış olması da düşündürücüdür. Geçmiş süreç değerlendirmesinde de belirttiğimiz gibi ek olarak ülkenin sosyo-ekonomik yapısı dolayısıyla da daha önemli bir yerde duran kadın sorununa yönelik daha aktif bir çalışma yürütmek gerekmektedir.
Mevcut durum, birçok hareketin kadın sorununa sadece genel olarak değindiğini ve salt protestocu bir anlayışla hareket ettiğini göstermektedir. Örgütümüz ise protestocu dahi olamamakta, bazı genel yazı ve haberler dışında bu konuya adeta sessiz kalmaktadır.
Bu gerçekliğe rağmen geçtiğimiz faaliyet dönemi onlarca gündem ve kısıtlı zaman gerçeğiyle örgütlediğimiz Kadın Buluşmasının olumlu olduğunu belirtmiştik. Mutlaka ayrı bir gündem olarak ele alınması gereken kadın sorunu konusunda alternatiflerimizin neler olduğunu belirlemek, çerçevesini yıllar önce çizdiğimiz yaklaşımımızı genişletmek ve içeriğini doldurmak zorundayız. Bugün, bazı alanlarımızda kurulu olan kadın komisyonları çalışmalarının yaygınlaştırılması ve işlevli hale getirilmesi, geçtiğimiz dönem gerçekleştirdiğimiz kadın buluşmalarının süreklileştirilmesi kısa vadede hedeflerimiz olmalıdır.
Tüm bunların yanı sıra Pippa Bacca’nın öldürülmesi, Hüseyin Üzmez vakası, daha akıllarımızdan silinmeyen Güldünya ve bu sene de fazlasıyla yaşanan benzeri olaylardan birisinde öldürülen 19 yaşındaki Özlem Arslan, Gebze’de kadın tutsaklara yönelik saldırı ve göz altılarda taciz, tecavüz, işkenceye maruz kalan kadınların yaşadıklarına tepki verme konusunda yeterli düzeyde duyarlı olamadığımız açıktır.
Örgütümüzün kadın sorununa yaklaşımının daha olumluya gitmesiyle eşgüdümlü olarak, tepki verme reflekslerimizin de artması gerekmektedir. Çeşitli kadın örgütlerinin, diğer siyasetlerin ve bu örgütlerin yayınlarının takip edilmesi, kadın sorunu kapsamında özgün çalışmaların yapılması hedeflenmelidir.

BAHAR SÜRECİ
Emperyalist-kapitalist sistemin mali krizinin damgasını vurduğu 2008 yılı bitmek üzere. Gerek iktisatçıların belirlemeleri gerekse de sınıf mücadelesi tarihinin bilimsel analiz ve deneyimleri mevcut krizin 2009 yılında da artarak devam edeceğini göstermektedir. Çeşitli zaman ve yerlerde halkımızın kendiliğinden gösterdiği tepkilerin son dönemde artış gösterdiğini düşünerek, 2009 yılının bu anlamda daha da hareketli geçeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Görece uzun bir sessizlik döneminin akabinde özellikle SSGSS yasasına karşı emekçilerin kitlesel protestolar düzenlediği 2008 başından bu yana kendiliğinden hareketlenmede artış olduğunu vurguluyorduk. Maalesef bu tespitlere rağmen devrimcilerin bahsi geçen süreçte ve sonrasında etkisiz kaldığını belirtmek gerekiyor.
Kendiliğinden içeriğiyle karşıt sınıfların arasındaki mücadelenin artacağı 2009 yılında hazırlıklı olmak (asgari de olsa) ve kitle çalışmasına yoğunlaşarak örgütsüz tepkileri örgütlü güce dönüştürmek ana görevimiz olmalıdır. Yerel seçimlerle başlayan bahar sürecinde bu çerçevede planlarımızı hazırlayarak zorlu ve yoğun bir sürece girmeliyiz.
Kendi eksikliklerimizi giderme kapsamında teorik-politik seviyemizi arttırmak ve beklemeciliğe, kendiliğindenciliğe, rehavete kapılmadan kitle çalışmasına yoğunlaşmalıyız.
Ülkede devam eden ulusal ve sınıfsal karakterli savaşlara egemenlerin acımasızca yaklaştığını, tüm teknik donanımının yanı sıra uluslararası savaş kurallarının dışında uygulamalara da başvurduğunu biliyoruz. 2009 yılında bu gerçeğin daha fazla gündem olacağını tahmin etmek zor değildir.
Yine, kitlelerin artan memnuniyetsizliğine karşın açıktan ve saklanmadan arttırılan baskının, işkencenin, katliamların damgasını vurduğu bu sürecin devam edeceği de açıktır. Kendi sürekliliğini sağlamak için, bunalımları döneminde rahatsızlığını ifade eden herkesi düşmanı olarak gören sisteme karşı halk gençliğinin nefes alabileceği, kendisini ifade edebileceği ve haklı mücadelesini verebileceği en önemli örgütlerden birisi olan YDG’yi ısrarla adres olarak göstermeliyiz.
Bunların yanı sıra uluslararası plandaki etkinliğimizi arttırmak, 3. Konferansımızın hedefi olmalıdır. Bileşeni olduğumuz ILPS’nin çalışmalarına katılımımız, hazırlığımız ve bu konudaki yetkinliğimiz oldukça yetersizdir. ILPS bünyesinde çalışmalarımızı organize etmek ve yetkinleşmek için bir Gençlik Komisyonu kurmak, daha önce de tartıştığımız bu konuda adım atmak, 2009 hedeflerimiz arasında olmalıdır.
Tüm önümüzdeki süreç yönelimi kapsamında özetle,
4. Konferansımıza Kadar

1. Üniversite çalışmaları kapsamında, tüm yoldaşlarımız DKÖ çalışmalarına katılmalı, çalıştıkları örgütleri kitleselleştirmeli, öğrenci gençliğin özlük hakları mücadelesine, bu örgütler aracılığıyla katılmalıdır.
2. Üniversite çalışmalarında YDG’nin politik hattı, mesleki ve özlük haklara yönelik saldırı kapsamındaki emperyalist yasalar-Bologna Süreci’ne karşı örgütlenme gündemidir.
3. Lise çalışmaları kapsamında, tüm yoldaşlarımız ilk etapta olabilirlik kapsamında öncelik sırasına göre kendi liselerinde ve sonrasında il-ilçe genelinde LÖB kurma, LÖB’leri bu tarzda etkinleştirme göreviyle karşı karşıyadır. Yerelden merkeze örgütlenme hattı, çalışma tarzımız açısından önemlidir. LÖB gündemini kısa vadede değerlendiremeyeceğimiz alanlarda farklı şekillerde ve farklı araçlarla kitleleri örgütlemek, özlük hakları kapsamında harekete geçirmek hedefimizdir.
4. Liselerde ana politik gündemimiz, paralı eğitim karşıtlığıdır. Alan sorunları, bu genel politika eşliğinde işlenmelidir.
5. Lise çalışmaları kapsamında anda alternatifimizin ne olduğu belirlenmeli, bu konuda uzmanlardan ve uzman kurumlardan da yardım alınmalıdır.
6. Semt çalışmaları ekseninde işçi ve işsiz gençlikle bağ kurmak, onları tanımak ve örgütlemek ana gündemimizdir. Yanı sıra önümüzdeki süreçte yerel seçimler, kriz ve zamlar, kentsel dönüşüm ve yıkımlar ve şovenizm konuları öne çıkmaktadır.
7. Kurulmasının faydalı olacağı alanlarda örgütlenme ve genişleme anlayışı ekseninde kadın komisyonlarının kurulması önemlidir. Her YDG biriminin öncelikli görevi, sıklıkla tespit yapmaktan ziyade örgütlenmektir. Kültür Sanat, Tarih Araştırma vb birimler de bu anlayışla kurulmalıdır.
8. Konu önceliği tartışılarak belli konu veya konulara yoğunlaşmış bir biçimde 2. Genç Kadın Buluşması örgütlenmelidir.
9. Uluslararası planda etkinliğimizin artması ve kardeş-dost örgütlerin gündemini, çalışma tarzını öğrenmek, deneyim paylaşımını arttırmak amacıyla ILPS Gençlik Komisyonu çalışmalarına başlanmalıdır.
10. Alanlarda-yerellerde YDG çalışmalarını kurumsallaştırma görevimiz devam etmelidir.
11. Mali konuda 2. Konferansta alınan kararlar etkin hale getirilmelidir.
12. Yaz çalışmaları üretim ve kitle çalışması diyalektiği sağlanarak geçen seneden daha farklı gerçekleştirilmeli ve alan özgünlükleri göz önünde tutularak karar alınmalıdır.

YDG 3. Konferans taslak yazıları-1



GEÇMİŞ SÜRECİN DEĞERLENDİRİLMESİ

A) Örgütsel durumumuz:
İkinci konferansımızda görece uzun uzadıya değindiğimiz örgütsel durumumuzda, geride kalan bir sene süresince çeşitli gelişmelere paralel bazı değişikliklere gittiğimiz görülmektedir.
YDG’nin sağlıklı merkezileşmesi kararımız kapsamında zamana yaydığımız bu sorunu esasta güçlenmiş ve sağlıklı işleyen birim-alan faaliyetleriyle çözülebileceğini 2. Konferansta belirtmiştik.
Birimde kurumsallaşma konusunda henüz oldukça deneyimsiz olduğumuz açıkken, her şeyden fazla kendi pratik deneyimlerimizle bu sorunu aşmaya çalışmamız, politik durum kapsamında da belirteceğimiz tasfiyeciliğin etkileri gibi nedenlerle zorlandığımız, alan çalışmalarında çok da yaratıcı olamadığımız açıktır.
1. ve 2. Konferanslar arasında kendisini gereklilik olarak dayatan YDG toplantıları konusunda 2. Konferans sonrası daha da uzmanlaştığımızı, sıklıkla birbirini tekrar eden statik biçimleri pratik içerisinde değiştirdiğimizi ve birçok alanımızda asgari düzeyde de olsa YDG toplantılarını pratiğe hizmet edecek şekile çevirebildiğimizi söyleyebiliriz.
Bu süreçte, ihtiyaç ürünü olarak ortaya çıkan YDG toplantılarının kimi dönem verimsizleşmesi, statüko haline gelmesi, daha doğrusu demokratik çalışmanın adeta tek biçimi haline getirilmesi, bu konuda yaşadığımız temel sıkıntı olmuştur.
İşte bu sorun karşısında ihtiyaç ürünü olarak ortaya çıkan YDG toplantılarının verimlileştirilmesi için pratiğe dönük, alan politikalarına yoğunlaşmış biçimler gündeme girmiş, bazı alanlarımızda periyotlar seyrekleştirilmiş, toplantıların merkezileştirilmesinin zor olduğu alanlarda da toplantılar daha da birimleştirilmiştir.
Bu deneyimler ışığında hiçbir birimin dogma olmadığını, biçimlerin verimli ve demokratik bir çalışma için var olduğunu ve ihtiyaçlara göre değiştirilebileceğini bir kere daha görmüş olduk.
2. Konferansla birlikte farklı DKÖ’lerin daha fazla gündemimize girmiş olması, “Peki, YDG’yi nasıl örgütleyeceğiz?” sorusunu daha da fazla tartışılır kılmıştır. Örgütsel bileşimimizin DKÖ çalışmalarında deneyim kazanmasıyla ve her yoldaşımızın DKÖ çalışmalarına yoğunlaşmasıyla YDG çalışmasının hem daha kolay yürütüleceğini hem de komplike bir özellik kazanacağını iddia edebiliriz.
Daha öncesinde de sorulmuş olan “YDG çalışması mı esas öğrenci derneği çalışması mı esas?” sorularının önümüzdeki süreçte tekrar karşımıza çıkacağı açıktır. Kendi özgül çalışmalarımızın yanı sıra YDG çalışmasının zaten kitleler ve kitle örgütleri içerisindeki çalışma olduğunu söyleyerek bu soruyu cevaplandırabiliriz.

Çalışmalarımızda öne çıkan bazı sorunların önem sırasına göre dizilimi
Bu konu, örgütsel durum kapsamında işlenmekle birlikte aynı zamanda politik çalışmalarımızı da aynı düzeyde ilgilendirmektedir.
1. Politik niteliğin yetersizliği
2. Kitleler içerisinde örgütlenme sorunu
3. Dağınık çalışma tarzı

1. Politik Nitelik Sorunu:
Örgütümüzün politik sorununun çalışmalarımızı bir bütün engellediğini söylemek doğru değildir. Son yıllarda kitlelerin gerçek gündemi olan, can alıcı politikaları belirlemede örgütümüzün bir sorunu yoktur. Tali onlarca sorun, merkezi esas sorunlarla teorik belirleme bazında doğru şekilde birleştirilse de bu politikaları uygulamada, gündemleştirmede, yerelleştirmede oldukça önemli sıkıntılar yaşadığımız açıktır.
Doğal olarak bu durum politikliğimizle ilgilidir ve diğer iki sorunla ayrılmaz bir biçimde alakalıdır. Konunun esası olmamakla beraber alt başlık olarak şu sorunlara değinilebilir:
- Teorik eserlerin düzenli ve pratiğe hizmet edecek şekilde okunmaması
- Güncel gelişmelerin takip edilmemesi, güncele müdahalenin zayıflığı
- Politik algılarımızı ve düşünce sistematiğimizi geliştirecek tartışmaların, forumların yeterince yapılmaması ve bu konulara ilgisizlik
- Örgütsel konuların politik konulardan daha fazla tartışılması
- Gelişmelerin birbiriyle ilgisini kuramama, parçaya odaklanma

2. Kitleler İçerisinde Örgütlenme Sorunu:
Bu dönemde, bahsi geçen başlık içerisinde özellikle eksik kaldığımız konu, sistematik bir yaklaşım olan “kitlelerden kitlelere” formülasyonunu pratikte kullanmamızla ilgilidir.
Son dönemde vurgulanan “konuşmadan önce ısrarla dinleme”, “kişilerin değil, kitlelerin görüşüne yoğunlaşma”, “kitlelerin görüşlerini sistemli olarak inceleme ve düşünmeden karar vermeme/konuşmama”, “kitleleri tanıma” ve bu kapsamda gündemleşen “halka hizmet et!” şiarı hem eksikliklerimizi hem çözümlerini ifade etmektedir.
Bunun yanı sıra 2. Konferans’ta karar altına aldığımız, her YDG’linin başka bir DKÖ’de örgütlenmesi kararına, önemli gelişmeler olsa da tam olarak uyabildiğimiz söylenemez. Yine DKÖ çalışmalarında bir seviyeye geldiğimiz alanlarda da YDG’yi örgütleme konusunda sıkıntı yaşadığımız bu seneki pratiklerde görülmüştür. Bunun nedenleri şu başlıklar altında sıralayabiliriz:
- Kitleleri tanımama
- Kitleleri dinlememe
- Kitleleri dinlemeden politika oluşturma
- DKÖ çalışmalarına uzaklık
- Kitlelere güvensizlik
- YDG’ye ve politikalarına güvensizlik

3. Dağınık Çalışma Tarzı:
Politik duruşumuzun bir sonucu olarak ortaya çıkan çalışma tarzındaki hatalı yaklaşımlarımızı bu sene, önceki seneye oranla daha fazla hissettiğimiz söylenebilir. Çalışma tarzı kapsamında doğrudan politik niteliğimizle ilgili “planlama” sorununun esas olduğunu vurgulayalım.
Hedefi belli olmayan bir kişinin nereye nasıl gittiğinin bir önemi yoktur. Bu nedenle dağınıklığımızın nedenini hedeflerimizi de belirlemeyi içeren bir planlamadan, bunu detaylandıran bir prosedürler (yöntemler) çalışmasından yoksunluğumuza bağlayabiliriz. Her ne kadar içerisinde eksiklikler barındırsa da konferanslarımız, bir senelik genel planlamamıza işaret eden örneklerden birisi olarak verilebilir. Ancak alanlarımızda, örneğin 1 ay, 6 ay, 10 ay ya da 3 yıl sonra neyi hedeflediğimizi bilmediğimizi yani kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirlemediğimizi hepimiz biliyoruz. Bunun olmadığı bir çalışma tarzı, günü, haftayı en iyi ihtimalle de ayı planlayan; ancak bunu da üzerine durmadan yapan, esasta kendiliğindenci bir çalışma tarzıdır.
Asgari, kısa ve orta vadeli, 6 aylık, 1 yıllık örgütsel ve politik plan hazırlamak, bu planları gerektiğinde müdahaleye açık halde esnek tutmak gereklidir.
- Zamanı, amacı, genel olarak araçları belirlenmiş,
- anlaşılır,
- bir örgütsel yapıya dönük,
- genel programa ve plana uygun,
- işbölümü ve kolektivizme dayalı,
- periyodik olarak denetlenebilir,
- gerçekçi ve uygulanabilir planlar hazırlamak, her alanımızın gündeminde olmalıdır.
Çalışma tarzımızda bu konu kapsamında esneklik ve denetlenebilirlik ilkelerini de irdelemek gerekmektedir. Gönüllülüğü esas alan ve hiyerarşik olmayan, demokratik merkeziyetçilik ilkesinin demokrasi kısmına ağırlık veren YDG, bu tarzıyla esnek bir örgütlenme olmakla birlikte, iş yapmamayı, sürekli bahane üretmeyi ve denetlenmekten kaçmayı asla benimseyemez YDG’nin esnekliği çalışma tarzının gevşekliğini derinleştirmek için belirlenmemiştir ve hiçbir örgütte de gevşeklik, tembellik kutsanamaz. YDG’nin esnekliği, gönüllü iş yapmama tavrına maddi bir müdahalede bulunmamasından kaynaklıdır. Disiplin kapsamında değerlendirilmesi gereken bahanesiz iş yapmama, yalancılık, yozlaşma gibi konularında “nasıl olsa YDG esnek” anlayışıyla hareket edilemeyeceği açıktır. Çalışma tarzına da etki eden bu gibi sorunlarda alanlarımız gereken kararlarını vermektedir. Bunun dışında YDG’nin maddi yaptırımından çok manevi baskılarının olduğunu biliyoruz. (eleştiri, tavır alma vb) Bu konularda bir senede yaşanan örnekler, hattımızın doğruluğunu göstermektedir.
Faaliyetçilerin özdenetimi ve kolektif denetimi de merkezi bir zorlamanın konusu olamaz. Olsa da bugün bazı alanlarımızda örnek olduğu gibi yoldaşlarımızın istemleriyle yaşama geçirilmelidir. Aylık harcamalarımız, pratik faaliyetlerimiz, ne okuduğumuz gibi konuları içeren yazılı denetim raporları,
1. Otokontrolün
2. Kolektif kontrolün ve doğal olarak şeffaf çalışmanın aracı haline getirilmiştir.

Bu başlık kapsamında son olarak mali sorunlarımıza yaklaşımlarımıza da değinmek
gerekmektedir. 2. Konferans’ta karar altına aldığımız 20 YTL’lik aylık bağış kararını tam olarak uygulayamadığımız ortadadır. Alanlarımız sürekli olarak mali sorunlar yaşamakta ve dahası yayınımız da mali sorunlarla boğuşmaya devam etmektedir.

B) Politik Durum Değerlendirilmesi:
2007’nin sonunda gerçekleştirdiğimiz 2. Konferansımızdan bu yana geçen bir yıllık süreç, fazlasıyla incelenmeyi hak etmektedir. Ardı ardına yaşanan gelişmelere cevap olma noktasında eksikliklerimizin öne çıktığı bu süreçte de etkisi fazlasıyla hissedilen tasfiyeciliğin sonuçlarıyla boğuştuğumuz söylenebilir.
2. Konferansımızda önümüzdeki süreç tartışmalarında eğitimdeki emperyalist yasalardan yola çıkarak anti-emperyalizm vurgusunun öne çıkması gerektiğini belirtmiştik. Daha önceki süreçlerle karşılaştırdığımızda kitlelere yönelik teşhir çalışmalarımızın ve onun öncelindeki anti-emperyalizm vurgularımızın yetersizliği bu süreçte dikkat çekilmesi gereken sorunlarımızın başında gelmiştir. Konferansımızın anti-emperyalizm vurgusunun yanı sıra örgütümüzün yaptığı çalışmalar neticesinde ve kitle hareketlenmelerinin niteliği değerlendirilerek başlatılan örgütlenme kampanyası, 2. ile 3. Konferanslarımız arasında belki de en fazla değerlendirilmesi gereken yönelim olmuştur.
2007-2008 döneminde Ulusal Sorun konusunda da önemli gelişmelerin yaşandığı, toplumsal hareketlenmenin bu çerçevede sınıflandığı açık bir gerçektir. Şovenist histerinin resmi ellerle yaygınlaştırılmaya çalışıldığını, savaşın önceki senelere nazaran daha fazla gündeme girdiğini, bu konuda ibretlik tavırların alındığını söyleyebiliriz.
Kitlelerin artan memnuniyetsizlikleri, kendiliğinden eylem ve örgütlenmelerin tekrar yaşanmaya başlandığı, takvimsel süreçlere ilginin arttığı bu süreçte devrimci hareketin durgunluğu, iradesizliği, iddiasızlığı, çözümün ve alternatifin umut olarak kitlelerin kafasında belirginleşmesini engellemiştir.
Geliyorum diyen ekonomik krizin geçtiğimiz aylardan itibaren fazlasıyla etkisini hissettirdiği bu süreçte alternatif arayışların artacağını söylemek de yanlış olmayacaktır.
İşte genel hatlarıyla belirttiğimiz bu gelişmelere örgütümüzün nasıl tavır aldığını, eksik kaldığı noktaların neler olduğunu değerlendirmek, önümüzdeki süreci planlarken bize önemli katkılar sunacaktır.
ABD öncülüğünde emperyalistlerin Irak’ta ve Afganistan’da gerçekleştirdikleri işgaller, anti-emperyalist tepkinin dünya genelinde olduğu gibi, hem sosyo-ekonomik nedenlerle hem de coğrafi nedenlerle Türkiye’de de fazlasıyla artmasına vesile olmuştur. Bu dönemleri kapsayan anti-emperyalist yönelimlerimizin devamlılığı tartışmalı olsa da kazandığı başarıları bugün hepimiz biliyoruz. Emperyalizmin saldırılarının askeri içerikli olduğunda daha fazla hissedilmesi anlaşılır olsa da diğer yönlü saldırıların, özünde askeri saldırılarla aynı amaçları taşıması gerçekliği ekseninde, benzeri bir duyarlılığın sağlanması gerekmektedir. Emperyalist patentli yasalarla kuşatıldığımız bu dönemde, kitlelerle birlikte belirgin bir tepki gösteremediğimiz açıktır. Elbette ki bu durumun nesnel ve öznel nedenlerini birlikte değerlendirmek gerekmektedir.
Son iki senedir gündemimizde olan eğitimde emperyalist yasalar politikası, diğer devrimci ve ilerici öznelerin gündemine girmediği için adeta sadece bizim kampanyamız, sadece bizim yönelimimiz olarak kalmıştır. Bunun dışında faaliyet yürüttüğümüz diğer DKÖ’lerde de bu yasalara karşı aktif çalışma yürütmeyi gündeme alamamış olmamız, yaşadığımız sıkıntıların başında gelmektedir.
Ülke genelinde kitlelerin kendiliğinden duyarlılığın parçalı ve sınırlı olması da bu politikanın etkisini kısıtlamıştır. Bunların yanı sıra örgütümüzün, kampanya başladığı dönemde özellikle de üniversitelerin genelinde etkin bir politik özne durumunda olmaması, kampanyanın da özelde üniversiteli halk gençliğine ulaşmayı hedeflemesi kampanya ve sonrasında yönelimimizin geniş bir hareketlenme yaratmasına engel olmuştur.
Üniversitelerde kampanyanın başladığı dönemlerde var olan örgütlülük düzeyimiz sayıca az olmakla beraber, kitle çalışması konusunda da deneyimsizdi. Kampanyanın başladığı 2006 başlarına kadar örgütümüzün görece uzun bir süre kitlelere dönük politika oluşturma konusunda yetersiz kaldığını 2. Konferansımızda belirtmiştik. İşte bu sorun, halen tam olarak çözümleyemediğimiz ancak gelinen aşamada önemli gelişmeler de kaydettiğimiz bir konudur.
Aradan geçen neredeyse 2 sene sonunda üniversitelerde tekrar kendimizi var ettiğimiz, YDG dışında da çeşitli DKÖ’lerde çalışmaya başladığımız açık bir gerçektir. Ancak sorun, sadece kendimizi var etme sorunu değildir. Kampanyanın yoğunluklu olmasına yapılan atfa rağmen 2007 Kasım ayında gerçekleşen Ankara’daki merkezi eyleme katılımın, örgütümüz tarafından yeterince sağlanamaması düşündürücü olmuştur. Belirli bir düzey yakalandıktan sonra gündeme gelen örgütlenme kampanyası, hem bu soruna atıfta bulunan hem de kitlelerin ihtiyaçlarını gözeten bir kampanya olarak planlanmıştır.
Ancak bu kampanyanın öncesinde 2. Konferansımız süresince YDG’nin nasıl çalışacağı konusunda yapılan tartışmalar ve fikir ayrılıklarıyla zenginleşen bir konferans geçirdiğimiz bilinmektedir. YDG toplantılarının nasıl olacağı, YDG’de disiplin, mali sorunlar, yayın anlayışımız, kadın sorununa bakışımız, diğer DKÖ’lerde çalışmanın gerekliliği gibi konularda yapılan tartışmalar ve bu tartışmaların 3. Konferansımıza gelirken bize sağladığı birikimler önemlidir.
Örgütümüzün çalışma ilkelerinin nasıl olacağının belirlenmesi, kitle çalışmasındaki verimliliğimizi de etkileyen önemli bir konudur. İşte 2. Konferansımızla birlikte bu konuda önemli gelişmeler kaydettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. YDG’nin hedef kitlesine ulaşma sorunu ve dahası YDG’de kararların nasıl alınacağı meselesinde yaşanan kafa karışıklıklarının bu süreçte önemli düzeyde giderildiğini söylersek abartmış olmayız. Elbette ki bu konuyu tam olarak çözümleyebildiğimiz söylenemezse de bu sorunun zaten pratik ve politik deneyimimizin gelişmesine paralel olarak çözümleneceği açıktır.

2008 başında başlatılan örgütlenme kampanyası hangi ihtiyacın ürünüydü?
Emperyalist yasalara karşı yürüttüğümüz kampanya ve yönelim sürecinde, halk gençliğini harekete geçirme noktasında yaşadığımız sıkıntılardan bahsetmiştik. Bu süreçte benzeri bir yönelim içerisinde olan başka ülkelerde öğrenci, öğretim görevlisi ve yasalardan etkilenen işçilerin öz örgütlülükler nezdinde kitlesel bir biçimde gerçekleştirdikleri karşı duruşlar, Türkiye’de eksik olan en önemli konulardan birisinin ne olduğunu da bize gösterdi.
Esasta gençliğin mesleki ve özlük haklarına yönelik böylesine kapsamlı bir saldırı dalgasının adeta sessizlikle karşılanması şaşırtıcıydı. Biraz geriye gittiğimizde TMMOB’a bağlı gençlik komisyonlarının Yetkin Mühendislik uygulamasına karşı kitlesel bir karşı duruş sergilediğini, örgütsüz olmakla birlikte öğretmenlerin ve öğretmen adaylarının sözleşmeli öğretmenlik uygulamasına karşı çıktıklarını vb görebiliriz. Ancak bir bütün olarak eğitimde emperyalist yasalar gündeminin ele alınmadığını ve paket biçimde gerçekleşen saldırıların parçalarına, parçalı ve özde kendiliğinden sınırlar içinde karşı çıkıldığını gördük.
Uzun sessizlik sürecinin akabinde kendiliğinden gelen bu tepkiler asla küçümsenemeyecek nitelikte olmasına rağmen sürekliliğinin aynı coşkuda sağlanamaması ve alternatiflerin güçsüzlüğü düşündürücüydü. İşte bu kıpırdanış ve halk gençliğinin her alanda örgütsüzlüğünden dolayı susturulmuşluğuna karşı “söz-yetki-karar hakkı ve örgütlenme özgürlüğü” şiarlı kampanyamız oldukça önemli bir yerde duruyordu.
Amacımız, her alanda halk gençliğini kendisini ifade edeceği öz örgütlülüklere ve diğer DKÖ’lere seferber etmenin, bu örgütleri, kendi alanlarında karar yetkisi olan örgütler haline getirmenin önemini vurgulamaktı. Ancak, önümüzde önemli bir sorun bulunuyordu. Bizler halk gençliğini örgütlenmeye çağırıyorduk ama bizzat bizlerin de yeterince örgütlü olduğunu söylemek zordu ve hala zor.
Kampanyanın henüz hazırlık aşamasında kitlelerin nabzını ölçmek için yaptığımız anket çalışması, merkezi araç kullanmada, yani bir örgüt olmada sıkıntılar yaşadığımızı gösterdiği kadar, kitlelerin “kendilerini ifade etme” konusunda sorunlar yaşadığını ve tüm anti-propagandaya rağmen “örgütlenmekten” o kadar da korkmadıklarını naçizane anlatmaya yetti.
Kitlelerle, daha doğrusu geniş kitlelerle temasımızın dahi ne kadar kısıtlı olduğunu, en ilkel biçimleriyle bu anket çalışması esnasında fark ettik ve her alanımızda esasta çalışmasını yapacağımız araçları belirlemeye başladık.
Maalesef bu süreç, deneyimimizin ama özelikle politik deneyimimizin sandığımızdan daha az olduğunu bir kere daha bizlere gösterdi. Kampanyanın nedeni, amacı netleşmişken ve kitlelerin de bu yönlü bir talebinin olduğunu asgari anlamışken, oldukça garip nedenlerle bazı alanlarımızda araç, yani kitleleri yönlendireceğimiz örgüt bulmakta zorlanmamız işte bu deneyimsizliğimizi bizlere gösteriyordu. Bazı alanlarımızda bu kampanya başlayana dek YDG dışında bir kitle örgütünü gündemimize almadığımızı, bu örgütlerde çalışmadığımızı, bu nedenle de işe nereden başlayacağımızı bilemediğimizi “birden bire” fark ettik.
Evet, 2. Konferans sonrası YDG’nin nasıl çalışacağı konusunda asgari de olsa netleşmiştik. Ancak öğrenci derneği, Genç-Sen, TMMOB, Eğitim-Sen, işçi-köylü sendikaları ve dernekleri, semt dernekleri gibi örgütler bizim, geçmişi saymazsak deneyimsiz olduğumuz, teoride az-çok bilgimiz olsa da pratikte cahil kaldığımızı örgütlerdi.
Örneğin bir alanımızda bu bilgi eksikliğiyle beraber konuyu yeterince önemsememenin sonucu olarak, kampanyanın sonuna dek hiçbir şey yapmadığımızı üzülerek itiraf etmeliyiz. Her YDG toplantısında gündemleşmesine rağmen bahsi geçen alanımızda yeterince gücümüz, dahası kitlelerin yeterince ilgisi varken öğrenci derneği kuramamamız, eğitim fakültesinde varlığımıza ve bizzat Eğitim-Sen den teklif gelmesine rağmen Eğitim-Sen’in gençlik örgütünü oluşturamamış olmamız yani kampanyayı koskoca bir sıfırla tamamlamamız ne demek istediğimizi anlatmaktadır.
Yine deneyimsizliğin bize zaman kaybettirdiği bir alanımızda çalışma yürüttüğümüz örgütlerden Genç-Sen’e mi, kulübe mi, bir başkasında Genç-Sen’e mi TMMOB’a mı öncelik vereceğimizi netleştiremememiz, kampanya süresince yaşadığımız sıkıntılardan bazılarıdır.
Örgütlenme kampanyasını bir kampanya gibi ele aldığımızı söylemek zor olsa da bize çok önemli deneyimler kattığını hiç birimiz inkâr edemeyiz. Evet, kafa karışıklıklarını yaşadık, ama bunun bazı nedenleri vardı ve bu nedenler, bahsi geçen örgütlerin düzgün çalışmaması, geri tartışmalar ekseninde boğulması ve zamanımızın verimsizliği gibi nedenlerdi. Örneğin öğrenci gençliğin öz örgütlülüğü olma iddiasıyla kurulan Genç-sen’in siyasetler birlikteliği görünümü, taban inisiyatifini hiçe sayması ve dahası gençliğin özlük hakları için etkin bir çalışma yürütmemesi, bazı birimlerinde mantıklı önerilerimizin mantıksızca reddedilmesi can sıkıcıydı.
Tüm bu gerçeklere rağmen, doğru görüşlerin muhalefette kalabileceğini ve bizim usanmadan kitleleri örgütlememiz gerektiğini, onların özne olmasıyla bu sorunun önemli oranda giderilebileceğini, örgütlenme kampanyası sayesinde öğrendik.
Kampanya süresince her yönüyle olmasa da büyük oranda başarılı olduğumuz alanlar da oldu. Tüm politik derinlik eksikliğine rağmen Mersin LÖB ve Musalla Kültür Dayanışma Derneği pratikleri buna örnektir. Kitlelere temas etmenin yanı sıra onlarla birlikte hareket edebilme konusunda önemli deneyimler kazandığımız bu çalışmalarda, örgütlenme kampanyasının YDG ayağında sıkıntılar yaşadık ve MKDD’de çalışmamızın devamlılığını sağlayamadık. Bunun dışında bizim dışımızdaki politik öznelerin etkinliğini, doğrularını ve yanlışlarını, kitle örgütlerine yaklaşımlarını görebildiğimiz bir bütün İstanbul Üniversiteliler süreci, Ankara Cebeci süreci, Diyarbakır Dicle süreci, yeni olmakla beraber İzmir’de ve İstanbul’da tartışılan LÖB-Lise çalışması süreçlerinin öğreticiliğini reddetmemiz mümkün değildir.
2 sene öncesine göre kitleyi ve kitle örgütlerinin tartışıyor olmamızın yanı sıra beklemeksizin bu çalışmaların içinde, pratik içinde olmamızın da kendi gerçekliğimiz düşünüldüğünde başarı olduğunu söylemeliyiz. Bu süreci aynı sorunlarla karşıladığımız diğer devrimci ve ileri örgütlerle birlikte uzun bir süre kelimenin tam anlamıyla “durduğumuzu”, “beklediğimizi” itiraf ederken artık harekete geçtiğimiz ve kitleleri yeniden gündemimize aldığımızı müjdeleyebiliriz.

Genç kadın çalışması ve YDG Kadın Buluşması
Ülkenin sosyo-ekonomik yapısı nedeniyle fazlasıyla hissedilen kadın sorununun, YDG tarafından yeterince gündeme getirilmemiş olduğu yani yeterince önemsenmediği açıktır. Maalesef YDG’nin bu sorunu duyumsaması, genel belirlemeler ve ön bilgileri saymazsak daha fazla kadın yoldaşlarımızın çabalarıyla olmaktadır.
Geçtiğimiz sene, sürekliliği sağlanmamış olsa da bazı alanlarımızda kurulan Kadın Komisyonları, bu sorunu gündemleştirme, gündeme müdahale etme ve özgün örgütlenme amaçlarını hedeflese de farklı konuların öne çıkması neticesinde gündemden düşmüştür.
Oysa bu gündemden düşme anlayışı, söz konusu olan konularla kıyaslandığında doğru bir anlayış değildir. Sorunun neden önemli olduğunu burada anlatamasak da Mart ayında gerçekleştirilen Kadın Buluşmasının kazanımları reddedilemez. Bu konuda örgütümüzün deneyimsizlikleri bulunsa da farklı coğrafyalardan ve kültürlerden gelen genç kadınların örgütlediği buluşmamız başarılı olmuştur.
Zaman sıkıntısı ve konu genişliği, “keşke biraz daha zamanımız olsa” söylemlerine neden olmuş olsa da, kadın buluşmasının, biriktirilmiş ve konuşulması geren konuların ne kadar çok olduğunu gösterdiğini söyleyebiliriz.

Merkezi eğitim çalışması
Öncesinde var olan ancak eksikliği fazlasıyla bu süreçte hissedilen genel olarak politikaya, özelde mücadelemizin bilimsel dayanaklarına karşı ilgisizlik sorununa ilk müdahale olması amacıyla örgütlediğimiz Merkezi Eğitim Çalışması, çalışmaya katılım, tartışmalar ve öğreticilik konularının yanı sıra kolektivizm konusunda da oldukça başarılıydı. Bilimsel Sosyalizm, Ekonomi-Politik, Felsefe ve Kitle örgütleri-Kitle çalışması ana başlıklarının yanı sıra gençlik ve emek mücadelesi, ulusal sorun ve gençlik tartışmalarının yapıldığı çalışma, bu konulara ilgili yoldaşların katılımıyla gerçekleşti.
“Genelde devrimci hareketin, özelde YDG’nin etkisi altında bulunduğu tasfiyecilik saldırısının güvensizliğe, tembelliğe, kitlelerden uzak kalmaya, araştırmaya ve uzaklığa sürüklediği bizler, sistemin saldırılarına karşı gücümüzü, mücadelemizin bilimselliğinden ve haklılığından alıyoruz!” diyebilmek için en temel konuları tartışarak işlememiz anlamlı bir yerde durmaktaydı.

Yaz çalışmaları
Merkezi eğitim çalışmasının sonrasında kitle çalışmasına isteksizliğin, yaz sürecinin de etkisiyle kendisini daha fazla hissettirdiği bir dönemde gerçekleştirdiğimiz Munzur Festivaline katılım ve Mersin Yaz Çalışması pratikleri de incelenmeyi hak etmektedir.
Örgütlenme kampanyası süresince kitlelere uzaklığımızın farkındalığıyla bu çalışmalara “halka hizmet et!” anlayışı ekseninde gidilmesi ve bu çalışmalardan elde ettiğimiz deneyimler oldukça değerli bir yerde durmaktadır.
Yiğit, emekçi ve mücadelemizin destekçisi Dersim halkıyla buluşmamızın coşkusu, kitle çalışmasının çeşitli araçlarını verimlilikle kullanmamız, disiplinimiz çalışmanın nasıl verimli geçtiğini bizlere kanıtlamaktadır. Dost-düşman ayrışmasının netleştiği, savaş gerçekliğinin fazlasıyla hissedildiği bu bölgede, bölge halkına olan uzaklığımızın bir nebze de olsa giderilmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Festival süresince kitle çalışmasına yoğunlaşmanın ve disiplinin en güzel örneklerini vermiş olmamız, çalışmadan morallerin yüksek dönülmesine de vesile olmuştur.
Festivalden hemen sonra düzenlenen ve özgünlükler düşünülerek planlanan Mersin Yaz Çalışmaları pratiği, dönemin özellikleri göz önünde bulundurulduğunda önemli deneyimlerin ve kavrayışların öğrenildiği bir çalışma olmuştur. Her ne kadar 2. Konferansımızın kararıyla merkezi bir çağrı yapılmış olsa da örgütümüzün nesnel gerçekliği, nicel açıdan çalışmaya yoğunlaşmamıza engel olmuştur. Katılımın sınırlı olduğu, hiçbir örgütün tabiri caizse hareket etmediği bir dönemde Mersin Yaz Çalışmaları, etkisi hissedilen tembelliğe, düzensizliğe, politikasızlığa karşı kazandığımız/kazandığımızı düşündüğümüz bir irade savaşı haline sürmüştür.
Havaların çok sıcak olması gibi bir etkeni de eklediğimizde kimi zaman düzenimiz bozulmuş olsa da kimi zaman çıkardığımız planı uygulamamış olsak da çalışma boyunca kitlelere güven, politikayı somutlama konularında sıkıntı yaşasak da bu sorunların üstesinden kolektif bir biçimde gelebildiğimiz ve çalışmayı sürdürme konusunda çabaladığımız gerçeği, “hangi irade savaşı” sorusuna cevaptır.
Mersin’de bir ay süresince gerçekleştirdiğimiz 4. Yaz Çalışmalarının geneli özelle birleştirme, hedefleri netleştirme, kitleleri dinleme konularında bize belki daha öncesinden de bildiğimiz, ama pratikte bu kadar net yaşadığımız bir deneyimi kazandırdığını rahatlıkla iddia edebiliriz.
Mersin’de Türkiye genelinin üzerinde bir oranda olduğunu bildiğimiz işsizlik sorunu, halkın etkisini son süreçte fazlasıyla hissettiği ekonomik sorunlar, çalışma yapacağımız alan itibariyle ayrı bir yerde duran ulusal sorun ve alana özgü yıkım sorunu ve il genelinde o dönem ortaya çıkan orman yangını ile Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral gerçeği ilk elden bilgimiz olan sorunlardı. Ancak bu sorunların nasıl işleneceğini, halkın bu sorunlara karşı tepkisini, beklentilerini net olarak bilmediğimizi düşünerek, kitleleri dinleme, onlardan öğrenme gündemiyle bir etüt çalışması yapma kararı alınmıştı.
Gerek bu etüt çalışması esnasında gerekse yoğunlaştığımız yıkım sorununda, önemli yetmezliklerimizin olduğunu pratikte gördüğümüz açıktır. Çalışmanın başında kısa, orta ve uzun vadeli planlarımızın olmamasından tutalım da “yıkımlara karşı alternatifimiz ne, ne yapmayı planlıyoruz?” sorularına net bir cevabımızın olmaması ve daha da ötesi alana indirgediğimizi sandığımız politik yönelimin aslında oldukça genel bir söylem olduğunu fark etmiş olmamız, bu konuda nasıl bir deneyim kazandığımızı da bizlere göstermektedir.
Şimdi tüm bu süreçleri değerlendirdiğimizde ve hem birbirine benzeyen hem de detayda farklılaşan alan çalışmalarıyla geride bıraktığımız 6 Kasım çalışmaları göz önünde bulundurulduğunda geçen seneye oranla farklı, daha doğrusu ileri bir noktada bulunduğumuz ortadadır.
Mersin yaz çalışmaları özelinde gördüğümüz ve zaten bildiğimiz tasfiyeciliğin saflarımızdaki etkisinin farkındayız. Kendine güven, kitlelere güven, örgüte güven konusunda tekrarlaya geldiğimiz sorunların belki de en fazla bu süreçte hissedilmesi tesadüf değildir. Mücadeleden uzaklaşan arkadaşlarımızın kendine, kitlelere ve örgüte güven konularında yaşadığı sıkıntıları bu süreçte daha iyi anlayabiliriz. Yine bu süreçte kitle çalışmasından daha fazla “başka” şeylere zaman ayırdığımız reddedilmeyecek bir gerçektir. Tüm dünya ve ülke genelinde etkisi hissedilen tasfiyeciliğin önemli örneklerini kendi alan pratiklerimizde de gördüğümüz ve önümüzdeki süreçte de çözmek için daha fazla uğraşacağımız ortadadır.
Politikaya olan ilgimizin henüz hedeflediğimiz seviyede olmadığı açıktır. Geride bıraktığımız bir senede bu konuda önemli mesafeler kat etmiş olsak da gelişen gündemlere cevap olmanın yanı sıra kendi gündemimizi yani halkın gerçek gündemini egemenlerin sahte gündemlerinin üzerine çıkarabildiğimizi söyleyemeyiz.
Adeta bir fırtına gibi esen Ergenekon gündemi, başörtüsü, laiklik tartışmalarında kafası karıştırılmaya çalışılan milyonlara gerçeği göstermek, sadece bu konularda doğru belirlemeler yapılarak gerçekleştirilemez. Ergenekon davası nezdinde kontrgerillanın temizlendiği masalına karşı gerçeği kitlelere anlatabildiğimiz, bu gündemi, halkın gündemi ile parçalayabildiğimizi söyleyememek bir yana, asgari, yeterli bir çaba gösterdiğimizi de iddia edemeyiz.
Ulusal sorunun son dönemde bir “kutuplaşmaya” dönüştüğü açıktır. Özelde son senelerde şovenizmin, milliyetçiliğin, imha saldırılarının artmasına karşı, programımız nezdinde etkin bir karşı duruş sergileyebildiğimizi söyleyemeyiz.
Kürt ulusuna yönelik bu saldırılarda pasif, beklemeci bir siyaset izlemek ve inkârcılıkla şovenizm dalgaları arasında boğuşan halkımızı “kaderlerine” terk etmek doğru bir politik hat olarak görülemez.
Bu konuların yanı sıra daha onlarca irili ufaklı konuda son bir senede etkin ya da belirgin bir pratik-tepki verebildiğimiz, bu konuları aynı zamanda örgütlenme aracı olarak kullanabildiğimiz söylenemez.
Tüm geçmiş dönem değerlendirmesi, önümüzdeki süreçte her şeyden fazla çalışma tarzımız konusunda nelere dikkat etmemiz gerektiğini bizlere göstermektedir.

9 Kasım 2008 Pazar

YÖK Ve Bugünkü Misyonu

YÖK üzerine yapılan değerlendirmelere bakıldığında yazılan ve çizilenlerde öne çıkarılan konunun muhalif akademik kadronun tasfiyesine, üniversitelerin zapturapt altına alınmasına, demokratik hakların ve ifade özgürlüğünün yok edilmek istenmesine, beraberinde ise bilimi hedef almasına kadar geniş bir yelpazede olduğu görülmektedir. Bu da gayet anlaşılırdır ve yapılan tespitler dün olduğu gibi bugün de doğrudur. Evet, YÖK 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cuntası (AFC) koşullarından filizlenmiştir ve AFC’lerin gelenek taşıdığı ülkemizde yükselen muhalefeti bastırmanın aracı olarak anti-demokratik kurumların hemen hepsinin niteliği benzerdir.
Tabii bu tespitleri göz ardı etmeden, YÖK’ün de 27 yıllık tarihinde sadece bu hedeflerle sınırlı kalmadığını belirtmek gerekir. Bahsi geçen uygulamalar özellikle YÖK’ün kuruluş dönemlerindeki ağırlıklı pozisyonuna ilişkindir. Elbette günümüzde de bu görevi değişmemiştir. İlk paragraftaki zorba uygulamalar bugün de aynen geçerliliğini korumaktadır. Yalnız, YÖK’e bugün başka misyonlar da yüklenildiğini ve bugün için ağırlıklı olarak eğitimin ticarileştirilmesine ilişkin atılan adımların hız kazandığını görmemiz gerekir.
YÖK bundan tam 27 yıl öncesinde kurulduğu dönemde neo-liberal politikaların eğitim üzerinde bugüne nazaran fazla gündemleşmediği dönemlerdi. İşte bu dönemlerde YÖK’ün meşgul olduğu başat mesele bahsi geçen faşist uygulamalardı. Ve devletin üniversiteler üzerindeki ilk hamlesi de üniversiteleri denetim altına altında tutularak, bilimin ve özgür düşüncenin; sorgulayan ve statükodan yana olmayanların tasfiyesine yönelik olmuştur. Günümüze kadar kat edilen yolda Türkiye emperyalizme daha çok bağımlı hale gelmiş, özellikle özelleştirme politikaları ülkemizde devreye sokulmuştur.

Eğitimde neo-liberal uygulamalar
Doksanlı yılların başlarında neo-liberal eğitim politikaları özellikle Avrupa’da gündemleştirilmeye başlanmış ve doksanlı yılların sonuna gelindiğinde çeşitli deklarasyonlarla başlayan adımlar 1999’da Bologna Deklarasyonu sonrası “Bologna Süreci” adını almıştır. YÖK ise Bologna Deklarasyonu’ndan iki yıl sonra bu sürece katılmıştır.
Bu süreç Avrupa çapında “Yüksek Öğrenim Pazarı” yaratma arzusunda olup, trilyon dolarlık “dünya yüksek öğrenim pastasından” pay kapmak için oluşturulmuştur. Ve daha önemlisi amacın emperyalistlerin yeniden üretilen “bilgi”yi tekellerine almaya ve emperyalist hegemonya dalaşında bir adım daha öne geçmek istemesinde yatmasıdır. Bu anlamda en zeki ve başarılı öğrenciler emperyalistlerin bu amacı için ayrı bir önem taşımaktadır. Bu amaçla “Erasmus Programı” öğrenci hareketliliğini sağlayan öğrencilerin serbestçe başka bir ülkede üniversite okumasının önünü açmıştır.
Türkiye’ye geldiğimizde ise üniversite kapılarında 1,5 milyon kişinin beklediği düşünüldüğünde emperyalistlerin burada özel üniversite kurma çabaları gayet anlaşılırdır. Üstüne, Özcan “Üniversite bedava olmaz” demiş ve bu sözler bir takım “sol” çevreler tarafından da tutulmuştu. YÖK Başkanı Özcan tarafından dile getirilen ve yankı uyandıran en önemli konu da bu olmuştur. Türkiye de, buna hazırlanmalı, bu pazardaki rekabetten yararlanabilmeli, üniversiteler bütçelerini büyütmeli, şirket gibi çalışarak girişimci olmalı ve kâr elde etmeliydi. Bunun da biricik formülasyonu üniversiteleri paralı yapmak yani özelleştirmekti.
Bologna Süreci’ne girdiğimizden beri özellikle son birkaç yılda özel üniversite sayısı hızla artmıştır. Veriler ışığında YÖK’ün ağırlıkla meşgul olduğu konunun “emperyalist eğitim politikalarına adapte olmak ve bu politikaları ülkemizde hayata geçirmek” olduğu aşikar durumdadır. YÖK’ün gerek tarihsel gerekse üniversitelerin geleceğine ilişkin “Küresel Bilgi Ekonomisi’nde Yüksek Öğrenim, Kemal Gürüz (2003)”, “Strateji Raporu (2005)” ve Bologna Süreci ile ilgili birçok raporu incelendiğinde bu konuya ne kadar önem verdiği anlaşılacaktır.
Türkiye’nin yarı sömürge yapısından kaynaklı emperyalistler için daima bir pazar oluşu, eğitim alanının da farklı olmayacağını göstermektedir. Bologna Süreci’nin mimarları olan Fransa, İngiltere, Almanya ve İtalya gibi emperyalist devletlerin Türkiye’de üniversite açmak için başvuru yaptıklarını bizzat YÖK Başkanı Özcan kendisi açıklamıştır.

Üniversitelerin yeni tanımı
YÖK kurulduğu günden bu yana zihniyetinde değişen bir şey olmamakla birlikte eğitim alanında yeni trendlerin belirlendiği günümüz koşullarında yüklendiği misyonun ağırlıklı olduğu konu neo-liberal eğitim politikalarının ülkemizde hayata geçirilmesidir. Bu amaçla yürütülen politikalarla üniversitelerin entegrasyonu ve dönüşümü adım adım bu yönde aksetmektedir. Ortak çerçevelerin oluşturulması, Bologna Süreci ile birlikte üniversitelerin yeniden tanımlanarak, “iş gücü piyasasına eleman yetiştirmek” olduğu üzerinden ulaşılan ortaklık üniversitelerin Avrupa genelinde yeniden örgütlenmesine yol açmaktadır.
YÖK Bologna Süreci ile ilgili “izleme komiteleri” oluşturmuş ve ülkemizde belirlenen “ortak çerçeve”ler doğrultusunda adımlar atmaktadır. Sürekli Eğitim Merkezleri’nin oluşturulması, diplomalardan (mühendislik) unvanların kaldırılması, stajyer avukatlık vb uygulamalar akademik haklarımızı elimizden almakta, eğitim ise giderek daha elit bir kesimin yararlandığı bir hizmet olmaktadır. Emekçi çocuklarına ise kapı sadece nitelikli, vasıflı, ara eleman noktasında açık tutulmak istenmektedir. Özel üniversitelerin gazete ilanlarına bakıldığında da mesleki eğitimin önemi üzerinde durduklarını, yüksek okullarının iş gücü piyasasının ihtiyaçlarını karşıladığını iddia etmekte hatta mezuniyet sonrası iş garantisi (Türkiye ve Avrupa’da) dahi verilmektedir. Mesleki Yeterlilik Yasaları, Yetkin Mühendislik gibi uygulamalar Bologna Süreci içinde uzlaşılan “ortak çerçevede” bir gereklilik/zorunluluk olmuştur.
İşte günümüzde yüz binlerce üniversite öğrencisinin öğrenim gördüğü üniversitelerde YÖK’e karşı muhalefetin ana yönü de bu temelde olacaktır. Nedeni gayet açıktır. Sistemin saldırılarına yönelik toplumun tüm katmanlarında gelişen en basit talepler ekonomik temelli olmaktadır. Ve bu tepkiler genelde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. (fındık eylemleri ve grevler) Üniversitelerde de tüm öğrencileri doğrudan etkileyecek olan emperyalist eğitim politikalarının “paralı eğitim” ve “ticarileşme” yönlü olacağından hareketle verilecek tepkilerin niteliğinin de bu yönde olması beklenmelidir. Bizler için sorun önümüzdeki dönemlerde bu tepkiye önderlik edebilecek mekanizmaları, araçları etkin bir şekilde devreye sokmak ve bu konuda ısrarcı bir hat tutturmaktır.

Bir Asimilasyon Politikası: Zorunlu Din Dersi

Aleviler, ezen-ezilen çelişkisinde ileri noktalarda durmaktalar. Yüzeysel bakıldığında sadece dini inanış farklılıklarına indirgenmek istense de hâkim sistemin Alevilere yönelik baskıları devlet eliyle örgütlemesi ve kendi çıkarlarına uygun “inanış” biçimlerini desteklemesi, konumuzun salt dinsel-mezhepsel farklılıklarla açıklanabilecek bir konu olmadığını doğrulamaktadır.
Faşist ezberci eğitim yoluyla farklı inançlara mensup kişiler üzerindeki baskı araçlarını incelediğimizde zorunlu din dersi eğitimi başlıcalar arasında gelmektedir.
Aleviliğin kendini bulduğu başkaldırı ve siyasi hareketlenmeler ve bunların birikimiyle oluşan kültürünü resmi İslami inanç sistemine eklemlendirmek için ellerinden geleni yapan egemenlerin bir politikası olarak zorunlu din dersi eğitimi, söylenilenin aksine hiçbir inancın ya da kültürün özgürlüğünü gözetmeyen bir tarzda kendini dayatmaktadır. Resmi inanç sistemi, bu yolla bireylere kendini ezberletmekte, dayatmaktadır.
Zorunlu din derslerinde, Alevi çocuklarına ve gençlerine kendi inanışları ve kültürü yabancı olarak gösterilmekte ve ona tamamen yabancı olan bir anlayış zorla dayatılmaktadır. Öyle ki birçok okulda din derslerinde, Aleviler hakkında hakarete varan ithamlar kullanılmaktadır.

Çocuk gelişimine dinin öğretiminin etkisi
Ayrıca konunun başka bir boyutunu incelemekte de büyük yarar var. Bizler eğitimin kişilerin ilgi ve yeteneklerine uygun, kişilik gelişimlerini destekleyici ve bilimsel olması gerektiğini savunuyoruz. Her şeyden önce din dediğimiz şey soyuttur. Allah, melekler, şeytan, cennet, cehennem ve bunun gibi daha yüzlerce kavram somut bir şeye işaret etmezler, soyut birer kavramdırlar. Bir ilkokul çocuğuna soyut ve somut kavramlarının yeni öğretildiğini düşünecek olursak; henüz somut nesne ve olayları algılamaya müsait olup soyut kavramları algılama kapasitesine ulaşamamış çocuk beyinlerinin bu tür soyut kavramlarla doldurulmasını nasıl olur da "öğrenme" faaliyeti olarak tanımlayabiliriz? Bu bir öğretme faaliyeti değil, kesinlikle bir beyin yıkama faaliyetidir. Hepimizin çocukluğunda bu öğretilerin hayatımızın birçok evresinde olumsuz şekilde (rüyaları kâbusa dönüştüren, küçük yaşta ölümden sonraki cezaları düşünerek kendi ve çevresi için acı çektiren, vb.) ortaya çıktığını söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Çocuğun duygusal gelişimi için en kritik dönemlerin bu şekilde köreltilmesi, ileriki yaşlardaki olası ruh hastalıklarının en ciddi zeminlerinden biri oluyor çoğu kez.

“Laikler”, bu konu hakkında ne diyor?
Alevileri tanımayan devlet bununla da kalmamakta, Alevilerin tepkilerini de sözde dost söylemlerle kendi çarklarına su taşımak için kullanmanın yollarını aramaktadır.
Kültürel asimilasyonun önüne geçme çağrıları bir iyi niyet olarak gözükse de kim tarafından yapıldığı ve kimin bu göreve soyunduğu oldukça önemlidir. Düzen yandaşı bazı unsurların devletten açık destek alarak ve çeşitli Alevi vakıfları açarak Alevileri buralarda örgütleyip, bu yolla onları sisteme bağlama çabaları üstünde durmamız gereken bir noktadır. Kendilerini ifade edebilme olanakları arayan Aleviler buraları tercih edebilmekte, faşist, dayatmacı eğitim anlayışının bıraktığı boşlukları bu mekânlarda oluşturdukları alternatif eğitim modelleriyle doldurmaya çalışmaktadır. Ancak buralarda da yürütülen eğitim anlayışı biraz daha “özgürlükçü” olmasına karşın özünde resmi ideolojiye göre şekil almaktadır. Kemalist ideoloji buralarda da yüceltilerek beyinlere enjekte edilmektedir.
Özellikle seçim dönemlerinde laiklik çığırtkanlığı yapan ve bunu mevcut hükümete saldırmak için kullananlar, söz konusu zorunlu din dersi eğitimi olduğunda hak ve özgürlükler cephesinden bakmayı tercih etmemekteler. Laikliği; sadece kadınların başlarının açık olarak resmi kurumlara girip çıkabilmesinin engellenmesiyle özdeşleştirenlerin, söz eğitime ve Alevilerin haklarına gelince susmaları, aslında birer maske görevi gördüklerinin en açık kanıtıdır. Çünkü mevzu derinleştikçe siyasi özü daha çok görünür hale gelmektedir.
Kendinden başka bir kültürün kendi egemen sistemine ve sınıf çıkarlarına karşı başkaldırabileceğini, hele ezdiği kitlelerin kendisi için en büyük tehdit olduğunu biliyorsa; kurulu sistem bunu yok etmek ve bastırmak, ötekileştirmek için elinden geleni yapacaktır. Nitekim eğitim de bunun en etkili araçlarından biridir. Egemen sınıfların bu konuda vereceği tavizler onlar açısından o kadar tehlikelidir ki; ucu anadilde eğitime kadar uzayan “tavizler” dizisiyle karşılaşmak zorunda kalmaktalar. Çıkarları aynı olan egemen sınıfların klikleri belli bir noktadan sonra işbirliği yapmayı tercih etmektedir.

Aleviler gerçek dostlarını görmelidir.
Yılardır sisteme muhalif bir duruş sergileyen Alevilerin tarihi, katliam ve asimilasyon saldırılarıyla doludur.
Alevi tarihini inceleyerek Osmanlı tarihinden günümüze Alevilere yapılan saldırıları daha da somutlaştırmak için tarihten örnekler verelim. Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığından memnun olmayan Aleviler büyük bir katliama uğramışlardır. Daha sonraki büyük katliam 1600 tarihlidir. Alevi köylerine zorla cami yapılmasına karşı çıkan Aleviler katliamlarla karşılaşmışlardır.
2. Mahmut döneminde Bektaşi dergâhlar kapatılmıştır. Dergâhların kapatılması ve baskılar nedeniyle Aleviler dini inançlarını kapalı yaşamaya zorlanmıştır. Özellikle bu durum Arap Alevilerinde daha belirgindir. Devlet yalnızca Aleviler üzerinde baskı politikası uygulamamış aynı zamanda Alevi olmayan halk kitleleri içinde yalanlar yayarak iftiralarda bulunmuş, halk içinde düşmanlıklar yaratmaya çalışmıştır.
Baskı ve katliam politikaları cumhuriyet döneminde de devam etmiş, cumhuriyet üzerine atılan nutukların sahteliği daha bariz olarak görülmüştür. Alevi inancının resmi olarak tanınmaması, Alevilerin kendi inançlarını yaşama hakkına izin verilmemesi, eğitim sürecinde Aleviliğin öğretilmeyip zorunlu olarak Sünni inancının dayatılması, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden Sünnileştirme çalışmalarının örgütlenmesi ve çeşitli yöntemlerle devam edilen asimilasyon politikaları günümüzde de sürmektedir. Cumhuriyetin ilk dönemindeki Koçgiri ve Dersim isyanlarında, devamında 1978'deki Maraş, 1980’deki Çorum, 2 Temmuz 1993’teki Sivas ve 12 Mart 1995’deki Gazi katliamları Faşist TC’nin Osmanlı’dan miras kalan görevlerini layıkıyla yerine getirdiğini göstermektedir.
Faşist rejimin kendilerine acı ve yasaklardan başka bir şey bırakmadığını, asıl dostlarının ezilen emekçiler olduğunu görerek; kendilerini hakim sisteme yedeklemek için uğraşan Kemalist bürokratik burjuvazinin peşinden gitmediği sürece sadece zorunlu din dersi uygulamasının değil, eğitim sistemini baştan sona kadar sorgulanmasının gerekliliği açığa çıkacaktır. Ve bu uğurda Alevilere düşen, onları kendileri yapan zulme karşı başkaldırı kültürlerine sıkı sıkıya sarılmaktır.
Mersin’den bir YDG’li

Zorunlu Türkçe eğitime hayır! Anadilde eğitim istiyoruz!

Yaz tatilinin ardından okullar tekrar ders başı yaptı. Okullar yetersiz kalan öğretmen, hizmetli ve okul sayısı, ezberci, ırkçı ders içeriği, artık bir kangren hailine gelmiş, çözülmek istenmeyen anadilde eğitim ve zorunlu din dersi gibi sorunlarla ders zillerini çaldı. Bu süreçte de anadilde eğitim yakıcı bir gündem maddesi olarak kendisini hissettiriyor.
Kürtçe'nin üzerindeki baskılar ve Kürtçe eğitimin önündeki engeller nedeniyle bu yıl da milyonlarca Kürt çocuk anadillerinde eğitim alamayacak. Milyonlarca çocuk, cumhuriyet tarihinden bu yana sürdürülen politikayla bilmedikleri Türkçe'yle zorunlu asimilasyon eğitimi alıyor. Her ne kadar R. Tayyip Erdoğan Almanya'da ''asimilasyon insanlık suçudur'' dese de, devlet politikası olan inkar, imha ve asimilasyon politikasıyla Kürtlerin taleplerini görmezden gelerek yan çizmedeki maharetini ortaya çıkarıyor. Kürt halkı cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar çeşitli baskı ve zulümlere maruz kaldı. Bu baskılardan Kürtçe de payına düşeni almıştır. Kürtlerin varlığı inkar edilmiş, Kürtçe diye bir dilin olmadığı savunulmuş, Kürt ulusunun ''Dağ Türkleri'' olduğu ispatlanmaya çalışılmış ve güneş dil teorisi gibi saçma iddialar ortaya atılmıştır. Temelini tek dil, tek millet ve tek bayrak üzerine kuran TC, bütün şehir ve köylerin isimlerini değiştirip Kürtlerle ilgili olan her şeyi yasaklamıştır. İnsanlar kendi dillerini konuşamaz hale gelmişlerdir. Asimilasyon politikaları Kürt ve çeşitli milliyetlerden gençler üzerinde sürekli uygulanmış ve ırkçı, şoven, anti-bilimsel eğitimle düzene uyum sağlamış, kendi dil ve kültürlerine yabancılaşmış kuşaklar yetiştirilmeye çalışılmıştır. Cezaevlerinde ziyaretçi görüşlerinde Türkçe bilmeyen tutukluların aileleri küfürlerle salonlardan, Kürtçe eğitim isteyenler üniversitelerden atılmış, Welat isminden dolayı sınır dışı edilmiştir. Daha birçok olay tazeliğini korumaktadır. Anadilde eğitim hakkını kullanma, ifade etme, düşünebilme insan olmanın gereğidir. İnsanın temel haklarındandır. Kuşkusuz Kürt halkının kendi anadilinde eğitim görmesi, yaşamının her alanını örgütlemesi ve yaşaması en doğal ve vazgeçilmez hakkıdır. Her insanın anadilinde okuma-yazma öğrenmesi, kendi dilinden şarkılar söylemesi, eğitim görmesi, tarihini ve kültürünü öğrenmesi, kendi dilinde büyümesi ve onu tüm alanları kapsayacak şekilde geliştirmesi kadar doğal ve masumane bir hak düşünülemez. Bu temel hak için mücadele etmesi de kuşkusuz haklı ve meşrudur. Toplumun dilini kaybetmesi onun yok olmasıdır. Kürtçenin resmi dil olması, güvence altına alınması ve Kürtçe eğitim istemiyle yürütülen kampanya, destek verilmesi gereken meşru bir olgudur. Amed YDG

TC-Ermenistan ilişkileri


Emperyalistler Yazıyor,
Yerli Uşakları Oynuyor;
Metin Belli, Roller Dağıtılmış…

Yine emperyalistlerin yönlendirmesiyle, onların politikalarına hizmet etmek ve dönen çarklarına daha fazla su taşımak için yerli uşakları aracılığıyla bizim için hiç de şaşırtıcı olmayan bir gelişmeye tanık olduk geçen süreçte: “Türkiye-Ermenistan yakınlaşması.”
Türkiye Dışişleri Bakanlığının üst düzey görevlileri ve Ermenistan Dışişlerinden meslektaşlarının İsviçre’de gizlice buluştukları yakın bir zamanda ortaya çıkmıştı. Yine son dönemde Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan, TC Cumhurbaşkanını Dünya Kupası elemeleri için 6 Eylül’deki Türkiye-Ermenistan maçına davet etmiş ve 3 gün boyunca tüm burjuva medyaya yansıyan “uzun tartışmalardan” sonra A. Gül bu maça gitmişti.
Tüm bu yakınlaşmaların yaşanmasını isteyen “gücü” söylemeye bile gerek yok galiba! Ama yine de somut bir örnekle açıklamak gerek diye düşünüyorum: ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Daniel Fried, 18 Haziran 2008’de Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi’nde Kafkasya ilgili görüşmeler sırasında, Ermenistan’ın Türk sınırını tanıması, bunun yanı sıra Türkiye’nin de Ermenistan’la olan sınırını açması ve tarihinin karanlık bir bölümüyle yüzleşmesi gerektiğine değinmişti.
Kafkasya, ABD’nin küresel jeopolitik stratejisi açısından büyük önem taşımaktadır. Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’dan oluşan bu Güney Kafkas ülkeleri, Türkistan coğrafyasına ulaşımı kolaylaştıran, Rusya Federasyonu’nu etkisiz hale getiren ve Doğu ile Batı arasında enerji-ticaret transferinde stratejik geçiş yolu konumuyla ABD’nin Avrasya politikası veya Büyük Ortadoğu Projesinde (BOP) de oldukça önemli bir bölge konumundadır.
Hazar bölgesinde yer alan enerji kaynakları ve içerdiği zenginlikler ABD’yi her zaman cezp etmiş ve öncelikli ilgisinin bu bölgede yoğunlaşmasına neden olmuştur. Yine ABD açısından söz konusu bölgenin enerji kaynakları dışındaki diğer özelliği ise, Hazar Denizi üzerinden İran nüfuzunun engellenmesi ve Rusya’nın hâkimiyetinin dengelenmesi açısından konumun elverişliliğidir. Aynı zamanda ekonomik anlamda Türkiye’nin şu an Ermenistan’la sınırlarının kapalı olmasından kaynaklı ulaşamadığı Orta Asya pazarına direkt olarak ulaşmak da pastadan kocaman bir pay kapma anlamına gelmektedir. Türkiye’nin de bu Güney Kafkas ülkelerine komşu olması, bu ülkelere ulaşmak için Türkiye’nin kullanılmasını “meşrulaştırıyor” anlaşılan.
Olaya biraz da Ermenistan’ın çıkarları açısından bakalım: Azerbaycan giderek daha savaş yanlısı bir söylemde bulunuyor. Savaş başlatmak, Karabağ’ı güç kullanarak geri almak üzerine konuşan ve silahlara büyük paralar harcayan bir Azerbaycan var Ermenistan’ın karşısında. Ermenistan’ın Türkiye’yle arasını düzeltmesi doğal olarak Azerbaycan’la ikinci bir çatışma yaşanması riskini belirgin bir biçimde düşürecektir. Ayrıca TC ordusu, ABD ile ilişkilerinin iyi olmasını istiyor ve Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi ABD ile ilişkilerin daha da iyi olması anlamına geliyor. Tabii bununla birlikte; ordu Azerbaycan’a çokça sempati besliyor ve TSK’nın Karabağ Savaşında Azerileri eğittiği de bilinen bir gerçek.
Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan seçimler öncesinde ve sonrasında muhalefet partisine yaptığı baskılar nedeniyle yurtdışından gelen tepkilere karşı Avrupalıları ve ABD’yi kazanmak için Türkiye ile olan ilişkilerini kuvvetlendirmek istiyor. İşte tam da bundan olsa gerek 2009 yılının başından itibaren Ermenistan’dan elektrik satın alınacağı son açıklamalar arasında.
Olanları bir tiyatro sahnesine benzetiyorum aslında: bazı kural koyucular var ve metinleri onlar yazıp, kimlerin oynayacağını da onlar belirliyor. Sayın oyuncular da sanki gerçekten o karakterlermiş gibi ustaca oynamaya çalışıyorlar. Bir tiyatro oyununun son bulması gibi egemenler de gittikçe bir çıkmazın içine girecekler ve halk yığınları onların yaptıklarının “rol” olduğunu daha da fazla anladıkça onlar kafalarına çürük domates ve yumurta yemeğe mahkûm olacaklardır.
Marmara Üniversitesi’nden bir YDG’li

Genç Kadın

Bedeninden, etinden ve sütünden yararlanılan kadınlar

Sistem, içinde bulunduğu bataklıktan çıkmak için eskiden beri uyguladığı politikaları daha aktif bir şekilde, daha da bir iğrençleşerek piyasaya sunuyor. Bu konuda ekmeğine en çok yağ süren politika ise kadına dayatılan güzellik anlayışı. Kadınlara; döneme göre değişkenlik gösteren güzellik kıstaslarına uyması gerektiğini artık doğumdan itibaren öğütlüyor. Birey özellikle ergenlik döneminden itibaren kendini topluma ve kapitalizme beğendirebilmek adına onun normlarına uymak için çırpınıp duruyor. Bu tip bir destek aracı bulamayan beden de zaten daha sonra bir yıkım aracı haline geliyor.
Bu durumdan tabii ki bütün bir toplum etkileniyor ancak bir sektör haline gelen kozmetik, erkek egemen anlayışın bir yansıması olarak kadın üzerinde yoğunlaşıyor.
Kişinin kendini kabulü, gerek ruh sağlığı gerekse de iletişim açısından oldukça önemli. Bu kavramdan anlaşılması gereken kişinin kendini tanıması ve yapabileceklerinin farkına varmasıdır. Sınırlarını keşfedip, kendisiyle yüzleşebilmesi meselesidir yani. Ancak kapitalizm, sadece dayattığı güzellik anlayışından bahsedecek olsak dahi sürekli belirli ölçüleri ve algıları idealize ederek, kadına bu mertebeye ulaşabilmesi için bütün olanaklarını sunuyor ve aynı ölçüde olanaklarını sunmasını bekliyor kadından.

Beğenilmek için zayıflamak
Diyet besinler, estetik operasyonlar, rejimler, kozmetik ürünleri ve benzerlerinin oluşturduğu bu sektör; ideal kadın bedenine ulaşabilmek için büyük bir güç ve bütçe ayıran kadınlara yöneliyor. Her geçen süreç içinde bu kervana yeni kadınlar ekleniyor. Bu sayede bedenleri arzu makineleri ve parça metalar haline getiren denetimle kadın; kendisine yüklenen birçok anlam içinde kendi asıl benliğini yitirmeye başlıyor.
Bu nedenledir ki, en yaygın olan zayıflık ve zayıflama, sağlık nedenlerinden dolayı değil kendini belli bir anlayışa beğendirmek için yapılan bir uğraş haline geliyor. Sırf bu yüzden ciddi rahatsızlıklara yakalanıp, bütün bağışıklık sistemlerini çökerten kadınlar var. Daha geçenlerde Dila Kurt adlı genç bir kadın, herhangi bir sağlık sorunundan kaynaklı değil, sadece daha “güzel” gözükmek için bir zayıflama kampında yaşamını yitirdi. Sebebi sadece zayıflama merkezlerinin teknik yetersizliğinden değildi. Çünkü Dila ne ilkti ne de son. İdeal kiloya ulaşabilmek adına birçoklarının nasıl yöntemler uyguladığı biliniyor.
Kapitalizm bütün bunlara rağmen, sadece güzellik kavramını kullanarak cebini dolduruyor.

Sistem sadece bununla yetinmiyor
Kadın bedenini bir meta haline getiren sistem, ondan da faydalanmanın sınırlarını zorluyor, akla hayale gelmedik yöntemler uyguluyor.
Ülkemizde ve tüm dünyada satılan, şiddet gören bedenlerin var olması nasıl açıklanabilir ki? Çıkarları için 7’den 77’ye herkesin bedenini, ruhunu, iliğine ve kemiğine kadar sömüren bu sistem hâlâ masum rolü yapabiliyor maalesef. Sık duyduğumuz için duyarsızlaştığımız kimi olaylarda tüyleri ürpertecek yeni keşifler yapabiliyor. Henüz kendi cinselliğini bile keşfedememiş çocukların bedenlerini kendi iğrençliklerine alet edebiliyorlar. Daha geçen günlerde, Van’da tecavüz edilip abisinin evinde iple tavana asılı olarak bulunan D.B daha 8 yaşındaydı. Olayın ardından açıklama yapan yetkililer, hâlâ birbirlerine büyük bir iki yüzlülük ve pişkinlikle olayda bir failin olup olmadığını soruyorlar.

Düzen sınır tanımıyor
Kapitalizm, yaratıcılığının sınırlarını zorlayarak her gün yeni yöntemler buluyor sömürmek için. Tıpkı bir vampir gibi, gözleri kamaştıran ışığın ardında dişlerini geçirmek için bekliyor adeta. Bütün olan bitenin ardından hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi sahte bir şaşkınlık ve masumiyet ifadesiyle bakakalıyor. Yazık şaşkınlıktan bir şey yapamıyor.
Tıpkı geçenlerde, İsviçre’de bir restoran sahibi, müşterilerine yüzde 75 oranında anne sütü katılan ‘spesiyal yemekler’ hazırlamak için girişimlerde bulunmasının ardından yaptığı gibi. Yarım litresi için 5.6 dolar vereceğini açıklayan restoran sahibi, mevcut yasal boşluktan yararlandığını söylüyor. İsviçre ise bu konuda neredeyse “elleri kolları bağlı”(!) oturuyor. Meğer yasalarda süt üreticisi olarak insan belirtilmiyormuş. Özrü kabahatinden de beter olan bu açıklama da bize kapitalizmin her şeyi birbirine uydurmak için kırk takla attığını gösteriyor.
Yakında ilkokul ders kitaplarına da koyar bu ifadeyi: etinden, sütünden yararlanılabilen kadınlar…

Gençliğe Notlar

Planlı yaşamak devrimciliğin en önemli özelliğidir

Her birimiz hayatımızda kullandığımız sözcükleri incelediğimizde klişe kelimelerin ya da cümlelerin günlük yaşantımızda çok sık bir yer tuttuğunu görebiliriz. Bu, esasında olumsuz bir durumdur çünkü klişe olan kelimeler veya cümleler ya gerçek anlamlarından kopartılarak bilincimizde yer eder ya da pratikte uygulamadığımızdan/uygulanmadığından kaynaklı söylenilenle yapılan arasında fark en başta kendimize olan güvensizliği büyütmekten öte bir anlam taşımaz. Planlı yaşamak mevzusu da bizim klişe cümlelerimizden birisidir.
Örgütümüzün hedefleri, talepleri ortadadır. Yeni demokrasinin bu ülke topraklarında yaşam bulması, ezilen, yoksul milyonlarla ifade edilen halkımızın yaşam standartlarında köklü değişiklerinin olması, bizlerin iş güvencesinin olması, bilimsel, anadilde, parasız eğitim hakkına kavuşmamız ve daha nicesi taleplerimiz arasında yer alıyor. Programımızdaki taleplerimizin birisinin dahi yaşam bulması için yüksek düzeyde bir mücadele hattının oturtulması gerektiği açıktır. En basit örnek bugün Kürt gençliğinin anadilde eğitim hakkı için yürüttüğü mücadelede ortaya konan çaba ve ödenen bedeller ortadadır.
Yüksek bir mücadele hattından kastımız, ajitasyon/propaganda çalışmalarımızın politik niteliğinin yükseltilmesi, kapsamının genişletilmesi ve en geniş kitleye ulaşılmasıdır. Bütün bunları düşündüğümüzde yaşamda planlar yapmamızın önemi ortaya çıkacaktır.

Zaman kavramı
Bir devrimcinin hayatında en önemli kavramlardan birisi de “zaman” olmalıdır. Zamanın verimsiz geçirilmesi, boş geçirilmesinin önüne geçmek önemlidir. İnsan ömrünün kısıtlı bir zaman dilimini ifade ettiğini ve hedeflerimizi de sınırlı ömrü olan insanlarla gerçekleştireceğimizi düşündüğümüzde, zamanın verimli kullanılması olmazsa olmazdır. Buradaki kastımız devrimci gençlerin zamanı daha verimli kullanarak hem kendimize hem de halkımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemiz gerektiğini hatırlatmaktır.
Halkımızın bilincinin geriliği üzerinden iktidarını sürdüren gerici sınıfları alt etmek en temel görevimizdir. Bunu yapabilmek için halkımızın siyasal bilincini ileriye taşımaktan başka çaremiz de bulunmamaktadır. Bunu da boş zaman kavramanı ortadan kaldırarak, düşüncemizde daha ileri bir aşamaya ulaşarak gerçekleştirebiliriz. Bunun da gerçekleşmesi yaşamın ne kadar planlı geçirildiğiyle alakalıdır.
Devrimci bir bireyin özelliklerinden birisi birkaç konuda uzman ancak birçok konuda bilgili olmasıdır. Bunun için her birimizin kişilik yapımızın ve bilinç düzeyimizin çok yönlü olması gerekir. Bilgimizi arttırmanın, bunu mücadelede kullanmanın yararları büyüktür. Herkesin bilinç düzeyinin hemen hemen aynı olduğu, yeteneklerinin üç aşağı beş yukarı aynı olduğu bir örgütlenme iyi bir örgütlenme değildir. Bunu değiştirmek için kendimizi geliştirmemiz gereklidir.
Planlı yaşamak bizi hedeflerimize daha fazla yaklaştıracaktır. Hedefe doğru attığımız her adım bizim sınıf mücadelesindeki motivasyonumuzu arttıracaktır. Motivasyonumuzun artması, sınıf mücadelesindeki görevlerimize dört elle sarılmamıza, aldığımız sorumlulukları daha yaratıcı bir şekilde yaşama geçirme olanağına ulaştırır. Bugün yaşadığımız sorunların içerisinde kitle çalışmasında, politik çalışmalarda ve örgütsel çalışmalarda sıradanlığın olduğunu, yaratıcı fikirlerin pek yaşam bulmadığını düşündüğümüzde motivasyonu yüksek bir bileşimin önemi açığa çıkacaktır.
Planlı yaşam, zamanımızı daha verimli geçirmemize neden olur. Hayattan aldığımız verimin artması, karamsar düşüncelerin ortadan kalkmasına, en azından önemli oranda azalmasına neden olacaktır. Sınıf mücadelesinde ileriye umutla bakma, kendimize daha fazla güvenme özelliklerine kavuşmamız yaşamdan aldığımız verimle bire bir alakalıdır.

Devrimcileşmenin sonu yok
Pratik deneyim de göstermektedir ki karamsar veya kendine güvensiz olan yoldaşların ortak özellikleri, kendiliğinden yaşam sürmeleridir. Halkımız, işleyen demir pas tutmaz der. Gerçekten de demirin işlemesi kendi niteliğini yerine getirmesiyle mümkündür. Aynı şekilde bizim de kendi niteliğimizi yerine getirmemiz, sınıf mücadelesinde daha ileri mevzilere ulaşmamız da ancak sorumluluklarımızı kavramamız, misyonumuzu bilince çıkarmamızla mümkündür. Misyonunu bilince çıkaranlar açısından yaşamın plansız geçmesi düşünülemez bile.
En önemli sorumluluğumuz yaşamımızın ve bilincimizin devrimcileşmesini süreklileştirmektir. Devrimcileşmenin sonu yoktur. Bu sadece belirli bilgilerin alınması derecesine indirilemez. Birçok konuda bilgili olmak, uzmanlık alanlarımızı belirlemek, bunları sınıf mücadelesinin ihtiyaçları açısından kullanmak bizim temel görevlerimizdendir. Kaldı ki, birçok faaliyet alanımızda birçok sorunla karşılaşıyoruz. Sorunların çözümsüz kalmasında önemli bir neden de ne yapacağımızı, sorunları nasıl çözeceğimizi bilemememizdir. Sorunlar ve çözümleri hakkında bilgili olmak ancak onlara sistemli zaman ayırmakla mümkündür.
Tüm YDG’lilerin sınıf mücadelesine karşı çeşitli düzeylerde sorumlulukları bulunmaktadır. Aynı şekilde hepimizin kendimize, ailemize, çevremize, halkımıza karşı da sorumlulukları bulunmaktadır. Bir öğrencinin gereksiz yere derslerine girmemesi, aynı şekilde derslerinde başarısız kalması büyük bir sorumsuzluktur. Derslerimizde başarılı olmak, kitle çalışması yürütmek, çevremizdeki kişilerle ilgilenmek, halkımızın yaşadığı sorunlarda çözüm gücü olmak ve zor günlerinde yanında olmak, onları örgütlemek gibi nice sorumluluklarımız vardır. Bunlardan hangisi yerine getirilmiyorsa, bir yönü eksik kalmış olacaktır. Elbette mükemmeliyetçi düşünmemek gerekiyor. Tüm bunları yerine getiremeyebiliriz. Ancak bunun tek nedeni sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının derslerimizde başarılı olma vb nedenlerinin önüne geçtiği zamanlarda olmalı. Yoksa biraz daha fazla uyuyayım, biraz daha televizyon izleyeyim gibi nedenlerden kaynaklı olmamalı. Tüm sorumluluklarımızın yerine getirilmesi de onlara gereken zamanı ayırmakla mümkün olacaktır.
Hepimizin örgütlü mücadeleyle tanışmadan önce çok farklı ilgi alanlarımız, çok farklı özelliklerimiz bulunuyordu. Her ne kadar geçmişe göre bugün daha olumlu bir noktada bulunsak da hâlâ sınıf mücadelesini kavrayışta yaşadığımız yetersizlikten kaynaklı ilgi alanlarımız birbirimize daha fazla benzemekte, aynı şeyleri yapmaktan hoşlanan, aynı şeylere ilgili olan bir örgütlenmeye dönüşebiliyoruz. Bu da sınıf mücadelesinin çeşitli düzeydeki ihtiyaçlarına cevap olmamıza engel oluyor. Bu durumu tersine çevirmek elimizde. Yapmamız gereken, içinde ilgi alanlarımızın da bulunduğu planlar yapıp, yaşamımıza uygulamaktır. Böylelikle adım adım yeteneklerimiz gelişecektir. Örgütlenmede en temel nokta kişilerin yeteneklerine göre örgütlenmesidir. Bu da ilgi alanlarının körelmemesi sayesinde olabilecektir.
Öyleyse planlarımız neyi kapsamalıdır? Planlarımız en başta faaliyetteki hedeflerimizi yerine getirecek gerek teorik, gerekse de pratik çalışmaları belirlemeyi ve onlara uygun zaman ayırmayı kapsamalıdır. İkinci olarak; ilgi alanlarımızın tespiti ve ona uygun zamanı kapsamalıdır. Üçüncü olarak; okul vb gibi sorumluluklarımıza uygun zaman ayırmayı kapsamalıdır. Dördüncü olarak sosyal yaşantımızdaki yapmak istediklerimize uygun zaman diliminin ayrılması olarak ele alınabilir. Elbette yaşamda hiçbir şey kalıplara indirilemez. Bu yüzden burada saydıklarımızdan daha fazlası, ihtiyaç dahilinde yaşam planlarımızda yer almalıdır.
Dikkat etmemiz gereken bir nokta da mutlaka planlarımızı yazılı hale getirmemizin gerektiğidir. Yazılı hale getirmek, her şeyden önce kendimizi daha fazla motive eder, aklımızdan bir an bile çıkmasını engeller. İkinci olarak yaşamdaki sorumluluğumuz yukarıda da belirttiğimiz gibi çok fazladır. Bu sorumluluklara ayıracağımız zaman ister istemez geniş bir zaman bilimini ifade edecektir. Ayrıca yaşamdaki hiçbir şey mutlak eşitlik üzerine kurulmadığından sorumluluklarımıza ayıracağımız zaman dilimleri de esas tali ayrımına giderek birbirinden farklı zaman dilimlerini kapsayacaktır. Bunun için en basitinden hesap yapmak gerektiğinden yazılı hale getirmek gerekecektir. Üçüncü olarak da yaptığımız planları yoldaşlarımızla tartışmamız, deneyimlerinden yararlanmamız yoldaşlarımızın hata ve eksikliklere daha fazla yardımcı olmasını sağlayacaktır. Kendi hata ve eksikliklerimiz için de daha fazla yardım alırız.
Tüm bunlardan kaynaklı yaşam tarzımız planlı olmak zorundadır.

Kolektifin Sesi

Daha etkili bir kitle çalışması ve güçlü kitle örgütleri için…

Üniversitelerde ve liselerde yeni öğrenim döneminin başlamasıyla birlikte 6 Kasım hazırlıkları öncelikli olmak üzere tüm alanlarımızda toparlanma ve hareketlenme yönlü çalışmalar başlamış durumda. Bu sene önceki senelerden edindiğimiz deneyimlerden de yararlanarak mücadelemizi daha ileriye taşımayı, örgütsel olarak içinden geçtiğimiz süreci geliştirmeyi ve politik birikimimizi derinleştirmeyi hedefliyoruz.
Bu hedeflere ulaşma doğrultusunda önceliklerimiz arasında demokratik kitle örgütlerindeki çalışmalarımızı geliştirme ve sağlamlaştırma görevi bulunmaktadır. Bu görev ve hedef YDG’nin gündeminde her zaman temel bir gündem olmuştur. Hiçbir dönem kitle örgütlerindeki çalışmanın önemi reddedilmemiştir ancak her dönemin ve her alanın kendi özgünlüğü içinde kitle örgütlerine yaklaşım ve bu örgütler içinde faaliyet konularında farklılıkları bulunmaktadır. Önümüzdeki dönemde kitle örgütlerindeki değişimleri ve olanakları, kitle mücadelesindeki gelişimi ve örgütsel deneyim ve yaklaşımlarımızı göz önüne alarak daha sistemli, planlı ve uzun dönemli perspektife sahip bir çalışmayı hayata geçirmek istiyoruz.
Devrimci mücadelenin bir parçası olarak ağırlıklı olarak öğrenci gençlik içinde örgütlenen ve daha genel bir yaklaşımla halk gençliğini saflarında birleştirmeyi hedefleyen YDG’nin ülkemiz devriminin özgünlüğünü göz önüne alarak plan ve program belirlemesi doğaldır. Mevcut örgütsel yapısının ağırlıklı kısmı öğrenciler arasında ve şehirlerde bulunmasından dolayı devrimimiz için öğrencilerin ve şehirlerin yeri ve önemi hesaba katılarak beklentilerimizi belirlememiz akılcı bir tutum olacaktır. Bu konular hem bu yazının konusu olmadığı için hem de yayınlarımızda çeşitli boyutlarıyla ele alındığı için ayrıntılı şekilde açıklamaya gerek yoktur ancak vurgulamamız gereken iki konu oldukça değerlidir.
Bunlardan ilki küçük burjuva sınıfsal özellikleri bünyesinde barındıran öğrenci gençliğin yeni demokratik devrimin önemli ve güvenilir bir bileşeni olduğu gerçeğidir. Öğrenci gençlik sınıfsal gerçekliği içinde belirli zaaf ve yetmezliklere sahiptir ancak hem gençliğin verdiği özgünlükler hem de entelektüel gelişime, araştırmaya-incelemeye yatkınlığı nedeniyle devrimci teoriyi kavramada ve hayata uygulamada avantajlara sahiptir. Bu nedenle ülkemizin ve uluslararası devrimci hareketin deneyimlerinden de öğrenilmektedir ki devrimci önderlerin ve kadroların önemli kısmı öğrenci gençlik içindeyken devrimci mücadeleye katılmıştır. Bundan dolayı YDG’nin üniversiteli ve liseli gençlik içindeki faaliyeti devrimimiz açısından oldukça değerlidir ve öğrenciler içindeki örgütlülüklerimizi güçlendirmemiz görevini küçümsemek doğru olmayacaktır.
Bizim için hesaba katmamız gereken bir diğer olgu da şehirlerdeki çalışma konusudur. Ülke gerçekliği içinde kırsaldaki mücadele esas şehirlik alanlardaki çalışma ise talidir. Bu, şehirlerdeki çalışmanın önemsiz olduğu anlamına kesinlikle gelmemektedir. Bunun anlamı şehirlerdeki mücadelenin kırsaldaki silahlı-silahsız mücadeleyi desteklemesi, güçlendirmesi ve gündemleştirmesidir. Şehirlik alanlarda bulunan işçi sınıfının, kent yoksullarının, öğrencilerin ve devrimin bileşeni olan diğer sınıfların kendi aralarında ve köylülerle, tarım işçileriyle birliği için mücadele etmesidir, işçi-köylü ittifakına bilhassa önem vermesidir. Demokrasi mücadelesine ağırlık vermesi, başta Kürt ulusu olmak üzere tüm ezilen, ayrımcılığa uğrayan kesimlerin hak ve taleplerinin yüksek sesle savunulmasıdır. Şehirlerdeki mücadelenin görevleri daha da sayılabilir. Ancak düşmanın güçlü, devrimcilerin daha güçsüz olduğu ve devrimin son aşamalarına kadar bu dengenin tersine dönmeyeceği hesaba katıldığında, şehirlerde uzun dönem istikrarlı bir çalışma yürütebilmek ve sağlam örgütlülükler kurabilmek açısından ülkemizin devrim gerçekliği göz önüne alınarak planlar yapılmalıdır.
Şehirlerde uzun dönemli ve istikrarlı çalışmalar yürütebilmek ve sağlam örgütlülükler kurabilmek için kitle örgütlerinde çalışmanın vazgeçilmez bir yeri bulunmaktadır. Kitle örgütleri belirli sorun ve talepler doğrultusunda konuyla ilgili en geniş kitlenin bir araya geldiği, kitlelerin örgütlendiği ve mücadele ettiği, sosyal dayanışmayı güçlendirdiği örgütlerdir. Sistemin yarattığı kimi sorunları çözmek isteyen, belirli hak taleplerinde bulunan ve sistemin örgütsüzleştirme-yalnızlaştırma-bireycileştirme çabalarına karşı kitlelerin sosyalleşebildiği ve dayanışmayı hissettiği bu alanların devrimciler açısından kitlelerle bağ kurmak ve kitleleri hareketlendirmek açısından önemleri reddedilemez.
Kitle örgütleri işleyiş ve biçim açısından belirli ortak, evrensel ilkelere sahiptir. Bu ilkelere uyduğu sürece misyonunu oynaması ve ilgili kitlenin güvenini kazanması mümkündür. Ancak kitle örgütleri de amaç, kapsam ve politik mücadeledeki duruşları ile farklılıklar arz etmektedir. Örneğin YDG de işleyişi ve kitlelere yaklaşımı vb açılardan ele alındığında demokratik bir kitle örgütüdür. Ancak YDG’nin özgünlüğü, bünyesinde devrimci gençleri, devrime sempati duyan gençleri birleştiriyor olmasıdır. Emperyalizme, faşizme ve feodalizme karşı çıkan ve halkın kurtuluşunun devrimden geçtiğinin bilincinde olan gençleri bünyesine almaktadır. Doğallığında bu bilince çok farklı özellikteki gencin ulaşması mümkündür. Bu nedenle devrimci mücadeleye yaklaşım, üstlendiği görevler, teorik birikim, pratikteki netlik, ideolojik duruş, dünyaya bakış açısı vb çok sayıda açıdan ele alındığında YDG’liler arasında da çok sayıda farklılığın olması doğaldır. Bu nedenle YDG asgari kıstaslara uyan ama kendi içinde de çeşitlilik gösteren geniş bir kitleyi kapsamayı hedeflemektedir. Ancak devrimci mücadele içinde YDG’nin aktif şekilde yer alması YDG’lilerin devletle daha sık karşı karşıya gelmesine ve düzen açısından daha tehlikeli bulunmasına neden olmaktadır. Doğal olarak YDG de daha geniş kitlelere ulaşmak, devrimci bilinci yaymak, düzenin saldırı ve yoğunlaşmalarından kendisini korumak ve örgütlülüklerini güçlendirmek için devrimin nesnel gerçeklerine uygun önlemler almalı, YDG’liler bu doğrultuda çok sayıda kitle örgütü içinde de aktif şekilde yer almayı ihmal etmemelidir.
Şayet kitleler kitle örgütlerinde bir araya geliyorsa, en geniş kesime bu kitle örgütleri üzerinden seslenmek mümkünse ve yine bu kitle örgütleri üye toplantıları-kongreler ve çeşitli etkinlikler üzerinden demokratik bir forum işlevini de taşıyorsa her YDG’linin alanın gerçekliği doğrultusunda belirli kitle örgütlerinde faaliyet yürütmesi bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mevcut kitle örgütlerinde çalışalım
Bu doğrultuda ilk adımı atarken en mantıklı hareket doğal olarak alanımızda kurulu olan mevcut örgütlere üye olmaktır. Alanda belirli bir yeri, saygınlığı, etkisi, işlevi olan kitle örgütlerine girmenin avantajları bulunmaktadır.
Bu açıdan ele alındığında içinden geçtiğimiz süreçte olanaklarımızın daha fazla arttığına tanık olmaktayız. Özellikle öğrenci gençlik açısından yakın geçmişte gündeme gelen ve yeni kurulan çeşitli örgütler açısından bu tespit geçerlidir.
TMMOB’un öğrenci birimlerinin geçmişi çok uzun değildir, işleyiş açısından henüz oturmuş sayılmaz. Yine Eğitim-Sen de geçtiğimiz yıldan bu yana öğrenci birimleri oluşturmaktadır. TTB’nin de işleyen öğrenci kolları mevcuttur. Bu örgütler meslek örgütleri olduklarından ve toplum içinde saygın bir konuma sahip olmalarından kaynaklı öğrencilerin ilgisini çekmektedir. Birkaç sene sonra başlayacakları mesleklerini ve meslektaşlarını yakından tanımak, iş olanakları bulmak, mesleki hak gasplarına karşı çıkmak, akademik sorun ve ihtiyaçları dillendirmek, benzeri ilgi alanlarına sahip kesimlerle bir araya gelmek vb çok sayıda faktör öğrencilerin bu örgütlere sempati ile bakmasına neden olmaktadır.
Genç-Sen de son süreçte kurulma aşamasında olan bir örgütlenmedir. Genellikle devrimci demokratik örgütlerden gençlerin bir araya geldiği sendikada dar grupsal çıkarlardan dolayı ciddi sıkıntılar yaşansa ve geniş öğrenci kesimlerini tartışmalara katamasa da DİSK’in de etkisiyle geniş bir kesimin ilgisini çeken bir konum elde etmiştir. Kitle hareketlenmesinin gelişmesine paralel bu sorunların aşılması potansiyeli göz ardı edilmemelidir. Genç-Sen’i kitle örgütleri içindeki çalışmamızda esasa almak veya kesinlikle reddetmek için hiçbir gerekçe yoktur. Diğer örgütlerde olduğu gibi Genç Sen de planlarımızda hesaba katmamız gereken bir örgütlenmedir.
Bununla birlikte birçok üniversitede kulüplerin de geçmiş senelere nazaran daha etkin olduklarını gözlemlemekteyiz. Bunun nedenleri arasında yeni açılan özel üniversitelerin öğrenci çekme amacıyla sosyal faaliyetleri öne çıkarmasının etkisiyle özellikle büyük şehirlerdeki üniversitelerin de kulüp çalışmalarına daha fazla önem verdiği görülmektedir. Yine AB’ye uyum süreci ve Bologna Projesi adı altında kulüpler maddi desteklerden daha fazla yararlanmaktadır ancak bunlar genellikle “kişisel gelişim”, “iş kaynakları” gibi şirketlerin çıkarlarına uygun faaliyetler yürütmektedir. Belirli koşullarda bu kulüpler içinde çalışmayı da tercih edebiliriz ama kulüpler üzerine artan ilgiyi dikkate alarak bağımsız ve sosyal-kültürel içerikli kulüpleri güçlendirmeyi gündemimize alabiliriz.
Yine, öğrencilerin okul dışında bir araya geldiği, faaliyetlerine dahil olduğu çeşitli kitle örgütleri de mevcuttur. Hemşeri, çevre, kültür, kadın vb alanlarda faaliyet yürüten DKÖ’leri unutmamalıyız. Özellikle taşra kentlerde kent genelinde faaliyet yürüten bunun gibi örgütler hem öğrencilerin ilgisini çekebilmekte hem de kentin en ileri kesimlerine ulaşmamıza yardımcı olmaktadır. Bu kitle örgütlerinin çalışmalarını üniversitelere ve liselere taşımak sosyal imkanların az, baskının fazla olduğu alanlar açısından bize avantaj sağlayabilir.

Kitle örgütlerine emek verelim
Alanımızda mevcut kitle örgütlerini tespit ettikten sonra doğal olarak bu örgütleri tanıma yönlü bir çaba içine girmemiz doğaldır. DKÖ’lerin faaliyetleri, yönetimlerinin niteliği, kitleyle bağları, tabanın ilgisi vb birçok faktör hangi DKÖ’ye öncelik vereceğimizi bizlere gösterecektir. Geçtiğimiz dönem bazı alanlarımızda bu yönlü etüt çalışmaları yapan yoldaşlarımızın ilgi gösterdikleri DKÖ’ler hakkında ayrıntılı bilgiler edindiğini ve bunun sayesinde önümüzdeki dönem için daha somut ve özel planlar çıkarabildiklerini biliyoruz.
Üyesi olduğumuz DKÖ’lerde dikkat etmemiz gereken en önemli husus söz konusu kitle örgütünün amaç, talep ve çalışmalarını sahiplenmek ve özveriyle çalışmaktır. Kitle örgütüne boş zamanlarında giden, ihtiyaç olduğunda yok olan, sürekli eleştirip gevezelik yapan, derneğin çalışmalarına ilgi göstermediği halde yalnızca yeni insanlarla tanışıp dergi satmak için DKÖ’yü kullanan tavır ve davranışlardan kesinlikle kaçınmalıyız.
DKÖ’ler kitlelerin ihtiyaçları doğrultusunda kurulduysa ve biz de kitlelerin bir parçasıysak aynı sorunları bizler de yaşamaktayız. Mühendislik öğrencisi yoldaşlarımızın da TMMOB’a, eğitim fakültesinde okuyan yoldaşların Eğitim-Sen’e ihtiyacı vardır. Kadın yoldaşların kadın örgütüne, liseli yoldaşların LÖB’e ihtiyacı vardır. Çevremiz kirleniyorsa veya kültürel sanatsal üretimin önüne engeller çıkarılıyorsa bunlardan bizler de etkilendiğimiz için bu örgütler aynı zamanda bizim içindir de. Dolayısıyla bizler bu örgütlere “önderlik” etmek için “atanmıyoruz”. Veya bu örgütlere gitmemizin tek kastı YDG’ye yeni birkaç yoldaş daha kazanmakla sınırlı değildir. Kitlelerin sorunlarını paylaşmak, kitlelerden öğrenmek, kitlelerle birlikte hareket etmek için kitlelerin bir parçası olarak bu örgütlere gideriz.
Bizim devrimci bilincimiz ve örgütlü duruşumuz kitle örgütlerinin aldığı kararlardaki etkimizle, pratikteki tutarlılığımızla, dürüstlüğümüzle ve çalışkanlığımızla ve kritik anlarda ve devlet baskısı karşısında yönlendiriciliğimizle yani pratik içinde kendisini gösterecektir ve ancak bu şekilde kitlelerin sevgisini ve güvenini kazanmamız mümkün olacaktır. Dolayısıyla söz konusu kitle örgütünün hedef ve talepleriyle ilgilenmeyen yoldaşları zorla oraya göndermemeliyiz. Zaten göndersek de işe yaramayacağını kısa sürede göreceğiz.
“Bilinçsiz insanları” örgütlemek için veya “kitleler bizden korkar” diyerek daha “basit”, “sıradan” görünümlü olduğunu düşündüğümüz örgütlerin kuruluşuna katılmamalı veya bu şekilde düşündüğümüz örgütlerde çalışmamalıyız. Bu, kitlelere yukarıdan bakan, ukala bir anlayışın ürünüdür ve bu anlayış sahiplerinin devrimci mücadeledeki ömürleri de azdır. Bizler anti-emperyalist olduğumuz, devrimci olduğumuz için YDG’li; liseli olduğumuz için, lisedeki muameleden rahatsız olduğumuz için LÖB’lü; gerçek kurtuluşun sosyalizmde olduğunu bildiğimiz için genç komünistizdir.
Bu nedenle eğer bir kitle örgütünde çalışma yürütmeyi kararlaştırdıysak, o örgüte gerçekten emek vermeliyiz. Görev üstlenmeli, aldığımız görevi zamanında yerine getirmeli, hesap vermekten kaçınmamalıyız. Tabii bu, her şeyin önüne kitle örgütünü koyacağımız anlamına gelmemektedir. Ancak YDG’nin genel perspektifi, faaliyetleri göz önüne alınarak kitle örgütlerinde görevler üstlenmeli ama anlayışta ve uygulamada kitle örgütünü sahiplenmeli, kitle örgütlerine yeni üyeler kazandırmalı, kitle örgütünün gelişip güçlenmesini dert edinmeli, faaliyetlerinde yer almalıyız.

Kitle örgütlerini demokratik forumlara dönüştürelim
Kitle örgütleri ancak kitlelerin aktif katılımı ile gerçek işlevine kavuşabilir. İçinde faaliyet yürüttüğümüz kitle örgütlerinde de başta üyeleri olmak üzere kitle örgütünün seslendiği en geniş kesimin bir araya gelmesi için çaba gösterirsek DKÖ’nün daha etkin ve işlevli olmasını sağlarız.
Bunun için önerilerde bulunmalı, plan ve politikalar sunmalı ve çaba harcamalıyız. Bunun için özellikle kitle örgütünün üyeleriyle diyalog kurmamız, eleştiri ve önerilerini almamız gereklidir.
Şayet kitleleri bir araya getirir ve herkesin kendisini ifade edebilmesini sağlayabilirsek kitle örgütü demokratik bir forum işlevine kavuşacak ve demokratik bilincin gelişmesine yardımcı olacaktır. Bu kitlelerden öğrenmemizi ve acil sorun ve talepleri anlamamızı da sağlayacaktır. Aynı zamanda politikalarımızı sunmamız ve gericilerle reformistleri teşhir etmemiz de mümkün olacaktır. Düzenli kitle toplantıları, tartışma günleri-forumları, etkinlikler bunun araçları arasındadır.
Aynı zamanda örgüt tabanının kitle örgütüyle ilişkilerini geliştirmek için çeşitli sosyal olanakların oluşturulmasına yardımcı olabiliriz. Ders kitaplarının temini için önerilerde bulunabilir, öğrencilerin barınma ve burs sorunlarının çözümü için çaba harcayabilir, önemli ve zor dersler için kursların örgütlenmesini önerebiliriz. Bu sorunları yaşayanlar, dertlerinin kitle örgütünde ciddiye alınıp çözümü için çaba harcanacağını bildiklerinden güvenleri de pekişecektir. Kütüphane oluşturmak, okuma grupları kurmak, kültürel etkinlikler düzenlemek de kitleleri DKÖ’ye çekecektir. Bunların hepsinin amacı kitlelerin kendi içinde (doğallığında bizim de kitlelerle) diyalog kurması, sosyalleşmesi ve dayanışmasını sağlamaktır.

Politik çalışmayı arka plana atmayalım
Kitle örgütleri belirli bir amaç doğrultusunda konuyla ilgili kitleleri bir araya getiriyor veya bu kitlelere sesleniyorsa DKÖ’lerin kitlelerin politik eğitiminde önemli bir işleve sahip olduğu da anlaşılacaktır. Kitle örgütleri kitlelerin politikleşmesinde, siyasi bilinçlerini geliştirmede önemli araçlardır. Bizler kitle örgütlerinde bu amaç için de yer alırız.
Gerek kitle örgütünün misyonunu yerine getirmesi için gerekse de gündelik yaşamda ortaya çıkan sorunların nedenleri, temelleri ve çözüm yolları için çaba harcayan, bu doğrultuda sistemle karşı karşıya kalan kitlelerde doğru bir politik rehberliğin sağlanması ve kitlelerin devrimci fikirlerle tanışması için kitle örgütlerindeki çalışmalarımıza önemli görevler düşmektedir.
Bunun için bu kitle örgütlerinde faaliyet yürüten yoldaşlarımızın düzenli, istikrarlı ve planlı şekilde ajitasyon-propaganda yapması gereklidir. Siyasal çalışma kesinlikle reddedilmemelidir. Şehirlerde uzun süreli ve savunma ağırlıklı bir mücadeleyi tercih etmemiz siyasal düşüncelerimizi saklayacağımız veya devrimci politikalardan bahsetmeyeceğimiz anlamına kesinlikle gelmemektedir. Kitle örgütlerinde siyasi çalışma yapmaktan kaçınan yoldaşların gericilerle reformistlerin bataklığına batmaması mümkün değildir.
Kitle örgütleri kitlelerle bağ kurmada, kitleleri devrim için seferber etmede, bilinçlendirmede ve örgütlemede önemli misyonlara sahipse bu misyonun hayat bulması için kitle örgütlerindeki devrimcilerin aktif şekilde siyasi çalışma yapması gerekmektedir. Aksi takdirde kitlelerle bağ kurmanın anlamı kalmayacak, kitleleri harekete geçirmek de zaten söz konusu dahi olmayacaktır.
Kitle örgütlerinde siyasi çalışma düzenli, istikrarlı ve planlı olmalıdır. Ancak bunun yol ve yöntemleri her alanda farklılık gösterecektir. Alandaki kitlelerin politik düzeyi, örgüt yönetiminin yaklaşımı, tabanın ilgisi, düşmanın yoğunluğu vb faktörler göz önüne alınarak yeri geldiğinde açıktan, yeri geldiğinde ise daha gizli veya dolaylı yöntemlerle devrimin propagandası yapılmalıdır. Bunda alandaki sınıf mücadelesinin düzeyi, düşmanın gücü, ileri kitlelerin yoğunluğu vb etkenler hesaba katılmalıdır. Bir alanda kitlelerin katıldığı ve alışkın olduğu eylemler farklı bir alanda radikal veya “uç” bulunabilir. Böylesi hatalı gözlemler ve öneriler sonucu şüphe çekmemiz ve tecrit olmamız kaçınılmaz olacaktır.

Gericileri ve reformistleri teşhir edelim
Kitle örgütlerinin hedeflerine uygun bir çalışma tarzı tutturabilmesi ve kitleler için demokratik bir forum haline gelebilmesi açısından devrimcilerin rehberliği ve önderliği önemli bir şarttır. Yalnızca devrimci bir bakış açısıyla sistemin saldırılarına karşı halkın birliğini sağlayabilir, halk içinde yaratılmaya çalışılan suni ayrışmalara mani olabiliriz. Ancak gerek devrimcilerin yetmezlikleri ve hatalı politikaları gerekse de düşmanın kitle örgütlerinin potansiyelini bildiği için bu örgütlerin denetimine özel önem vermesi nedeniyle mevcut kitle örgütlerinin büyük kısmı gericilerin (herhangi bir gerici-faşist partinin destekçilerinin) veya reformistlerin denetimi altındadır. Bunun doğal bir sonuç olduğunu anlamalıyız. Devrimcilerin doğru politikalarla, istikrarlı ve düzenli çalışma yürütmediği kitle örgütlerinin gericilerin veya reformistlerin denetimi altına girmemesini beklemek gerçekçi olmayacaktır.
Dolayısıyla kitle örgütlerinde çalışmaya yeni başlayan yoldaşlarımızın bu gerçekliği göz önüne alması gerekmektedir. Yukarıda bahsini ettiğimiz siyasi çalışmanın önemli bir bileşeni olan gericilerin ve reformistlerin teşhiri kitlelerin kendi güçlerinin farkına varması ve sistemin gerçekliğini anlaması açısından oldukça önemli bir yerde durmaktadır.
Ancak bu teşhir çalışmasını dikkatli ve planlı şekilde yerine getirmeliyiz. Gericileri veya reformistleri teşhir ederken örgüt tabanından veya örgütün seslendiği kitleden kopuk şekilde hareket edersek tecrit olmamız, DKÖ’den uzaklaştırılmamız ve bizim teşhir edilmemiz kaçınılmaz olacaktır.
Genel toplantı ve diğer etkinliklerde üslubumuza önem vererek, alternatif politikalar ve öneriler getirerek, gericilerin ve reformistlerin gerçek niyetlerini deşifre ederek bu teşhir çalışmasını yerine getirmeliyiz. Kitlelerle bağ kurabildiğimiz, ortaklaşabildiğimiz, destek alabildiğimiz durumlarda teşhir faaliyetini açıktan yerine getirmek mümkün olabilirken içine yeni girdiğimiz, desteğimizin zayıf olduğu alanlarda daha gizli ve dikkatli hareket etmeliyiz. Tüm çalışmalarımızda başarılı olmamızın yegane koşulu örgütün tabanının ve seslendiği kitlenin desteğini alabilmekten geçmektedir.
Gericilerin veya reformistlerin önderliğindeki kitle örgütlerinde yerleşmiş bulunan kitlelerden kopuk çalışma tarzına, kulisçiliğe, pazarlıklara, bürokratik yapıya dikkat etmeli, bu gerici ağ karşısında kendi bağımsızlığımızı korumaya ve kitlelerden kopmamaya özen göstermeliyiz.

Kitle örgütlerinin yönetimlerinde yer alalım
Bizler kitle örgütleri içindeki faaliyetlerimizde halkın içinde devrimci fikirleri yaymayı, siyasi eğitimi geliştirmeyi, demokratik bir alan yaratmayı ve sistemi ve sistemin unsurlarını tecrit etmeyi hedefleriz. Bizim hedefimiz asla ve asla kitle örgütlerinde koltuk peşinde koşup, koltuğu ele geçirdiğimizde de sistemin temsilciliğini yapmak, ün-şan ve rant peşinde koşmak olamaz. Dolayısıyla kitle örgütleri içindeki çalışmalarımızda kulislere, kitlelerden kopuk tartışmalara ve pazarlıklara kesinlikle prim vermeyiz. Bizim esasımız kitle örgütünün üyeleriyle bağ kurmak, iyi ilişkiler geliştirmek, kitle örgütüne doğru politikalar ve öneriler sunarak kitle örgütünün güçlenmesini ve daha geniş bir kitleye seslenmesini sağlamaktır.
Bu doğrultuda attığımız her adım doğal olarak kitlelerin desteğini almamızı sağlayacaktır. Kitlelerden aldığımız destek ise kitle örgütündeki gericilerin, reformistlerin ve devletin bizi hedef almasına, çalışmalarımızı sabote etmesine ve bizi teşhir etmesine neden olacaktır. Bunların bertaraf edilmesi, kitlelerle daha etkili bağlar kurulması, politikalarımızın daha hızlı ve etkili şekilde hayat bulması ve örgüt tabanının kitle örgütünün çalışmalarına daha etkin ve istekli şekilde katılabilmesi için kitle örgütlerinin yönetiminde yer almamız önemli avantajlar sunacaktır. Bu nedenle plan ve hedefleri belirlerken yönetim içinde bizim kitlelerle en rahat iletişim kurmamıza yardımcı olacak konumlara ulaşma yollarını da düşünmeliyiz.

Farklı kitle örgütlerinde faaliyet yürütelim
Sorumlu olduğumuz alan genelindeki çalışmalarımızda tüm gücümüzü belirli bir kitle örgütüne akıtmayalım. Gerçekliğimize uygun olarak mümkün olan en çeşitli kitle örgütünde aktif şekilde yer almaya özen gösterelim. Elbette ki kitle örgütü çalışmalarında da esas-tali ayrımı yapmamız ve ona göre yoğunlaşmamız doğaldır ancak kitlelerle bağ kurma meselesini sadece bir kitle örgütüne bağlama hatasına da düşmemeliyiz.
Çeşitli kitle örgütleri içinde yer almamız öncelikli olarak farklı kaygı, talep ve sorunları olan geniş kitlelerle bağ kurmamıza yardımcı olacaktır. İkinci olarak, aynı alanda faaliyet yürüten farklı kitle örgütlerinin birliği, ortak hareket etmesi bu şekilde daha fazla mümkün olacaktır ve bu da alandaki demokrat kesimlerin bir araya gelmesi açısından oldukça önemlidir. Üçüncüsü, alan genelindeki politikalarımızın her bir kitle örgütü nezdinde uyarlanması ve kitle örgütlerinin hareketlendirilmesi halinde belirlediğimiz politikaların etki gücü ve kitleler tarafından sahiplenilmesi daha da artacaktır. Dördüncüsü, düşmanın yoğunlaşması ve engelleme çabaları karşısında kendimizi savunmamızın ve kitleleri seferber etmemizin koşulları daha fazla olacaktır.

En geniş demokratik kesimin birliği için çaba gösterelim
Kitle örgütleri içinde çalışmamızın bir diğer amacı da alanımızdaki en geniş demokratik, ilerici kesimin birliğini sağlamaya hizmet etmektir. Faşizmin saldırıları karşısında en geniş kesimin birliğinin vazgeçilmez derecede önemi bulunmaktadır. Devrim ve demokrasi mücadelesini yükseltmemiz, faşizmi teşhir etmemiz ve geriletmemiz açısından halk kesimlerinin birliği oldukça değerlidir.
Bu yönlü adımlar atarken kendimizi yalnızca devrimci örgütlerle sınırlandırmamalıyız. Elbette ki diğer devrimci güçlerle ortak hareket etmek oldukça önemlidir, devrimci güçler en fazla güvendiğimiz dostlarımızdır ve sürece göre daha özel ve dar kapsamlı çalışmalara imza atabiliriz. Ancak geniş kitleleri ilgilendiren konularda alanımızda mümkün olan en geniş kesimle ortaklaşmanın yollarını ısrarla ve sabırla aramalıyız. Devrimci güçlerden daha ilerisine bakabilmeliyiz.
Bunun için politikalarımızı ve hedeflerimizi belirlerken en geniş kesimi bir araya getirebilecek, mevcut gündemle ilişkili olan herkesin kabul edeceği bir düzey tutturabilmeliyiz. Öneri, hedef ve programımız en geniş kesimi bir arada tutmaya özen göstermelidir ve belirli bir ortaklık yakalanmasının ardından kesinlikle bizi bir araya getiren program ve amaca uygun hareket etmeli, birliği bozacak fırsatçı yaklaşımlara prim vermemeliyiz.

Yeni örgütlerin kurulmasına katkı sunalım
Bulunduğumuz alanlarda mevcut örgütler içinde çalışmayı ihmal etmemeliyiz. Ancak alanımızda böylesi bir örgütlenme yoksa, var olanlar düşmanın baskıları karşısında gücünü kaybetmişse veya hareketsizleşmişse, mevcut kitle örgütü tüm kitleyi kapsamıyorsa ya da örgütlenme talebinde bulunan örgütsüz bir kitle ile bağ kurmuşsak doğal olarak yeni bir kitle örgütlenmesinin temeline harç atmaktan kaçınmayacağız, bu örgütlerin kurulması için emek vereceğiz.
Birçok alanımızda kulüp, sendika ve meslek örgütlerinin öğrenci birimleri yeni yeni kurulmaktadır. Örgütsel inşası tamamlanmamış, işleyişi henüz oturmamıştır ancak çalışmaları geniş bir kitlenin ilgisini çekmekte, geniş bir kitleye seslenmektedir. Bu durumda tereddütsüz şekilde bu örgütlerin sağlamlaşması için çaba harcamalıyız.
Yine sanatsal-kültürel aktivitelerle uğraştığı halde örgütsüzlükten kaynaklı sıkıntılar çeken öğrencilerle veya belirli hak gaspı karşısında sorun yaşayan ve muhatap arayan öğrenci gruplarıyla karşılaştığımızda da alana ve kitleye en uygun örgütsel yapılanmaya gitmekten kaçınmamalı, örgütlenme talebinde bulunanların örgütsüz kalmasına müsaade etmemeliyiz.
Bazı alanlarımızda ise gerek mesleki örgütlenmelerin dışardan talepleri gerekse de öğrencilerin ilgisi nedeniyle yoldaşlarımızdan destek talep edilmektedir. Bu talepler ciddiyetle ele alınmalı ve kitle örgütüne uygun bir hat izlenmelidir.
Bu emeklerimizin karşılığını alabilmesi ve daha başında düşman saldırısıyla dağılmaması için dikkatli ve planlı hareket etmeli ve her aşamada mümkün olan en geniş kesimle ilişkide olmalı, ortak hareket edilmeli, dayatmalardan kaçınılmalıdır.

Öğrenci derneği perspektifimiz geçerlidir
Yukarıda daha çok mevcut örgütlerde çalışmaya önem vermemiz gerektiğine ve genel olarak kitle örgütlerinde dikkat ettiğimiz bazı konulara değindik. Ancak bu belirlemelerimiz her alanda öğrenci derneği kurma perspektifimizi reddetmediği gibi öğrenci dernekleri için de geçerlidir.
Bizler sınıfsal örgütlenmeler kurmayı esasımıza alırız. Öğrenciler açısından da öğrencilerin ekonomik-akademik sorun ve taleplerini ele alan, bağımsız, tüm öğrencileri kapsayan öğrenci özörgütlülüklerinin kurulmasını temel gündemlerimiz arasında sayarız. Açıktır ki mesleki örgütlerin gençlik birimleri, kulüpler veya farklı siyasal güçlerin ittifak halinde kurduğu örgütler vb tüm öğrencileri değil öğrenciler içinde belirli bir kesimi kapsamaktadır. Ve yalnızca bu tarz örgütler içinde çalışmayla kendimizi sınırlarsak veya bu yönlü propagandalara karşı çıkmazsak devrim için vazgeçilmez bir önemi olan kitlelerin birliği için emek verme görevimizi yerine getiremez ve düzenin işine gelen parçalı, birbirinden habersiz ve birbirine ilgisiz örgütlenmelerin yarattığı bölünmüş bir kitle gerçekliğini kabul etmiş oluruz. Bu elbette ki uzlaşabileceğimiz bir anlayış değildir.
Zaten yukarıda da vurguladığımız gibi aynı alandaki mevcut kitle örgütlerinin birliği için de çaba harcamalıyız ki yalnızca kendi sorunuyla meşgul değil aynı zamanda toplumsal sorunlara da duyarlı ve ortak hareket eden demokratik bir ağ yaratabilelim.
Üniversite ve liselerde mevcut kitle örgütleri içinde çalışmamızda önemli gündem ve hedeflerimizden biri de bu çalışmalar üzerinden tüm öğrencileri kapsayan öğrenci özörgütlüklerini oluşturmayı hızlandırmak, öğrenci derneklerini ve Liseli Öğrenci Birliklerini gündemleştirmek ve mevcut örgütlerin de katkı sunmasını sağlamaktır.
Bugüne kadar öğrenci derneklerinde önemli deneyimler ve kısmi başarılar elde etsek de genel anlamıyla uzun dönemli, kalıcı ve kitlesel öğrenci dernekleri kuramadığımız açık bir gerçektir. Bunda bizim yetersizliklerimiz olduğu kadar YDG’nin salt kendi gücüne dayanarak veya bazı dost güçlerle ortaklaşa yaptığı çalışmaların kısa sürede düşmanın dikkatini çekmesinin, polis, sivil faşist ve rektörlük tarafından saldırıya uğramasının, derneğe ilgi gösteren kitlenin sindirilmesinin veya dernek faaliyetçilerin uzaklaştırma cezası almasının etkisi yadsınmamalıdır.
Dolayısıyla kitle örgütü çalışmalarımızda gerçek niteliklere sahip öğrenci özörgütlülükleri oluşturmak gündemine önem vermeliyiz. Bu örgütlerin kurulmasının en etkili yöntemlerini bulmalıyız. Diğer kitle örgütlerindeki çalışmalarımızın etkisiyle geniş bir kitlenin bu ihtiyacın farkına varması ve ortaklaşması kitlesel öğrenci derneklerinin oluşmasına katkı sunacaktır.

Sonuç olarak
Kitle örgütlerinin devrimci çalışmamızdaki önemine belirli boyutlarıyla yer vermeye çalıştık. Başta da vurguladığımız gibi önümüzdeki dönemde çok çeşitli kitle örgütlerinde kalıcı ve istikrarlı çalışmalar örgütleme ve geniş kitlelere politikalarımızı ulaştırma konusunda ciddi bir ilerleme sağlayabilmeliyiz.
Kitle örgütleri çalışmasında uzun dönemli bir perspektife sahip olmalı, sabırlı bir çalışma yürütmeliyiz. Kısa dönemli çıkarlar vb uğruna ilkelerimizi arka plana atmamalıyız. Bunun uzun dönemli etkisi daha olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Kitle örgütlerinin geneli gericilerin ve reformistlerin denetiminde olabilir, düşman denetimi yoğun olabilir ancak en güvenli olduğumuz yerler kitlelerin içinde olduğumuz, kitlelerin sevgi ve güvenini kazandığımız yerlerdir. Bu nedenle kitle örgütlerinde çalışkan olmalı, emek vermeliyiz. Gereksiz ve alan gerçekliğine uygun olmayan söylemlerle, önerilerle teşhir olmamalı, şüphe çekmemeliyiz. Birçok alanda yeterince kızıl söylemlerde bulunamayabiliriz. Devrimci üsluba uygun sözcükleri istediğimiz gibi kullanamayabiliriz. Devrimci türkülerimizi yüksek sesle söyleyemeyebiliriz Ancak eğer kitle örgütünün tabanı ve seslendiği kitleyle sıkı bağlar kurabilirsek, kitle örgütüne öneri ve politikalarımızla rehberlik edersek kitlelerin politik bilinç seviyesinin yükselmesine yardımcı olabiliriz. Devrim uzun dönemli, sabırlı bir iştir. Attığımız her adımın devrim doğrultusunda atılmış bir adım olması bizim için kıstastır.
Kitle örgütlerindeki çalışmalarımızda siyasal çalışmanın kesinlikle arka planda kalmamasını vurguladık. Siyasal çalışmamız sonucunda bize yaklaşan, olumlu cevaplar veren gençlerin YDG saflarında örgütlenmesi, farklı kitle örgütlerinde YDG’yi takip eden, YDG’nin çağrılarına cevap veren ve YDG’nin kendi bağımsız çalışmalarına katılan gençlerin sayısının artması hem kitle örgütlerindeki çalışmamızın sağlamlaşmasına hem de devrimci gençlik hareketinin yükselmesine hizmet edecektir.