9 Kasım 2008 Pazar

Eğitimin Amerikanlaşmasına hayır!

Eğitimin Amerikanlaşmasına hayır!
Üniversitede her şey satılık mıdır?


“Ciddi bir kaygım vardı. 1980’ler boyunca dekanlar ve profesörler, Harvard’ın bir dilimini ya da bir ürününü para karşılığı –genelde epey büyük meblağlar karşılığı- sunmak yönünde sayısız teklifle bana gelmişti. Bu fırsatların aklımı çeldiğini inkar etmiyorum, çünkü yaygın kanının aksine Harvard her zaman kaynak yetersizliği içindeydi. Ancak zihnimi kurcalayan sorular takıldı aklıma hep. Üniversitedeki her şey, yeterince yüksek bir fiyat verildiğinde satılık mıydı?” (Önsöz)
Yukarıdaki sözler Harvard Üniversitesi rektörü Derek Bok’a ait. Bir akademisyen ve dünyanın en köklü üniversitelerinden birinin rektörü olarak eğitimin ticarileştirilmesinde birebir gözlemleri olan oldukça deneyimli biri. Aynı zamanda eğitimin ticarileştirilmesinin çeşitli sonuçlarından da kaygı duyan bir akademisyen. Kaygılarını da 2003 yılında hazırladığı ve Türkçesi 2007 Şubat’ında İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayınlanan “Piyasa ortamında üniversiteler –yüksek öğretimin ticarileştirilmesi” adlı kitabında aktarıyor. Her ne kadar liberal bir akademisyen olsa da ve kurulu sistemi savunsa da taşıdığı akademik kaygılar ve ilkeler nedeniyle sistemin zaaflı yanlarını gösteren somut örneklere yer vererek bizlere önemli veriler sunuyor.
Bu kitap aynı zamanda uzun süredir YDG’nin gündeme taşıdığı ve araştırdığı Avrupa Birliği’nin Bologna Süreci başlığıyla sürdürdüğü eğitimdeki neo-liberal dönüşümleri ve benimsetilmeye çalışılan Anglosakson eğitim modelini daha iyi anlamamıza da yardımcı oluyor. Avrupa genelindeki eğitim için yeni olan birçok unsurun Amerikan eğitim sisteminde 20. yüzyılın başından bu yana geçerli olduğunu anlıyoruz. Üniversite yönetimlerinin “mütevelli heyetlerinin” elinde olması, (bugün ülkemizde tüm özel üniversitelerde olduğu gibi) bu heyetlerde büyük şirket temsilcilerinin yer alması, müfredatın ve ders programlarının sermaye devlerinin çıkar ve talepleri doğrultusunda belirlenmesi, yaşam boyu öğrenim ve sürekli eğitim merkezleri gibi.
Eğitimin ticarileşmesi konusu öğrenci hareketinin baş gündemleri arasındadır. Bu yalnızca yoksul öğrencilerin üniversitede okuma hakkının savunulmasını içermemektedir, bununla birlikte bilimsel ve demokratik eğitim ve akademik özgürlük için mücadele etmek anlamına da gelmektedir. Çünkü akademik araştırmaların belirlenip kaynak sağlanmasına, araştırmaların özgür bir ortamda gerçekleştirilip kamuoyuna duyurulmasına ve müfredatın belirlenmesine kadar bir dizi konuda amacı yalnızca kâr olan büyük şirketlerin müdahalelerine karşı direnç oluşturmak oldukça önemlidir.
Dergimizde sıkça vurguladığımız konu üniversiteye girişte, bölümlerin seçiminde çeşitli kıstaslara başvurulabileceği, başvurulması gerektiğidir ancak bu kıstaslar arasında kesinlikle öğrencinin ailesinin ekonomik durumunun olmaması gerektiğidir. Üniversite olanaklarının kısıtlı olduğu iddiasıyla hayata geçirilen Öğrenci Seçme Sınavından zengin aile çocuklarının muaf olması, onlar için yalnızca asgari puanı geçmenin yeterli olması ancak yoksul ve orta gelirli ailelerin çocuklarının bir bölüme kaydolabilmek için en az 100 puan daha fazla almak zorunda kalması hem bu sınav için öne sürülen iddianın temelsizliğini hem de sistemin adaletsizliğini kanıtlamaktadır. Tabii adaletsizlik bununla da sınırlı kalmamaktadır. Dershane olanakları daha fazla olan orta gelirli ailelerin çocuklarının yoksul ailelerin çocuklarından daha “şanslı” olması veya ülkenin batısında yaşayanların doğusunda yaşayan Kürt gençlerinden daha “şanslı” olması gibi gerçekler de bu yarışın iler tutar bir yanı olmadığını bizlere göstermektedir.

Bilgisayar Bilimleri Yahoo Profesörü!
“1918’de Amerikalı düşünür Thorsteir Veblen şöyle diyor: ‘modern akademik politikanın temelinde bulunan, yazılmamış ve pek dile getirilmemiş kural icabı, farklı üniversiteler, aynen perakendecilikte rakip kuruluşların sipariş kapmak için mücadele etmeleri gibi pazarlanabilir eğitim hizmetlerini satmak için rekabet eder.’ Üniversiteler, bilimsel keşiflerini kullanma hakkını sanayi kuruluşlarına satabileceklerini ve şirketlere internet ya da kablolu televizyondan yüksek ücretlere ders verebileceklerini gördüler. Giyim firmaları spor formalarına logolarını koymak karşılığında üniversitelere para teklif etti. Öğretim görevlileri ‘Bilgisayar Bilimleri Yahoo Profesörü’ ya da ‘K-Mart Pazarlama Profesörü’ gibi unvanlar kuşandı. Girişimci bir üniversiteyse erkek tuvaletlerindeki pisuvarların karşısındaki alanı hevesli reklamcılara kiralamayı becerdi.” (s 4)
Ülkemizde de son dönemde modalaşan “Girişimci Üniversite” kavramının kitap boyunca sıkça ve doğal bir olgu olarak ifade edilmesi dikkat çekicidir. Bununla beraber özel şirketlerin yalnızca hayır için milyonlarca doları üniversitelere aktarmayacağı da açık bir gerçektir. Serbest piyasanın vahşi ortamında hayatta kalmayı başaran büyük şirketlerin bu yüklü “hayırlarının” karşılığını katlarıyla geri almayı planladığını öngörmek için müneccim olmaya gerek yoktur.
“Özel sektörün üniversite üzerindeki tesiri inkar edilemez. Yüklü bağışlar veren zenginlerin bu ihsan karşılığında okulun yapısını ciddi şekilde değiştirdiği su götürmez. Bu konuda şüphesi olan varsa işletme okullarının zenginliğiyle eğitim ve sosyal hizmetler fakültelerinin pejmürdeliğini karşılaştırmaları yeterli olur. Ticari ve sanayi dünyası sağladığı iş imkanları ve sunduğu ücretlerle müfredatı derinden etkiliyor, işletme lisans programlarının artışını, bilgisayar bilimi bölümlerinin yükselişini ve edebiyat ve felsefedeki meslektaşlarına kıyasla işletme ve ekonomi profesörlerinin aldığı dolgun ücretleri akla getirelim bir.” (s 8)

Eski Mısır Bilimi mi MBA mi?
“Veblen 1928’de ‘akademik idealler iş dünyasının talepleri karşısında adım adım geriliyor’ diyor. 1909’da Harvard mezunu John Jay Chapman kitabında ‘Bugün Harvard’ı kontrol eden adamlar milyonlarca kişiye eğitim satan bir marketi işleten iş adamlarına benziyor’ diyor. Çoğu eleştiride dile getirildiği gibi tüketici talebinin üretilecek ürünlerin belirlenmesindeki önemi ne olursa olsun bu talep asla doğru bir müfredat hazırlamak ya da uygun bir araştırma programı çizmede güvenilir bir rehber olamaz. Bazı bilimsel problemler, hiçbir ticari değer içermediği halde araştırılmayı hak eder. Eski Mısır bilimi ya da epistemoloji gibi kimi alanlarsa pek az insan tarafından okundukları halde birinci sınıf akademik çabayı şart koşar. Rus edebiyatı ya da ahlak felsefesi gibi konular, pek az lisans öğrencisinin ilgisini çekse de ya da iş bulmada özel bir avantaj sağlamasa da müfredatın değerli bileşenleridir.” (s 31)
Bu konuda Martin Kenney şu vurguyu yapıyor: “Belki de en büyük ironiyi ABD sanayisi yaşayacak. Üniversite parsel parsel pazarlandıkça, temel bilimler büyük zorluk çekecek. Ticarete yönelmemiş araştırmacı profesörler dezavantajlı duruma düşecek, yeni fikirlerin doğum yeri ve vasıflı bir işgücünün eğitim alanı olan ortak entelektüel zeminler aşınıp kirlenecek. O zaman, sanayi zaten kendi kendisini kontrol edemediği ve kamu kesiminin ona getirdiği sınırlamalar da böylece yok olduğu için aslında kendi hayat pınarını kirlettiğini anlayacak.”

Girişimci üniversite=sansürcü sermaye
“Sanayi” gibi “sevimli” bir isim adı altında üniversitelere müdahale eden sermaye gruplarının bu şekilde öğrencilerle daha okul hayatlarında bağ kuracağı, bunun da iş sorununun çözümüne destek sunacağı gibi iddiaları sıkça duymaktayız. Ancak meselenin özünün bu derece masum olmadığı açıktır. Bilimsel araştırmalara yön veren ve kaynak sunan şirketlerin rekabetin esas olduğu piyasa gerçekliği içinde ortaya çıkan ürünü toplum yararına kullanmak bir yana rakip şirketleri alt etmek için gizlemesi, daha fazla kâr elde etmeye yönlendirmesi veya işine gelmeyen sonuçları saklaması gibi uygulamalara başvurması oldukça doğal görülmektedir. Bu da zaten yukarıda bahsini ettiğimiz akademik özgürlük talebimizi ve bilimi devrimci gençlerin neden savunması gerektiğini temellendirmektedir.
Araştırmacı yazar Le Carré “Özellikle Kuzey Amerika’da son derece nitelikli tıbbi araştırmacıların sponsor ilaç firmalarına karşı sesini yükselttiği ve bu yüzden iftiraya ve kovuşturmaya maruz kaldığı pek çok örnek yaşandı” diyor. Yazar ise şöyle devam ediyor:
“Kongre durumdan mutlu olsa da endüstrinin akademik bilime desteğinin artması herkesi memnun etmiyor. Kimilerine göre şirket kaynakları araştırmaları kamusal değil özel hedeflere tabi kılabilir. Eleştirilere göre üniversiteler sponsor şirketleri memnun etmek için araştırma bulgularını sansürleyecek ve gizlilik kurallarına başvuracak, ticari çıkar için lisansüstü öğrencileri sömürecek ve atama ve terfileri yozlaştıracak. Genex şirketinin kurucusu Leslie Glick’in sözleriyle ‘Ticari bakış açısı salt tez konularını ve araştırma önerilerini etkilemekle kalmayacak, profesör istihdamını ve terfilerini de etkileyecek.’ (s 61)
“Şirket desteğinin artışı sorunsuz olmadı. En ciddi meselelerden biri gizlilikteki artış. Araştırma desteği veren firmalar ticari değer taşıyan bulguların rakiplerinin eline geçmesini istemiyor haliyle. Bu nedenle şirket yetkilileri destek verdikleri çalışmalarla ilgili bilgilerin hem araştırma sürerken hem de bittikten sonra bir süre gizli tutulmasında ısrar edip patent başvurusu kararını verebilmek istiyor. Hatta patenti alınamayacak kimi değerli bilgilerin daimi ticari sır olarak görüyor.” (s 66)
“Her beş yaşam bilimi profesöründen neredeyse biri araştırmanın yayınlanmasını ticari nedenlerle altı aydan fazla ertelediğini söylüyor.
Harvard’a bağlı bir hastanede çalışan Scheffer Tseng’in göz kurumasına karşı geliştirdiği ilacın test edildiği klinik bir çalışmadaki olumsuz bulguları olduğundan küçük gösterdiği ortaya çıktı. Ardından Tseng’in ve amirinin ilacı üreten şirkette hissedar olduğu anlaşıldı.” (s 68-69)
“Daha da dehşet verici kimi örneklerde ilaç şirketleri üniversitelerdeki bilim adamlarının ulaştığı olumsuz sonuçları gizlemeye kalkışmıştır. Örneğin San Francisco’daki California Üniversitesi’nden Betty Dong, Synthroid adlı pahalı bir ilacın ucuz jenerik alternatiflere nazaran daha etkili olup olmadığını test etmek için şirketten fon alır.” Ancak araştırma sonucunda ucuz alternatiflerinden farkı olmadığını ortaya çıkar. Dong ise sözleşmesine rağmen akademisyen sorumluluğunun etkisiyle bulgularını kamuoyuyla paylaşır. Bunun üzerine şirket Dong’u etik hatalar yapmakla suçlar ama bunu kanıtlayamaz. Üniversite ise Dong’u sahiplenmez.
Yine başka bir örnekte Toronto Üniversitesi’nden Nancy Olivieri Kanada’nın en büyük ilaç firması Apotex’le bir thalassemia ilacını test etmek için sözleşme imzalar. İlacın düşünüldüğünden az etki yarattığı anlaşılınca sözleşmeye rağmen bulguları yayınlamakta ısrar eden Olivieri dava açmakla tehdit edilir. Medyada aleyhinde asılsız, imzasız yayınlar çıkar. Hastane yönetimi tarafından suçlanır, görevden alınır. Üniversite tarafından sahiplenilmez. Ardından şirketin bir süredir üniversiteye ve hastaneye bağışta bulunduğu ortaya çıkar.
“Bu tür taktikler kamuoyunda kafa karışıklığı yaratıp önemli tartışmaları çarpıtabilir. Örneğin pasif sigara içiciliğinin sağlığa etkilerine dair görüşleri ele alan bir çalışmada, herhangi bir olumsuz etki olmadığını belirten çalışmaların % 74’ünün tütün sanayisiyle bağları olan yazarlarca kaleme alındığı ortaya çıktı. Sanayiyle bağı olan yazarların % 94’ü, bu tür bağlantısı olmayanlarınsa sadece % 13’ü pasif içiciliğin sağlığa zararsız olduğu sonucuna vardı.” (s 76)

Eğitimin yozlaşması
Tabii mesele yalnızca özel şirketlerin üniversiteye “bağışlar” yaparak müdahale etmesiyle sınırlı kalmıyor. Ticarileşme bir olgu olarak eğitim sisteminin damarlarında dolaşmaktadır. Bu nedenle yalnızca “işveren” söz konusu olduğunda değil üniversite yönetimi de bu ticarileştirmenin sonucu olarak piyasada bir aktör olarak boy göstermektedir. Sürekli eğitim kursları, piyasada satışa sunulan eğitim cd’leri vb üniversitelerin doğrudan kâr ve reklam peşinde koşmalarını beraberinde getirmektedir.
“Halka hizmet” veya “kendini geliştirmek”, “hayat boyu öğrenmek” gibi güzel adlarla hazırlanan kursların uzun süre verilmesinin tek ölçütünün kârlılık olduğu saklanmamaktadır. Kursların başarısı öğrencilerin geldiği düzey değil yönetimin elde ettiği kâr oranı ile ölçülmektedir. ABD’de sadece mesleki beceri gelişimine harcanan paranın yılda 40 milyar dolar civarında olduğu düşünülürse bunun nedeni daha iyi anlaşılabilecektir.
“Şirketlerin böylesine yoğun müdahalesinin tüm programı şirket ürünleri için dev bir reklam egzersizine dönüştürüp eğitim sürecini yozlaştırıp yozlaştırmayacağını kendisine sormadan edemiyor insan. Sponsor şirketlerin müdahalesi o kadar yoğun ve sponsorların ticari kaygıları o kadar aşikar ki, geride ciddi şüpheler kalıyor. Bir kere madem şirketler yüklü bir kazanç elde etmeyi ummuyorlar neden doktorların eğitimine yüz milyonlarca dolar harcıyorlar?” (s 87)
“Ticarileşme, akademik camiadaki meslektaşlık ilişkisinin ve güvenin altını oyup önceden mevcut olmayan bölünme ve gerilimler yaratabilir. Geleneksel akademik görevler için büyük çaba sarf eden hocalar yeni bir iş kuran ya da zamanının büyük kısmını danışmanlığa ayıran meslektaşlarına öfke duyacaktır. Beşeri bilimciler kendilerine yeterince değer verilmediğini düşünecektir. Akademik kadroyla idare arasında patent gelirlerinin paylaşımı ya da bir hocanın kurduğu ama kısmen okulun fonladığı bir şirketin idaresi konularında çatışmalar baş gösterecektir. Üstlerini kendi fikirlerini çalıp çıkar uğruna bir şirkete satmakla suçlayan lisansüstü öğrenciler çıkabilir. Bir şirketin sponsor olduğu bölümde gizlilik kuralları dayatan meslektaşlarını suçlayan bilim adamları olabilir.” (s 112)
“Daha da önemlisi ticarileşme süreci, üniversitenin çıkar gütmeyen ve nesnel bir öğretim ve araştırma kurumu olma itibarını zedeleyebilir. Tıp fakülteleri ilaç şirketlerinin klinik testlere müdahale etmesine ses çıkarmadığı, profesörler ilgili şirketlerle aralarındaki bağları açıklamadan kimi tartışmalı konular üzerinde yazı yazdığı, dekanlar öğretim materyallerine reklam koyulmasına razı geldiği sürece kamuoyu, kurumun ve kadrosunun bağımsızlığını ve tarafsızlığını sorgulamaya başlayabilir.” (s 115)

Piyasaya açılma
Eğitimin piyasalaşması süreci doğaldır ki yeni bir olgu veya trend değildir. Sınıfsal olarak meseleye yaklaştığımızda anlaşılmaktadır ki eğitim kurumları bir bütün olarak egemen sınıf(lar)ın hizmetindedir ve kelimenin tam manasıyla bir özerklikten bahsetmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist sistemin hüküm sürdüğü topraklarda kurulu olan üniversitelerin de halktan yana olmasını ve kusursuz bir bilimsel üretim yapmasını beklemek mümkün olamaz.
Ancak sınıf mücadelesi sonucunda halkın talepleri doğrultusunda belirli adımları atmaya egemen sınıf(lar) zorlanabilir. 20. yüzyıl içerisinde sosyalist ülkelerin varlığı, devrimci mücadeleler, halk hareketleri kapitalist ülkelerde burjuvazinin belirli tavizler vererek bir dereceye kadar akademik özerkliğin yerleşmesini sağlamıştır. Bu anlamda bilhassa Avrupa’daki üniversiteler ABD’li üniversitelere nazaran bilimsel ve mali özerklik konularında ve öğrencilerle öğretim üyelerinin örgütlülüğü konusunda daha ileri bir konuma ulaşabilmiştir.
Bugün yaşanan ise dünya çapında derinleşen krize paralel büyük bir pazar olarak büyük sermaye gruplarının iştahını çeken eğitim alanının öne çıkması ve ticarileşmede sınır tanınmaması, elde edilen hakların gasp edilmesidir. Ülkemizde ise zaten akademik anlamda özgürlükten, öğrencilerin söz ve karar hakkından ve bilimsel üretimden söz etmek mümkün olmadığı için söz konusu saldırıların etkisi çok daha boyutlu olmaktadır.
Dolayısıyla üniversitelerin piyasalaşmasının yeni bir durum olduğu, üniversitelerin “bizim” olduğu gibi savlar gerçeği yansıtmamaktadır. Bizim için önemli olan eğitimdeki trendi incelemek, sistemin planlarını öngörmek ve mücadele hattımızı buna uygun şekilde biçimlendirmektir.

Ticarileşmenin kriterleri
Yazar eğitimde ticarileşmeyi bazı yazarların şu kriterler içinde tanımladığını belirtiyor:
1- Ekonomik güçlerin üniversiteler üzerindeki etkisi
2- Şirket kültürünün üniversiteler üzerindeki etkisi (Mesela kampüslerde “CEO”, “net faaliyet kârı” veya “marka” gibi terimlerin daha fazla kullanılması)
3- Öğrencilerin kariyerini ilgilendiren derslerin müfredattaki ağırlığının artması
4- Üniversite harcamalarında tasarrufa gitme (Sözleşmeli öğretmenlerin işe alınması gibi)
5- Sayısallaştırılması gerçek anlamda mümkün olmayan meseleleri sayısallaştırma çabası (Değer mevzusunu nitel değil parasal terimlerle ele alma) (sayfa 5 Dipnot)
“1975’den bu yana üniversiteler araştırma ve eğitim faaliyetlerinden para kazanma konusunda çok daha agresif davranıyor. Birçok üniversite örneğin patent lisansı veren gelişkin programlar, kâr amacı güden internet eğitim hizmetleri ve bir dizi ticari inisiyatifi hayata geçirdi.” (Önsöz)
“1980’de Kongre, üniversitelerin kamusal kaynaklarla yürütülen araştırmalardan elde edilen keşiflere lisans almasını kolaylaştıran Bayh-Dole Yasası’nı kabul etti.” (s 12) Bu yasa “sanayi-üniversite işbirliğini” kolaylaştırdı. 2000 yılında üniversitelerin patent hacmini 10 kat büyüttü ve lisans ücretlerinden yıllık 1 milyar dolar kazanmaya başladı. Akademik araştırmalara şirketlerin desteği 1970’lerde % 2.3 iken 2000’de % 8’e çıktı.
Yazar kitabında ticarileşmenin en yoğun şekilde tıp ve işletme fakültelerinde yaşandığını belirtmektedir. Bu durum ülkemiz için de bariz şekilde görülen gerçeklerdir. Şirketlere ticari danışmanlık ve girişimcilik konularında bu bölümlerin yönetiminin ve akademik kadrosunun oldukça aktif olduğu bilinmektedir.
Ticarileşmenin ilerlemesiyle birlikte büyük paralar kazanan özel okullar en yetkin profesörleri bünyesine katmak, en başarılı öğrencileri çeşitli burs olanaklar ile cezp etmek için büyük bir yarış içine girmektedir. Ülkemizde bir öğrenciden talep edilenin yaklaşık 20 bin lira olduğu ve her bir üniversitede binlerce öğrencinin okuduğu hesap edildiğinde üniversitenin reklamı için birkaç öğrenciye rüşvet vermesi kimseye şaşırtıcı gelmemektedir. Artık eğitimin niteliği, bilimsel üretimin gelişkinliği gibi konular değil mezuniyetin ardından vaat edilen iş olanakları ve burslar ön plana çıkarılmakta, bu gürültü içinde en temel haklarımızın da üzerinden atlanılmaktadır.
Ancak yazarın kitabında öyle örnekler var ki ticarileşmenin zamanla nasıl bir virüs gibi yayıldığını ve öğrencileri de sardığını anlamak mümkün olmaktadır. “Ticarileşme üniversite öğrencilerinin yaşamını başka kaygı verici yollardan da etkiler. 2001 yılında iki birinci sınıf öğrencisi arkadaşlarına bir şirketin tanıtımını yapma karşılığı o şirketin okul masraflarını karşılamaya ikna edince gazetelere çıktılar. Bunu örnek alan başkaları çıkacaktır. Kampüslerde çok sayıda öğrenci sponsor şirketin reklamını yapmaya başlayabilir. Öte yandan kimi öğrenciler ders notlarını özel şirketlere satıyor ve bunlar da başka öğrencilere rehber kitaplar hazırlıyor. Mantıken üniversite yetkililerinin bu tür girişimlere kısıtlama getirmesi gerekir. Ama kurumunu ve eğitim imkanlarını kâr amacıyla şirketlere pazarlayan bir okul bunu yaparsa ikna edici olur mu?” (s 109)

Hiç yorum yok: