9 Kasım 2008 Pazar

Bir Asimilasyon Politikası: Zorunlu Din Dersi

Aleviler, ezen-ezilen çelişkisinde ileri noktalarda durmaktalar. Yüzeysel bakıldığında sadece dini inanış farklılıklarına indirgenmek istense de hâkim sistemin Alevilere yönelik baskıları devlet eliyle örgütlemesi ve kendi çıkarlarına uygun “inanış” biçimlerini desteklemesi, konumuzun salt dinsel-mezhepsel farklılıklarla açıklanabilecek bir konu olmadığını doğrulamaktadır.
Faşist ezberci eğitim yoluyla farklı inançlara mensup kişiler üzerindeki baskı araçlarını incelediğimizde zorunlu din dersi eğitimi başlıcalar arasında gelmektedir.
Aleviliğin kendini bulduğu başkaldırı ve siyasi hareketlenmeler ve bunların birikimiyle oluşan kültürünü resmi İslami inanç sistemine eklemlendirmek için ellerinden geleni yapan egemenlerin bir politikası olarak zorunlu din dersi eğitimi, söylenilenin aksine hiçbir inancın ya da kültürün özgürlüğünü gözetmeyen bir tarzda kendini dayatmaktadır. Resmi inanç sistemi, bu yolla bireylere kendini ezberletmekte, dayatmaktadır.
Zorunlu din derslerinde, Alevi çocuklarına ve gençlerine kendi inanışları ve kültürü yabancı olarak gösterilmekte ve ona tamamen yabancı olan bir anlayış zorla dayatılmaktadır. Öyle ki birçok okulda din derslerinde, Aleviler hakkında hakarete varan ithamlar kullanılmaktadır.

Çocuk gelişimine dinin öğretiminin etkisi
Ayrıca konunun başka bir boyutunu incelemekte de büyük yarar var. Bizler eğitimin kişilerin ilgi ve yeteneklerine uygun, kişilik gelişimlerini destekleyici ve bilimsel olması gerektiğini savunuyoruz. Her şeyden önce din dediğimiz şey soyuttur. Allah, melekler, şeytan, cennet, cehennem ve bunun gibi daha yüzlerce kavram somut bir şeye işaret etmezler, soyut birer kavramdırlar. Bir ilkokul çocuğuna soyut ve somut kavramlarının yeni öğretildiğini düşünecek olursak; henüz somut nesne ve olayları algılamaya müsait olup soyut kavramları algılama kapasitesine ulaşamamış çocuk beyinlerinin bu tür soyut kavramlarla doldurulmasını nasıl olur da "öğrenme" faaliyeti olarak tanımlayabiliriz? Bu bir öğretme faaliyeti değil, kesinlikle bir beyin yıkama faaliyetidir. Hepimizin çocukluğunda bu öğretilerin hayatımızın birçok evresinde olumsuz şekilde (rüyaları kâbusa dönüştüren, küçük yaşta ölümden sonraki cezaları düşünerek kendi ve çevresi için acı çektiren, vb.) ortaya çıktığını söylemek sanırız yanlış olmayacaktır. Çocuğun duygusal gelişimi için en kritik dönemlerin bu şekilde köreltilmesi, ileriki yaşlardaki olası ruh hastalıklarının en ciddi zeminlerinden biri oluyor çoğu kez.

“Laikler”, bu konu hakkında ne diyor?
Alevileri tanımayan devlet bununla da kalmamakta, Alevilerin tepkilerini de sözde dost söylemlerle kendi çarklarına su taşımak için kullanmanın yollarını aramaktadır.
Kültürel asimilasyonun önüne geçme çağrıları bir iyi niyet olarak gözükse de kim tarafından yapıldığı ve kimin bu göreve soyunduğu oldukça önemlidir. Düzen yandaşı bazı unsurların devletten açık destek alarak ve çeşitli Alevi vakıfları açarak Alevileri buralarda örgütleyip, bu yolla onları sisteme bağlama çabaları üstünde durmamız gereken bir noktadır. Kendilerini ifade edebilme olanakları arayan Aleviler buraları tercih edebilmekte, faşist, dayatmacı eğitim anlayışının bıraktığı boşlukları bu mekânlarda oluşturdukları alternatif eğitim modelleriyle doldurmaya çalışmaktadır. Ancak buralarda da yürütülen eğitim anlayışı biraz daha “özgürlükçü” olmasına karşın özünde resmi ideolojiye göre şekil almaktadır. Kemalist ideoloji buralarda da yüceltilerek beyinlere enjekte edilmektedir.
Özellikle seçim dönemlerinde laiklik çığırtkanlığı yapan ve bunu mevcut hükümete saldırmak için kullananlar, söz konusu zorunlu din dersi eğitimi olduğunda hak ve özgürlükler cephesinden bakmayı tercih etmemekteler. Laikliği; sadece kadınların başlarının açık olarak resmi kurumlara girip çıkabilmesinin engellenmesiyle özdeşleştirenlerin, söz eğitime ve Alevilerin haklarına gelince susmaları, aslında birer maske görevi gördüklerinin en açık kanıtıdır. Çünkü mevzu derinleştikçe siyasi özü daha çok görünür hale gelmektedir.
Kendinden başka bir kültürün kendi egemen sistemine ve sınıf çıkarlarına karşı başkaldırabileceğini, hele ezdiği kitlelerin kendisi için en büyük tehdit olduğunu biliyorsa; kurulu sistem bunu yok etmek ve bastırmak, ötekileştirmek için elinden geleni yapacaktır. Nitekim eğitim de bunun en etkili araçlarından biridir. Egemen sınıfların bu konuda vereceği tavizler onlar açısından o kadar tehlikelidir ki; ucu anadilde eğitime kadar uzayan “tavizler” dizisiyle karşılaşmak zorunda kalmaktalar. Çıkarları aynı olan egemen sınıfların klikleri belli bir noktadan sonra işbirliği yapmayı tercih etmektedir.

Aleviler gerçek dostlarını görmelidir.
Yılardır sisteme muhalif bir duruş sergileyen Alevilerin tarihi, katliam ve asimilasyon saldırılarıyla doludur.
Alevi tarihini inceleyerek Osmanlı tarihinden günümüze Alevilere yapılan saldırıları daha da somutlaştırmak için tarihten örnekler verelim. Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığından memnun olmayan Aleviler büyük bir katliama uğramışlardır. Daha sonraki büyük katliam 1600 tarihlidir. Alevi köylerine zorla cami yapılmasına karşı çıkan Aleviler katliamlarla karşılaşmışlardır.
2. Mahmut döneminde Bektaşi dergâhlar kapatılmıştır. Dergâhların kapatılması ve baskılar nedeniyle Aleviler dini inançlarını kapalı yaşamaya zorlanmıştır. Özellikle bu durum Arap Alevilerinde daha belirgindir. Devlet yalnızca Aleviler üzerinde baskı politikası uygulamamış aynı zamanda Alevi olmayan halk kitleleri içinde yalanlar yayarak iftiralarda bulunmuş, halk içinde düşmanlıklar yaratmaya çalışmıştır.
Baskı ve katliam politikaları cumhuriyet döneminde de devam etmiş, cumhuriyet üzerine atılan nutukların sahteliği daha bariz olarak görülmüştür. Alevi inancının resmi olarak tanınmaması, Alevilerin kendi inançlarını yaşama hakkına izin verilmemesi, eğitim sürecinde Aleviliğin öğretilmeyip zorunlu olarak Sünni inancının dayatılması, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden Sünnileştirme çalışmalarının örgütlenmesi ve çeşitli yöntemlerle devam edilen asimilasyon politikaları günümüzde de sürmektedir. Cumhuriyetin ilk dönemindeki Koçgiri ve Dersim isyanlarında, devamında 1978'deki Maraş, 1980’deki Çorum, 2 Temmuz 1993’teki Sivas ve 12 Mart 1995’deki Gazi katliamları Faşist TC’nin Osmanlı’dan miras kalan görevlerini layıkıyla yerine getirdiğini göstermektedir.
Faşist rejimin kendilerine acı ve yasaklardan başka bir şey bırakmadığını, asıl dostlarının ezilen emekçiler olduğunu görerek; kendilerini hakim sisteme yedeklemek için uğraşan Kemalist bürokratik burjuvazinin peşinden gitmediği sürece sadece zorunlu din dersi uygulamasının değil, eğitim sistemini baştan sona kadar sorgulanmasının gerekliliği açığa çıkacaktır. Ve bu uğurda Alevilere düşen, onları kendileri yapan zulme karşı başkaldırı kültürlerine sıkı sıkıya sarılmaktır.
Mersin’den bir YDG’li

Hiç yorum yok: