
20 Mayıs 2009 Çarşamba
Bir işçi sınıfı devrimcisi: İbrahim Kaypakkaya
Komünist önder İbrahim Kaypakkaya son süreçte devrimci demokrat düşüncelere ilgi duyan gençlerin yanı sıra devrimci demokrat güçler ve burjuva yazarlar tarafından daha sık bir şekilde konu edilmekte ve incelenmektedir.
İbrahim yoldaş daha önceki senelerde genellikle işkencehanelerde sergilediği direnişiyle, “ser verip sır vermemesiyle” öne çıkartılırken içinden geçtiğimiz süreçte Kemalizm, Kürt ve Ermeni sorunu konularında yaptığı açılımlarla farklı kesimlerden de ilgi görmektedir.
İbo, döneminin diğer devrimci önder ve örgütlerinden ayrı olarak Kemalizmin gerçek yüzünü açığa sermesi ve Kürt ulusu üzerinde uygulanan milli zulme parmak basıp ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunması ile günümüzde tartışılan temel konulara net bir yaklaşım sergilemektedir. Tabii İbo’nun özgünlükleri bunlarla sınırlı değildir. Önderliğini yaptığı partisinin isminde komünistliğe yapılan vurguya özel önem vermesi, Halk Savaşı doğrultusunda gerilla mücadelesini örgütlemeye bire bir katılması ve revizyonizme karşı verdiği mücadelesi ile de İbo ayrı bir yere sahiptir.
Peki, nedir İbo’ya bu özgünlükleri katan? Nasıl oldu da İbrahim yoldaş ülkemiz hakkında günümüzde de geçerliliğini sürdüren ve çok sayıda hareketin, düşünce akımının anlamada ve tavır geliştirmede muğlaklık yaşadığı veya gericiliğe teslim olduğu sınıfsal mücadele, devrimci savaş, Kemalizm, Kürt Ulusal Sorunu ve Ermeni Soykırımı meselelerinde net, sade ve derinlikli bir kavrayışa sahip olabilmiştir? Bu anlaşılmadığı takdirde İbo yoldaşın görüşlerinin derinliğini anlamak da mümkün olmayacaktır.
İbrahim yoldaş her şeyden önce kararlı bir işçi sınıfı devrimcisidir. Sınıfsal duruşu nettir, hiçbir sarsıntıyla yıkılmayacak derecede sağlamdır. Tarihin gördüğü en devrimci sınıf olan ve insanın insan tarafından sömürülmesine son verecek olan işçi sınıfının ideolojik bakış açısıyla olgulara ve olaylara yaklaşabildiği için bahsini ettiğimiz berrak sentezlere ulaşabilmiştir. Bugün de geçerli olan bu durum 70’li yılların başlarındaki genel ortam ve imkanlar düşünüldüğünde daha da değer kazanmaktadır. İbrahim yoldaşın radikal görüşlerine kaynaklık eden, onun sistemle tereddütsüzce hesaplaşmasını ve sistemin gerçek yüzünü açığa çıkarmasını sağlayan işte bu ideolojik duruşudur. Burjuva aydınların veya küçük burjuva hareketlerin İbo’da gördüğü mucizenin kaynağı en devrimci ideolojiyle donanmış olmasındandır.
İbrahim yoldaşın kısa yaşamı incelendiğinde Marksizm-Leninizm-Maoizm’i sürekli şekilde incelediğini, derinleştiğini ve ülkemizin somut koşullarını MLM ideolojinin rehberliğinde değerlendirdiğini görmekteyiz. İbrahim yoldaş işçi sınıfının ideolojisini bir dogma olarak değil bir eylem kılavuzu olarak ele almış, bulunduğu her ortamda gerçekliği bu bakış açısıyla özümsemiş, gerek teorik çalışmalarında gerekse de pratik faaliyetinde somut koşulları analiz ederek devrimci mücadelenin-sınıf mücadelesinin çıkarları doğrultusunda, pratiğe hizmet etme gayesiyle sonuçlar çıkarmıştır. İbo’nun devrimci duruşu sınıfsal duruşundan ve ideolojisinden bağımsız ele alınamaz.
İbrahim işçi sınıfı devrimcisi olduğu için düşünsel ve politik gelişiminde sürekli bir adım ilerisine gidebilmiş, dönemin “devrimci” otoritelerine boyun eğmemiş, Mustafa Suphilerin katledilişinden sonra süregelen 50 yıllık suskunlukla hesaplaşabilmiştir.
İbrahim yoldaş sol-muhalif hareket içinde etkin olan ve mücadeleyi baltalayan Kemalizm hakkındaki yanılsamaları deşifre etmiştir. Kemalizmin ırkçı-şovenist yaklaşımıyla zehirlenenlerin göremediği Kürt ulusunun yaşadığı milli zulmü bu sayede görebilmiş, Ermenileri soykırıma uğratan İttihatçılardan devraldıkları mirasla Kürt ulusuna imha ve inkar saldırıları düzenleyen Kemalizmin faşist karakterini sergilemiştir.
Marksist ideolojiyi içselleştirdiği için devrimci mücadelenin önünde engel olan revizyonizmle ve reformizmle hesaplaşarak Proletarya Partisinin kurulmasına önderlik etmiştir.
İbrahim Kaypakkaya işçi sınıfı devrimcisi olduğu için, komünist bir önder olduğu için ülkemizde köylülüğün devrimci potansiyelini fark etmiş, devrimimizde köylülüğün temel güç olduğunu savunmuştur. Devrimin zaferi için işçi-köylü ittifakının vazgeçilemez olduğunu göstermiş, köylülüğün ve halkın örgütlenmesinde devrimci zorun, gerillanın belirleyiciliğini vurgulamış, devrimde köylü gerilla savaşının önemini net şekilde açıklamıştır. Bu görüşlerin haklılığını günümüzde İbo’nun ve ardıllarının faaliyet yürüttüğü bölgelerdeki köylülerin İbo’ya duydukları sevgiden ve Kürt Ulusal Hareketinin başarıyla yükselttiği köylü gerilla savaşından anlamak mümkündür.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu için ülkemizde sınıfların tahlilini devrim perspektifiyle ele almış ve devrimin zaferi için Birleşik Cephenin önemini vurgulayarak işçi sınıfının ittifaklar politikasını sade bir şekilde ifade etmiştir. Demokratik Halk Devriminde işçi sınıfının dostları ile düşmanlarını, dost kategorisindeki hangi sınıflara ne kadar güvenebileceğimizi İbrahim yoldaş ülkemiz şartlarında açıklamıştır. Bu analizi yapmasında Marksist-Leninist-Maoist ideolojinin belirleyiciliği ve uluslararası komünist hareketin deneyimleri önemli bir yere sahiptir. İbrahim yoldaş enternasyonal komünizmin tüm birikimini ülkemiz şartlarında değerlendirmiş ve ülkemizin özgünlüklerine bu çerçevede vurgu yapmıştır.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu içindir ki sürekli iktidar perspektifiyle mücadelesini örgütlemiştir. Devrimin amacı iktidarı fethetmek, zulüm kusan bu düzeni tarihin çöplüğüne yollamak ve özgür, bağımsız, demokratik bir yaşamı inşa etmek ve sınıfsız-sınırsız bir dünyaya doğru emin adımlarla gitmektir. İbo yoldaşın her cümlesinde, her pratiğinde bu nihai hedefi anlamak mümkündür. Bu nedenledir ki İbrahim yoldaş devrim ateşini bozkırın en kuru yerinde yakma perspektifiyle hareket etmiş, gerilla mücadelesi için dağların yolunu tutmaktan çekinmemiştir.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu içindir ki, görüşleriyle-iddialarıyla sergilediği pratik arasında bir çelişki bulmak mümkün değildir. İbrahim yoldaş devrimin kırlardan şehre doğru, en geri bırakılan en çok ezilen halkın yaşadığı bölgelerden doğru gelişeceğini savunmakla kalmamış, T. Kürdistanı’nın birçok bölgesinde yoldaşlarıyla birlikte mücadelenin bire bir içinde yer almış, en zorlu koşulları göze almış, Dersim dağlarında savaşın örgütlenmesine kanıyla, canıyla katkı sunmuştur.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu için, bir komünist olduğu için, halkına büyük bir güven duymuş, büyük bir sevgiyle halka hizmet et şiarına uygun hareket etmiştir. Halkı tanımak, anlamak, kitlelerin nabzını tutmak için 15-16 Haziranlarda işçi sınıfının muhteşem eylemlerinde, Trakya’nın köylü eylemlerinde yer almış, toplumsal hareketleri bire bir gözlemleyerek dersler çıkarmış, devrimci fikirleri kitleler içinde yaymak için Kürecik’te, Dersim’de araştırmalar yapmıştır.
İbrahim yoldaş kısa yaşamında büyük değerlerin altına imza atmıştır. En büyük eseri bugün de devrim mücadelesini tüm zor şartlara rağmen yükseltmeye çalışan ardıllarının-yoldaşların örgütlü olduğu partisidir.
Bugün İbrahim’i anlamak savaşa daha fazla sarılmaktır. Emperyalizmin ve faşizmin baskısı altında ezilen çeşitli ulus ve milliyetlerden, inançlardan emekçi halkımızın kurtuluşu için mücadeleye daha fazla omuz vermektir.
Halk gençliği alternatifsiz değildir. Halk gençliğinin içinde sakladığı muazzam potansiyeli harekete geçirecek, halk gençliğinin geleceğini fethetmesini sağlayacak olan mücadele İbrahim yoldaşın çizdiği yolda kararlılıkla ilerleyen mücadeledir, İbo’nun genç yoldaşlarının büyüttüğü kavgadır.
İbrahim yoldaş daha önceki senelerde genellikle işkencehanelerde sergilediği direnişiyle, “ser verip sır vermemesiyle” öne çıkartılırken içinden geçtiğimiz süreçte Kemalizm, Kürt ve Ermeni sorunu konularında yaptığı açılımlarla farklı kesimlerden de ilgi görmektedir.
İbo, döneminin diğer devrimci önder ve örgütlerinden ayrı olarak Kemalizmin gerçek yüzünü açığa sermesi ve Kürt ulusu üzerinde uygulanan milli zulme parmak basıp ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunması ile günümüzde tartışılan temel konulara net bir yaklaşım sergilemektedir. Tabii İbo’nun özgünlükleri bunlarla sınırlı değildir. Önderliğini yaptığı partisinin isminde komünistliğe yapılan vurguya özel önem vermesi, Halk Savaşı doğrultusunda gerilla mücadelesini örgütlemeye bire bir katılması ve revizyonizme karşı verdiği mücadelesi ile de İbo ayrı bir yere sahiptir.
Peki, nedir İbo’ya bu özgünlükleri katan? Nasıl oldu da İbrahim yoldaş ülkemiz hakkında günümüzde de geçerliliğini sürdüren ve çok sayıda hareketin, düşünce akımının anlamada ve tavır geliştirmede muğlaklık yaşadığı veya gericiliğe teslim olduğu sınıfsal mücadele, devrimci savaş, Kemalizm, Kürt Ulusal Sorunu ve Ermeni Soykırımı meselelerinde net, sade ve derinlikli bir kavrayışa sahip olabilmiştir? Bu anlaşılmadığı takdirde İbo yoldaşın görüşlerinin derinliğini anlamak da mümkün olmayacaktır.
İbrahim yoldaş her şeyden önce kararlı bir işçi sınıfı devrimcisidir. Sınıfsal duruşu nettir, hiçbir sarsıntıyla yıkılmayacak derecede sağlamdır. Tarihin gördüğü en devrimci sınıf olan ve insanın insan tarafından sömürülmesine son verecek olan işçi sınıfının ideolojik bakış açısıyla olgulara ve olaylara yaklaşabildiği için bahsini ettiğimiz berrak sentezlere ulaşabilmiştir. Bugün de geçerli olan bu durum 70’li yılların başlarındaki genel ortam ve imkanlar düşünüldüğünde daha da değer kazanmaktadır. İbrahim yoldaşın radikal görüşlerine kaynaklık eden, onun sistemle tereddütsüzce hesaplaşmasını ve sistemin gerçek yüzünü açığa çıkarmasını sağlayan işte bu ideolojik duruşudur. Burjuva aydınların veya küçük burjuva hareketlerin İbo’da gördüğü mucizenin kaynağı en devrimci ideolojiyle donanmış olmasındandır.
İbrahim yoldaşın kısa yaşamı incelendiğinde Marksizm-Leninizm-Maoizm’i sürekli şekilde incelediğini, derinleştiğini ve ülkemizin somut koşullarını MLM ideolojinin rehberliğinde değerlendirdiğini görmekteyiz. İbrahim yoldaş işçi sınıfının ideolojisini bir dogma olarak değil bir eylem kılavuzu olarak ele almış, bulunduğu her ortamda gerçekliği bu bakış açısıyla özümsemiş, gerek teorik çalışmalarında gerekse de pratik faaliyetinde somut koşulları analiz ederek devrimci mücadelenin-sınıf mücadelesinin çıkarları doğrultusunda, pratiğe hizmet etme gayesiyle sonuçlar çıkarmıştır. İbo’nun devrimci duruşu sınıfsal duruşundan ve ideolojisinden bağımsız ele alınamaz.
İbrahim işçi sınıfı devrimcisi olduğu için düşünsel ve politik gelişiminde sürekli bir adım ilerisine gidebilmiş, dönemin “devrimci” otoritelerine boyun eğmemiş, Mustafa Suphilerin katledilişinden sonra süregelen 50 yıllık suskunlukla hesaplaşabilmiştir.
İbrahim yoldaş sol-muhalif hareket içinde etkin olan ve mücadeleyi baltalayan Kemalizm hakkındaki yanılsamaları deşifre etmiştir. Kemalizmin ırkçı-şovenist yaklaşımıyla zehirlenenlerin göremediği Kürt ulusunun yaşadığı milli zulmü bu sayede görebilmiş, Ermenileri soykırıma uğratan İttihatçılardan devraldıkları mirasla Kürt ulusuna imha ve inkar saldırıları düzenleyen Kemalizmin faşist karakterini sergilemiştir.
Marksist ideolojiyi içselleştirdiği için devrimci mücadelenin önünde engel olan revizyonizmle ve reformizmle hesaplaşarak Proletarya Partisinin kurulmasına önderlik etmiştir.
İbrahim Kaypakkaya işçi sınıfı devrimcisi olduğu için, komünist bir önder olduğu için ülkemizde köylülüğün devrimci potansiyelini fark etmiş, devrimimizde köylülüğün temel güç olduğunu savunmuştur. Devrimin zaferi için işçi-köylü ittifakının vazgeçilemez olduğunu göstermiş, köylülüğün ve halkın örgütlenmesinde devrimci zorun, gerillanın belirleyiciliğini vurgulamış, devrimde köylü gerilla savaşının önemini net şekilde açıklamıştır. Bu görüşlerin haklılığını günümüzde İbo’nun ve ardıllarının faaliyet yürüttüğü bölgelerdeki köylülerin İbo’ya duydukları sevgiden ve Kürt Ulusal Hareketinin başarıyla yükselttiği köylü gerilla savaşından anlamak mümkündür.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu için ülkemizde sınıfların tahlilini devrim perspektifiyle ele almış ve devrimin zaferi için Birleşik Cephenin önemini vurgulayarak işçi sınıfının ittifaklar politikasını sade bir şekilde ifade etmiştir. Demokratik Halk Devriminde işçi sınıfının dostları ile düşmanlarını, dost kategorisindeki hangi sınıflara ne kadar güvenebileceğimizi İbrahim yoldaş ülkemiz şartlarında açıklamıştır. Bu analizi yapmasında Marksist-Leninist-Maoist ideolojinin belirleyiciliği ve uluslararası komünist hareketin deneyimleri önemli bir yere sahiptir. İbrahim yoldaş enternasyonal komünizmin tüm birikimini ülkemiz şartlarında değerlendirmiş ve ülkemizin özgünlüklerine bu çerçevede vurgu yapmıştır.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu içindir ki sürekli iktidar perspektifiyle mücadelesini örgütlemiştir. Devrimin amacı iktidarı fethetmek, zulüm kusan bu düzeni tarihin çöplüğüne yollamak ve özgür, bağımsız, demokratik bir yaşamı inşa etmek ve sınıfsız-sınırsız bir dünyaya doğru emin adımlarla gitmektir. İbo yoldaşın her cümlesinde, her pratiğinde bu nihai hedefi anlamak mümkündür. Bu nedenledir ki İbrahim yoldaş devrim ateşini bozkırın en kuru yerinde yakma perspektifiyle hareket etmiş, gerilla mücadelesi için dağların yolunu tutmaktan çekinmemiştir.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu içindir ki, görüşleriyle-iddialarıyla sergilediği pratik arasında bir çelişki bulmak mümkün değildir. İbrahim yoldaş devrimin kırlardan şehre doğru, en geri bırakılan en çok ezilen halkın yaşadığı bölgelerden doğru gelişeceğini savunmakla kalmamış, T. Kürdistanı’nın birçok bölgesinde yoldaşlarıyla birlikte mücadelenin bire bir içinde yer almış, en zorlu koşulları göze almış, Dersim dağlarında savaşın örgütlenmesine kanıyla, canıyla katkı sunmuştur.
İbrahim yoldaş işçi sınıfı devrimcisi olduğu için, bir komünist olduğu için, halkına büyük bir güven duymuş, büyük bir sevgiyle halka hizmet et şiarına uygun hareket etmiştir. Halkı tanımak, anlamak, kitlelerin nabzını tutmak için 15-16 Haziranlarda işçi sınıfının muhteşem eylemlerinde, Trakya’nın köylü eylemlerinde yer almış, toplumsal hareketleri bire bir gözlemleyerek dersler çıkarmış, devrimci fikirleri kitleler içinde yaymak için Kürecik’te, Dersim’de araştırmalar yapmıştır.
İbrahim yoldaş kısa yaşamında büyük değerlerin altına imza atmıştır. En büyük eseri bugün de devrim mücadelesini tüm zor şartlara rağmen yükseltmeye çalışan ardıllarının-yoldaşların örgütlü olduğu partisidir.
Bugün İbrahim’i anlamak savaşa daha fazla sarılmaktır. Emperyalizmin ve faşizmin baskısı altında ezilen çeşitli ulus ve milliyetlerden, inançlardan emekçi halkımızın kurtuluşu için mücadeleye daha fazla omuz vermektir.
Halk gençliği alternatifsiz değildir. Halk gençliğinin içinde sakladığı muazzam potansiyeli harekete geçirecek, halk gençliğinin geleceğini fethetmesini sağlayacak olan mücadele İbrahim yoldaşın çizdiği yolda kararlılıkla ilerleyen mücadeledir, İbo’nun genç yoldaşlarının büyüttüğü kavgadır.
KAYPAKKAYA’NIN GELİŞİMİNDE MAOİZMİN ROLÜ
15 Eylül 1920 ve 24 Nisan 1972 tarihleri ülkemizde komünist düşüncenin yayılması açısından sıradan tarihler olmayıp çeşitli milliyetlerden halkımızın yaşadığı Türkiye coğrafyasında, Türkiye proletaryası ve emekçi halkını kurtuluşa taşıyacak yolun aydınlatılması açısından da ilk kıvılcımın çakıldığı tarihlerdir.
Proletaryanın burjuvaziyle birlikte tarih sahnesindeki yerini almasıyla iktidar hedefli yürüyüşünün ihtiyacı olarak doğan ve bu doğrultudaki politik aracı olan Komünist Partisi ülkemizde ilk olarak 1920’li tarihlerde ortaya çıkmıştı. Bir yıl gibi kısa bir sürede ülkedeki “Kurtuluş Savaşı”na katılmak, emperyalizme karşı savaşmak için, 15 Eylül 1920’de Bakü’de yapılan “Türkiye Komünist Teşkilatları 1. Kongresi” sonucunda önder kadrolarıyla birlikte ülkeye giriş yapan TKP daha bu anda faşist Türk hakim sınıfları, onların temsilcisi Kemalistler tarafından hedef alınmış, Karadeniz’de Mustafa Suphi ve TKP önder kadrolarının yani 15’lerin katledilmesiyle ilk yenilgisini almış diğer anlamıyla da faşizm tarafından tasfiye edilmişti.
Mustafa Suphi önderliğindeki komünist partinin “Kurtuluş Savaşı”nın önderliğini ele geçirmesi, dolayısıyla “Kurtuluş Savaşı”nın gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşına dönmesi ihtimaline karşı, faşist diktatörlük çareyi 15’lerin katledilmesinde aramış ve bundan da sonuç almıştır.
Faşist Türk hakim sınıflarının M. Suphi’leri katletmesi sonrası TKP Şefik Hüsnü önderliğine geçmiş, esas anlamda “reformcu orta burjuvazi”nin siyasal temsilcisi olarak; revizyonist, reformist bir çizgiye gelmişti. M. Suphi önderliğinin komünist TKP’si Şefik Hüsnü önderliğine geçmesiyle sistemden kopuş yerine onunla uzlaşmayı, onun bir parçası olmayı öne çıkaran TKP kimliğine bürünmüştü. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın tespitiyle TKP; “Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra kesin sağcı ve revizyonist bir çizgi izlemiştir. Partinin önderliğini ele geçiren Şefik Hüsnü, Kemalistlerden, sosyalist devrim yapmalarını bekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır.” (İK Seçme Yazılar)
Bu “sağa revizyonist çizgi” Türkiye devrimci hareketinde (TDH) 50 yıllık bir boşluğun karşılığı olarak bilinir. Silahlı mücadeleye sırt çevirme, köylülüğün devrimdeki rolünü kavrayamama, faşist diktatörlüğün diğer azınlık milliyet ve uluslardan (Kürt, Ermeni, Rum vd.) halka zulmüne göz kırparak, yüzünü sistemin içine çevirmek bu 50 yıllık boşluğun kimi özellikleridir. Bu bir ölçüde “71 Silahlı Devrimci Çıkışı”yla kırılmışsa da daha açık olarak 1972 Nisan’ında İ. Kaypakkaya yoldaşın kurucusu olduğu TKP/ML’nin tarih sahnesindeki yerini alışıyla gerçekleşmiş, O’nun şahsında Marksizm-Leninizm-Maoizm temelde bir kopuşa dönüşmüştür.
Nasıl ki Marks, piyasa koşulları, ihtiyaçları ve güvenliği için kılıktan kılığa giren burjuvazinin her çeşidine karşı işçi sınıfının ideolojisini geliştirmiş enternasyonal proletaryanın bayrağını yükseltmiş ise; Lenin yoldaş Kautsky, Bernstein hainlerine karşı bu bayrağı taşımışsa; Stalin yoldaş Troçki, Buharin, Zinovyev vs.ye karşı bu bayrağı savunmuşsa, korumuşsa; Mao yoldaş Çin devrimiyle, sonrası Kruşçev modern revizyonizmine karşı aldığı ML tutumla ve kapitalist yolculara karşı başlattığı “Büyük Proleter Kültür Devrimi”yle bu bayrağı yükseltmişse; Mustafa Suphi’lerin katledilmesi sonrası TKP’ye hakim hale gelen Şefik Hüsnü önderliğindeki revizyonist-oportünistlere ve kendi döneminin “sol”, “sosyalist” söylemli revizyonist, reformist, cuntacı düşüncelerin aynı sınıfsal yapıdaki temsilcileri TİP, Doğan Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, M. Belli’den TİİKP’ye kadar olan siyasi aktör ve oluşumlara karşı onlarla mücadele içerisinde olan Kaypakkaya yoldaş da 72’nin Nisan’ında TKP/ML’yi kurarak 50 yıllır revizyonizm, ve reformizme son vermiş bu bayrağı korumuş ve savunmuştur.
Kaypakkaya’nın Türkiye Devrimci Hareketi’ndeki (TDH) yerinin tespiti açısından buranın anlaşılması önemli bir noktadır. İbrahim yoldaş TDH’nin eksikliğinin KP olduğunu, var olan örgüt ve grupların KP vasıflarıyla uyumlu olmadığı gibi onu ters yüz ettiğini görerek pratiğini şekillendirir. İbrahim yoldaşın MLM temeldeki teorik pratik tavrı revizyonizm, reformizmle mücadele içerisinde gelişmiş, bu gelişim Kaypakkaya’yı Proletarya Partisini kurmaya taşımıştır. Bu süreçteki temel anlayış ve yönelimi İbrahim yoldaşın şu sözleri öz olarak ifade eder; “Bugün ülkemizde komünist devrimcilerin esas görevi silahlı mücadele içinde halkın üç silahını inşa etmektedir. Subjektivizmden, revizyonizmden ve dogmatizmden arınmış, kitlelerle kaynaşmış, teoriyle pratiği birleştiren, özeleştiri yöntemini uygulayan, çelik disiplinli bir komünist partisi böyle bir partinin önderliğinde halk silahlı kuvvetleri, yine böyle bir partinin önderliğinde halkın birleşik cephesi” anlayışı… Kaypakkaya yoldaş ülkemiz komünistlerinin esas görevini doğru tespit etmekle kalmamış bu tespite uygun pratiğiyle de örnek tavrı ortaya koymuştur. Örgüt biliminin temel konularında düşünce netliği ve anlayış berraklığı sayesinde Kaypakkaya proletaryanın politik karargahı olarak, Demokratik Halk Devrimi mücadelesinde komünist partinin önemini kavramış, devrim mücadelesinin örgütlenmesi ve yöneltilmesi için partiyi inşaya yönelmiştir. Zira enternasyonal proletaryanın bayrağının korunup savrulması ancak “Halkın üç silahı” anlayışı ve bunun inşasıyla mümkün olabilirdi.
Ülkemizde 60’lı yılların ortalarından başlayarak, sonlarına doğru işçi sınıfı ve emekçi halkın ve gençliğin mücadelesinde ayakları üzerine doğrulma, bir canlanma açığa çıkmış, her yanı etkisi altına almış, ülkemiz devrim hareketi üzerindeki “ölü toprağı” yavaş yavaş atılmaya başlamıştı. Kuşkusuz revizyonizm, reformizm ve uluslararası komünist hareket içerisindeki tartışmalar, modern revizyonizmin etkileri de militan kitlesel yükselişe paralel olarak kırılmaya, ideolojik, politik temeldeki saflaşmalarda hızlanmaya başlamıştı.
Bu kırılma ve saflaşma on yılın sonuna doğru 68 kuşağıyla daha artış göstermeye başlamıştır. “68 Kuşağı” diğer ifadesiyle “68 Haraketi” bir canlanmanın, dirilmenin uç verdiği yıllar olarak genel anlamda dünyada yerel anlamda ülkemizde toplumsal muhalefetin, gençlik hareketleriyle, işçi sınıfının ve emekçi halk yığınlarının eylemleriyle, ezilen Kürt ulusunun mücadelesiyle; sömürü düzenlerine isyanın, aynada o zamana kadar görülen görüntünün bozulmasının ifadesidir.
Ülkemizde 68 Hareketinin ya da 68 canlanmasının salt bir öğrenci hareketi derekesine indirgenmesine karşın işçi sınıfının, emekçi halkın, köylü kitlelerinin de katıldığı “toplumsal bir hareket” niteliğine sahip olduğunu bu eksende baktığımızda daha açık olarak görebiliriz. Ki genel anlamda dünyadaki bu yıllara denk gelen sosyal, siyasal canlanma ve dirilme yönlü hareketlerin genel muhtevasına toplumsal bir hareket alma niteliği damgasını vurur.
Emperyalizmin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ekonomik olarak “istikrarlı” bir süreç yaşamıştır. Bu savaşa sebep olan hegemonya bunalımını, keskinleşen, derinleşen çelişkileri; yeniden paylaşımla sonuçlandıran emperyalistler, yeni bir buhran/kriz dönemine kadar bu süreci istikrarlı bir biçimde götürmüştür.
Genel olarak toplumsal muhalefetin gelişme düzeyine bakarak 60’lı yıllara doğru emperyalist kampın saldırganlıklarının artışı, emperyalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin derinleşmesini de getirmiştir. Bunun açık ifadesi dünyada 68 kuşağının, öğrenci gençliğin anti-emperyalist ruhu ve militanlığıyla gelişip işçi sınıfı, emekçi halk ve köylü kitleleriyle birleşmesi, toplumsal bir isyan haline dönüşmesidir.
Emperyalizmin bu artan saldırganlığı gelişme, yayılma ve hegemonya siyasetinin neden olduğu açlık, yoksulluk ve zulüm, dünya ölçeğinde 68 canlanmasının nesnel koşullarını hazırlamıştır. Bu nesnel zemini, emperyalizmin sürekli olan, dönem dönem daha da yoğunlaşıp sıkışan politik-ekonomik krizleri üretir. Krizlerin sürekliliği tekelci emperyalizmin gözü dönmüş doymazlığnın, aşırı üretiminin sonucu olarak kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşir. Keynesçi ekonomi politikaları, Marshall Planı gibi ekonomik politikalar yine emperyalizmin aşırı üretim ve birikiminin neden olduğu bir krizin sonucunda oluşmuş ekonomi politikalarıdır. Tüm bunlar çıkışlarındaki iddiaların tersine ezilen sömürülen halkların açlık ve yoksulluğunu daha da boyutlandırmıştır. 68 canlanması da yine bu şekilde emperyalizmin genel çerçevede krizinin yoğunlaştığı ve bunun neden olduğu açlık ve yoksulluğa karşı öfke zemininden yükselirken, Vietnam halkının emperyalizme özel olarak da Fransız ve Amerikan emperyalizmine karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi ve bu doğrultuda elde ettiği zaferler, Çin’de Başkan Mao önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin tüm dünyaya yayılan, etkisi Latin Amerika’da, Avrupa’da, Asya’da gelişen kitle mücadeleleri, Hindistan’da Çaru Mazumdar önderliğindeki Naksalbari hareketinin mücadelesi aynı zamanda bu canlanmadaki etkenlerdir.
60’lı yılların temel özelliği bu eksende şekillenirken en belirgin anlamda, siyasal zeminde aynadaki görüntünün sorgulanmaya başlaması, o görüntüyü değiştirmek çabası ve pratiğidir. Ülkemiz özgülünde bu pratik reformist, parlamentarist düşüncelerden çıkış zeminini oluşturur. THKO, THKP-C’nin ‘71 silahlı devrimci çıkışı”ndaki reformizmden (tam olarak olmasa da) kopuşu da bu zemin üzerinden yükselir. 68 canlanması anti-emperyalist, anti-kapitalist ruhuyla dünyanın birçok ülkesinde de-tıpkı ülkemiz somutunda olduğu gibi-gençlik hareketlerinin kendi içinde bir üst aşamaya sıçraması, bir diğer ifadeyle siyasal süreçlerinin gelişerek aşılması ve siyasal temelde bu sıçramaya uygun örgütlü silahlı mücadele anlayışı ve pratiğinin çıkışıyla yeni sonuçlara ulaşır.
Ülkemiz özgülünde bu örgütlü silahlı mücadele hareketlerinin çıkışı ‘71 silahlı devrimci çıkışı’yla karakterize edilmektedir. Bu temelde belli açılardan 71 çıkışının yeri ve önemi ayrıdır. Bu karakterine rağmen 71 çıkışında THKO, THKP-C’nin sistemle, Kemalizmle tam olarak bir hesaplaşmasının gerçekleşememesi komünist parti anlayışını geliştirememelerine neden olur. Tüm bunlardan kesin ve net olarak kopuşu daha sonra yine bu süreç içerisinde gelişen İbrahim yoldaşta görüyoruz. Ki bu da TKP/ML’nin kuruluşuyla somuta varmıştır.
Ülkemiz devrimci hareketi, üzerindeki “ölü toprağını” yavaş yavaş atmaya revizyonizm, reformizm ve Uluslararası Komünist Hareketin (UKH) içerisindeki tartışmalara paralel modern revizyonizmin etkileri de militan kitlesel yükselişle birlikte kırılmaya, ideolojik, politik temeldeki saflaşmalar da hızlanmaya başlamıştı diye belirtmiştik. Bu saflaşmayı en belirgin anlamda açığa çıkaran, ideolojik çerçevede “ak ve kara”yı belirleyen bu dönemdeki SBKP ve ÇKP arasındaki tartışmalardır. Daha doğrusu Kruşçev modern revizyonizmine karşı Başkan Mao önderliğindeki ÇKP’nin ML tutum alarak karşı çıkışı temelinde yükselen saflaşmalardır. Bu saflaşmalarda tutum ve pozisyon alış aynı zamanda modern revizyonizmle, Marksizm-Leninizm arasında safını belirlemek anlamına geliyordu.
İbrahim yoldaş bu dönemde UKH içerisinde, Kruşçev modern revizyonizmi ve ÇKP arasındaki tartışmalarda diğer bir ifadeyle modern revizyonizm ve Marksizm-Leninizm arasındaki tartışmalarda Başkan Mao önderliğindeki ÇKP’nin ML çizgisinden yana tavır alarak UKH içerisindeki saflaşmada yerini belirlemiştir. Bunda 1966 Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin etkileri, Mao yoldaşın “Burjuva Karargahları Bombalayın!” talimatının İbrahim’de cevap bulması belirleyici olmuştur. Zira Milli Demokratik Devrim görüşünün safları içerisindeki ayrışmada (1969 sonu 1970 başı) Kaypakkaya’nın Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarını tercih etmesinde (pratik eylemin çekiciliğine kapılıp Dev-Genç saflarına katılması için uygun ortam varken) PDA’nın UKH içerisindeki saflaşmalara yönelik tutumu önemli bir etkendir. Bu süreçte PDA ve Kaypakkaya dışında olan M. Belli, H. Kıvılcımlı, D. Avcıoğlu vs. gibi siyasi aktürler UKH içerisindeki tartışma ve saflaşmalarda “taraf olmamayı” tercih etmişlerdir. Sonuç olarak tarih bu mücadelede “tarafsız kalmayı” yeğleyenleri değil Kruşçev modern revizyonizminin ipliğini pazara çıkaran Mao önderliğindeki ÇKP’yi, onun ML çizgisini, ülkemiz özgülünde ÇKP’nin ML çizgisinden yana tutum belirleyip Kruşçev modern revizyonizmine karşı pozisyon alanları haklı çıkarmış, doğrulamıştır.
Dünya yine Ekim ayında bu sefer Çin gibi hem yüzölçümü, hem nüfus açısından oldukça büyük bir ülkede bir devrime daha sahne olmuştu. 1 Ekim 1949’da Çin Komünist Partisi Başkan Mao önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan ederek Çin proletaryasının zaferini muştulamıştı. Çin devriminin önemi; dünya dengelerinin sosyalizm lehine sarsılması, emperyalizme karşı Sosyalist Blok’un genişlemesi ve bunun getirdiği avantajlar gibi etkilerinin yanında yarı sömürge yarı feodal ülkelerde devrimin yolu, stratejisi, dostları, düşmanları gibi sorulara getirdiği cevaplarla daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle de emperyalizmin ülke içindeki gerici dayanakları olan komprador burjuva sınıfı, bürokrat kapitalizm çözümlemeleri (Kaypakkaya’nın Kemalizm tahlilinde, hakim sınıfları tespitinde yararlandığı çözümlemeler) bu kesime ve toprak ağalarına, emperyalizm ve tüm gerici sınıflara karşı mücadelenin uzun süreli Halk Savaşı Stratejisini öngörmesi, ML açısından henüz yanıt bulmamış konulara cevap niteliğindeydi. Ayrıca Mao yoldaşın ML’ye yaptığı önemli noktalardaki katkıları ve MLM aşaması olarak devrim bilimindeki yerini alması yönüyle farklı bir önemi vardır. Çin devriminin ve Başkan Mao’nun asıl önemi buralardan anlaşılabilir.
Özellikle de “Emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nda emperyalizm ve işbirlikçilerinin zayıf yanlarının tespiti buna uygun savaş stratejisinin geliştirilmesi konusu açıklık kazanmış, kırsal alanlarda emperyalizmin ve işbirlikçilerinin şehirlere oranla daha zayıf oldukları, iktidar mücadelesinin yarı sömürge yarı feodal ülkelerde kırlardan şehirlere doğru Halk Savaşı yoluyla gelişeceği netlik kazanmıştı. Bu yarı sömürge yarı feodal ülkelerde devrimin hangi yollardan gerçekleşeceği sorusunun artık yanıtlandığı anlamını taşıyordu. Ku bu söz konusu durum aynı zamanda ML’nin MLM aşamasına gelişindeki soruların cevabını da içinde taşımaktadır. Felsefi alanda, politik ekonomi alanında, bilimsel sosyalizm alanında Başkan Mao’nun ML’nin temel bileşenlerine nitel katkıları buranın anlaşılmasıyla görülebilir.
Marksizm üretim faaliyetlerinin gelişmesine paralel olarak sınıf mücadelesinin büyümesi, keskinlik kazanmasıyla birlikte ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu noktada ikinci nitel sıçramasını da yine sınıf mücadelesinin en şiddetli olduğu Rusya noktasında Lenin yoldaş şahsında gerçekleştirmiştir. Üçüncü nitel aşaması olan Maoizm yine sınıf mücadelesinin en keskin biçimiyle yaşandığı yarı sömürge, yarı feodal bir yapıya sahip olan Çin noktasında Mao yoldaş şahsında gerçekleşmiştir. Bunun nedenlerine cevap yine emperyalizmin en zayıf halkası yarı sömürge yarı feodal toplumlardaki şiddetli sınıf mücadelesi pratiğidir. Elbette ki Marksizm’in gelişmesi salt sınıf mücadelesinin oranı ile ölçülemez. Sınıf mücadelesinin Marksizm’in gelişmesinde temel bir noktada olduğunun altını çizmektir kastımız.
Kaypakkaya yoldaş Çin devrimini, onun gelişme stratejisini bu yönleriyle ele almış, incelemiş ve bu pratikten çıkan evrensel dersleri ülke somutuna, sınıf mücadelesi pratiğine uyarlamıştır. Kaypakkaya’nın ileri MLM kavrayışını başlıca çelişmeler ve baş çelişki tespiti, parti içi iki çizgi mücadelesi anlayışı, devrimin yolu, başlangıç noktası, gelişmesi, Halk Savaşı Stratejisini kavrayışı, sınıf ittifakları, “kızıl siyasi üsler” anlayışı ve bu yönde ortaya koyduğu temel tezlere bakılarak rahatlıkla görülecektir… Ki Kaypakkaya yoldaş da bunu “Hareketimiz BPKD’nin ürünüdür” diyerek somutlamıştır. Evet, İbrahim yoldaş “dünya devrimci pratiği içinde örnek aldığı siyasi hareketlerin de etkisiyle, özellikle MZD’nin (Mao Zedung Düşüncesinin) şaşmaz bir savunucusu olarak kendisini diğerlerinden ayıran bir çizgi seçtiği için farklı bir örgütlenme tarzını temsil et”miştir. (A. Çubukçu, Bizim 68).
Yoldaş, bizim gibi yarı sömürge yarı feodal iktisadi yapıda olan ülkelerde KP’nin öncülüğünde yerli işbirlikçi egemen sınıflara ve emperyalizme karşı silahlı mücadeleye verilecek olan siyasi iktidar mücadelesinin kırlardan şehirlere doğru gelişecek Halk Savaşı Stratejisi olduğunu, ülke somutunu diyalektik materyalist yöntemle analiz edip sentez olarak ortaya koymuştur. Kaypakkaya yoldaş bu sonuca Başkan Mao’nun Halk Savaşı teori-pratiğiyle ülke somutunun analizi ve sentezini buluşturarak ulaşır.
Başkan Mao önderliğinde ÇKP 1949’da Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirerek tarih sahnesindeki yerini almakla kalmamış yarı sömürge yarı feodal ülkelerde sosyalizme giden yolu, bunun politik ekonomik temelini ve biçimlerini de geliştirerek işçi sınıfı ideolojisine ve dünya devrimine de önemli katkılarda bulunmuştu. Demokratik Halk Devriminin gerçekleştirilmesi ve hızla sosyalizme geçerek komünizme ulaşmak nihai hedef olarak; Çin Demokratik Halk Devrimi’nin, Yeni Demokrasi kültürünün, tabii ki de ÇKP’nin önünde duruyordu. ML aşamalı devrim teorisinin gereği olarak demokratik devrimden sonra sosyalizme geçişle sınıf mücadelesi sonlanmış olmuyordu. Burjuvazinin üretim araçları karşısındaki pozisyonu eskisi gibi olmasa da onun ruhu tam da içteydi! Onu tamamen yenmek, sosyalist düşünceyi yeniden yeniden üretmek için sürekli devrimler gerekiyordu. Bu noktada 1966 BPKD’sinin esas anlamını bulur. Sosyalizmde sürekli devrimlerin yapılması, devrimin kendisi kadar zaruridir. Bu durum dünya devrimci, komünist hareketleri/mücadelesi açısından da ilk pratik olduğundan çokça tartışılmıştır. Sorun, 1966 BPKD’ye kadar pratik olarak yanıtlanmamış olan sorunun cevaplanmasında sosyalizmden komünizme doğru giden yolda devrimlerin proletarya diktatörlüğü altında sürdürülüp sürdürülmemesi sorunudur. BPKD bu sorunun cevabını çok açık olarak vermiştir.
Mao yoldaş “Tarih bize doğru siyasi ve askeri çizgilerin kendiliğinden ve sakin bir şekilde değil ancak mücadele içerisinde ortaya çıkıp geliştiklerini gösterir” der. BPKD de yoğun bir mücadele içerisinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. İlerleyen süreçlerde Devrimci Enternasyonal Hareket’in deklerasyonunda BPKD’ye ilişkin şu ifadeler yer alıyordu: “Bugün dünyadaki Maoist çevrelere göre BPKD proletarya diktatörlüğünün ve toplumun devrimcileştirilmesinin en ileri tecrübesini temsil eder. İlk kez işçiler ve devrimci öğeler sosyalizmde sınıf mücadelesinin niteliği, sosyalist toplumun bağrından kaçınılmaz olarak çıkacak ve bilhassa parti önderliğinin kendisi içinde yoğunlaşan kapitalist yolculara karşı ayaklanıp onları devirmenin, sosyalist dönüşümleri daha da ilerletmenin ve bu kapitalist öğeleri yaratan toprağı deşip temizlemenin zorunluluğu hakkında berrak bir anlayışla silahlanmışlardı.”
Evet! BPKD’nin teori ve pratiği kapitalist yolcuları yaratan “toprağı deşip temizlemenin” somut karşılığı olarak her türlü tasfiyeciliğe karşı mücadele içerisinden çıkmış ve gelişmiştir. BPKD bu niteliğiyle dünya genelinde bir etki yaratmış, dışta modern revizyonizme içte kapitalist yolculara karşı mücadele ederek bilimsel sosyalizm yolunda önemli bir rol üstlenmiştir.
Ülkemiz somutunda BPKD’nin en berrak bir şekilde İbrahim Kaypakkaya yoldaşta karşılık bulur. Kaypakkaya UKH içerisindeki saflaşmada net tutumunu ülke içerisinde de boyutlandırmış TKP’ye çöreklenmiş revizyonizme, reformizme tavır, daha ileri düzeyde Şafak Revizyonizmine karşı MLM temelde mücadele ederek gerçek yüzlerini açığa çıkarmış kesin kopuşu gerçekleştirmiştir.
Kaypakkaya’nın bu sürecini özce ifade etmek gerekirse; “…Kaypakkaya’nın ideolojik gelişimi ve ülkemizde MLM biliminin somutlanması süreci Kaypakkaya’nın TİP saflarında başta öğrenci gençlik olmak üzere kitle mücadeleleri içinde yani devrimci saflarda yer almaya başlaması, bu saflardayken TİP’e yön veren anlayışı yoğun bir biçimde sorgulanması ve bu sorgulamanın sonucu olarak parlamentarizmden, reformizmden kopuş (1967-68), Milli Demokratik Devrim saflarında yer alışı (1968 Sonbaharından itibaren), MDD safları içerisindeyken bu anlayışa yönelik sorgulayıcı bir yaklaşım sonucunda bu saflarda yoğun olarak görülen askeri darbeci, fokocu anlayışlardan kopuş ve kitlelerin devrimdeki rolü konusunda netleşmesi, MDD saflarında yaşanan ayrışmada Proleter Devrimci Aydınlık saflarında yer alışı (Aralık 1969 ile Ocak 1970), PDA saflarında gerçekleştirdiği sorgulama sonucunda, bu hareketin devamcısı olan Şafak Revizyonistlerinden kopuyu (1970-71-72) ve en sonu programatik tezlerini ortaya koymasıyla birlikte MLM dönem (1972-73).” (Partizan dergisi) Bu kısa kronolojiden de anlaşılacağı gibi işçi sınıfının, proletaryanın ideolojisinde pratik, politik mücadelede Kaypakkaya yoldaş MLM yönünde sürekli kopuş gerçekleştirmiş, koparken burjuva ideolojisinin onda büründüğü biçimlerini mahkum ederek, yoğun bir mücadele içerisinde sürekli ilerlemiştir. O’nun kesinlikle TDH’nin komünist yüzü olması burada anlamını bulur.
TDH’de bu dönemde yaygın olan revizyonist, parlamentarist, cuntacı düşüncelerden, bunların arasından sıyrılıp çıkan bir kopuşun temsilcisi olarak Kaypakkaya gelişimi sürecinde dönemin bol “sol”, “sosyalist” söylemli şiirin sözlerine tav olmayarak araştırmacı, incelemeci, sorgulayıcı özellikleriyle öne çıkmış, en ileri en devrimci teoriyle donanmak için kendi deyimiyle “Bilgili Taraftar” olmanın pratiğine soyunarak MLM klasikleri okumaya incelemeye yönelmiştir.
Gelişimi hızlandırmak ancak potansiyel gücü, varolan dinamikleri görmek ve onları açığa çıkarmakla yaşam bulabilirdi. Bu doğrultuda Kaypakkaya yoldaş şu ileri öngörüde bulunuyordu; “Kahraman işçi sınıfımızın, özverili köylülerimizin ve yiğit gençliğin çığ gibi büyüyen mücadelesi, hızla yayılan Marksist-Leninist yapıtlar, Çin’de Başkan Mao’nun önderliğinde yer alan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileri, bütün bunlar, ülkemizin toprağında yığınların mücadelesine önderlik edecek genç bir komünist hareketin fışkırmasına elverişli ortamı hazırlıyordu.” (İK Seçme Yazılar, sayfa 167) Tam da burada Kaypakkaya’nın azmi, potansiyeli, dinamikleri, gücü açığa çıkartma kabiliyeti anlaşılabilir. Kitlelere derinlikli bir güven, halkın üç silahı anlayışı, devrimin kitlelerin eseri olacağına tam uyumlu bir çalışma ve örgütlenme anlayışını açığa çıkartmıştır. Kaypakkaya’nın bu ileri öngörüsü çok açık olarak potansiyeli-gücü görerek onu açığa çıkarma iddiası yüklüdür. Dolayısıyla kitle mücadelesi ve kitle seferberliği yaratabilmek, kitleleri, kitlelerin yapısını, sosyal-kültürel, ekonomik, iktisadi durumlarını iyi tahlile dayanıyordu. Bunun yanında ülkenin siyasal yapısı ilerici-devrimci güçlerinin tespiti, dost-düşman ayrımı gibi konular da önemli meselelerdi.
Mao yoldaş “Herkes bilir ki, insan bir iş yaptığı zaman, o işin koşullarını niteliğini ve diğer şeylerle ilişkilerini kavrayamazsa, o şeyi yöneten yasaları bilmez, o işin nasıl yapılacağını bilemez ya da o işi hakkıyla yapamaz” der. Kaypakkaya yoldaşın ileri sürdüğü temel perspektiflere bakarak bilinçli bir faaliyetin unsurları oldukları ilk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu öncelikle kendisini Kemalizm konusunda gösterir. Zira Kaypakkaya’nın şu ifadelerinden de bunu açıkça görebiliriz: “Şimdi iyi biliyoruz ki; bizim Kemalizm hakkındaki yargılarımız Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İ. Selçuk’tan tutun da, TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-C, THKC, THKO ve Şafak Revizyonistlerine kadar, bütün burjuva küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır.” (İK Seçme Yazılar Sayfa 187) Bu, Kaypakkaya’nın bilinçli eyleminin somut bir halidir. Diğer bir yanıyla yine Mao yoldaşın deyimiyle “savaşın, devrimci savaşın yasaları”nı açık kavrayışın ifadelendirilmesidir.
60’lı 70’li yıllar dünya ölçeğinde olduğu gibi ülkemizde de siyasal, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin geliştiği, yoğunlaştığı yıllardır. 68 canlanmasıyla yakalanan ivme siyasal politik mücadele temelinde 70’li yıllara girildiğinde kendi içinde bir sıçrama yapmış, daha önce de belirttiğimiz gibi aynadaki görüntünün sorgulanması bunun sonucu olarak değiştirme pratiğine yönelişle sonuçlanmıştır. Artık siyasal politik mücadelenin araçları, yöntemleri, yolu vs. değişmiştir, eskisi gibi değildir. Gençlik hareketlerinin mücadelesi, işçi sınıfının, emekçi halkın, köylü kitlelerinin kendiliğinden gelme eylemleriyle birleşmiş, bu temelde gelişmiştir. 15-16 Haziran direnişinden çıkartılan derslerin bunda önemli bir payı vardır, artık devrim mücadelesi reformist, parlamentarist yollardan değil şiddete dayalı olacaktır. “71 Silahlı Devrimci Çıkışı” bu yeni siyasal mücadelenin örgütlenmesi anlayışının sonucunda açığa çıkmış devrimci bir atılımdır. Malum olduğu üzere bu çıkışa ana rengini kazandıran Deniz’de, Mahir’de ve ille de İbrahim’de somutlanan ideolojik, politik, teorik ve pratik duruş ve bunların bütün olarak ifadesi THKO, THKP-C ve TKP/ML olmuştur!
Faşizm koşullarında işçi sınıfının artan baskılara karşı kendiliğinden gelme hareketi 15-16 Haziran’da daha bir yoğunluklu olarak açığa çıkmıştı. Köylülerin eylemleri, 71 çıkışıyla gençlik hareketlerinin mücadelesinin reformist, parlamentarist anlayışlardan belli düzeylerde de olsa koparak silahlı mücadeleye ve bunun pratiğine yönelişlerine paralel ciddi bir kitle duyarlılığı oluşmuş, aynı zamanda kimi cuntacı düşüncelerin “sol darbe” beklediği ordu içerisindeki “9 Martçılar” olarak bilinen “solcu subay ve generaller” de açığa çıkmıştı. 12 Mart faşizmi tüm bunlara karşı muhtıra yayınlayarak faşist darbeyi gerçekleştirmiş “Balyoz Harekatıyla” halk kitlelerinin, işçi sınıfının tüm direnç noktalarına karşı saldırılarını yoğunlaştırmıştı.
Çağdaşlarına nazaran, gelişen işçi sınıfının mücadelesinden özellikle de 15-16 Haziran direnişinden İbrahim yoldaşın çıkardığı dersler çok önemli bir noktada durmaktadır. 15-16 Haziran direnişinden evvel ortaya koyduğu devrimin “şiddete dayalı” olacağının tespitiyle reformist düşünce ve anlayışların etkisinden tümüyle koparak iktidar hedefli mücadelenin reformist, parlamentarist yollardan değil kitlelere yaslanarak silahlı mücadeleyle yürütülmesinin başarı sağlayacağını bu iktidar hedefli mücadelenin de kırlardan şehirlere doğru gelişecek Halk Savaşı olacağını ortaya koyarak çağdaşı diğer devrimci önderlerden ayrılır.
15-16 Haziran direnişi Kaypakkaya yoldaşın ortaya koyduğu görüşleri doğrulamış, böylece yoldaş reformist, parlamentarist anlayışlardan koparak Şafak Revizyonizmine karşı da tavrında netleşme sağlamıştır. İbrahim yoldaş “Büyük işçi direnişine katılan, sıkıyönetim koşullarında mücadeleyi devam ettiren, kitleler arasında çalışma pratiği olan bir kısım kadrolar, büyük işçi hareketinden gereken dersi çıkarttılar. Geçmişte izlenen çizginin sağcı ve teslimiyetçi bir çizgi olduğunu, revizyonist bir çizgi olduğunu kavradılar. Fakat bu mücadeleyi uzaktan izleyen, kitleleri tanımayan bir kısım burjuva unsurlar, işçi hareketinden gereken dersi çıkartamadılar. Hatta yanlış dersler çıkarttılar. Kolay başarı umuduna kapıldılar. Böylece PDA saflarında yeni bir çelişme doğdu.” (Seçme Yazılar sayfa 278) diyerek bu noktanın altını çizmiştir. Burada boy veren Şafak Revizyonizmine karşı mücadeledir. Daha sonra DABK bildirgesiyle revizyonizme karşı tutum net olarak bir somuta varacaktır.
Kaypakkaya yoldaşın aktif devrimci mücadeleye kendini katışı TİP saflarında başlıyor. Somuttur ki çıkış noktasının burası olması varış noktasının da aynı olacağı anlamına gelmiyordu. Hedef ve amaçlar, kabullenişteki neden ve niçinlerin de bir ifadesini oluşturur. Zira Kaypakkaya’nın pratik-politik yaşamı açıkça bunun kanıtıdır. TİP’in reformizminden, parlamentarizminden etkilendiği dönem çıkış noktasıdır. Çok açık olarak MLM’ye ulaşması da varış noktasını oluşturur.
TC devletinin tahlili, Kemalizm ve ulusal sorun, klikler arası dalaş, devrimin niteliği, sınıf ittifakları, dost düşman ayrımı koşullarında Kaypakkaya çağdaşlarından ayrılır. Deniz, Mahir ve diğer siyasi aktörler 50 yıllık revizyonist, reformist çizgiyle ilişkilerini kesemezken İbrahim bilimum revizyonist, reformistleri “yerinden zıplatarak” özellikle de Kemalizm ve ulusal sorun/Kürt ulusal sorunu, devlet tahlili, parlamentonun niteliği, KP anlayışı, faşizm vb. konularda MLM sonuçlara ulaşmış, Kemalizm’de ilericilik devrimcilik arayanlara onun gerçek niteliğini ortaya koyarak MLM temelde bilimsel bir tutum (komünist tutum olarak da okunabilir) sergilemiştir.
Olgulara bakış, onu değerlendiriş, yorumlama ve sonuç çıkarma açısından baktığımızda İbrahim yoldaşın farklılıkları göze batar dereceğe açık ve sistemlidir. Kuşkusuz bu durum onun diyalektik tarihsel materyalist yöntemini sınıf bakış açısı ile doğru temelde birleştirebilmesinden, MLM kavrayışı nedeniyle analiz ve sentez gücünden ileri gelir.
Doğru ile yanlış arasındaki mücadelede yanlış ve hatalı olanların atılıp doğru olanların yerine konması, bunu da bir sonraki pratik yönelimde somutlamak İbrahim’in aynı zamanda öne çıkan bir özelliğidir. Bunun en açık örneğini Kaypakkaya’nın PDA saflarındayken yazdığı (Mayıs 1970) “İşçi Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politika” adlı yazısına, oradaki düşüncelerine karşı PDA’nın-H. Kıvılcımlı ve M. Belli’nin tespitlerine dayalı-“devrimin subjektif şartlarının hazırlanması” konusundaki ileri sürdükleri düşünceleri de eleştirerek kendi düşüncelerinde de aynı yanlışların olduğunu ifade edip ikircimsiz mahkum etmesidir. Yine aynı tutum orta burjuvazinin “Kurtuluş Savaşı”ndaki yerinin tespiti konusunda da görülür. Bu düşünsel temelde de pratik temelde de Kaypakkaya’nın doğru olmayan yanlarına tutumunu dönemin en ileri teorisine göre belirleme anlayışını özetler mahiyette olduğundan, önemlidir.
İçinde bulunduğu siyasal ortamı pratik ve düşünsel temelde sorgulamaya başlayıp olumsuzlaması bunla yetinmeyip siyasal politik tavrını zamanın en ileri olanına göre belirlemesi, bununla da yetinmeyip onu da sorgulamaya başlayarak olumsuzlaması ve mahkum edişle sonuçlandırması tek kelimeyle bilimsel düşünüş yönteminin sonucudur. Şu da nettir ki bu bilimsel düşünüş gıdasını Marksizm-Leninizm-Maoizm’den alır. Bir diğer ifadeyle Kaypakkaya’nın bilimsel düşünüşü, teori-pratik diyalektiğini MLM’nin temel bir yasası olan “somut koşulların somut tahlili” ilkesine tam uyumlu çalışma, düşünme, yorumlama, sonuç çıkarma, inceleme ve araştırma yönteminde görürüz. Mao yoldaşın deyimiyle; “Pratik, bilgi gene pratik ve gene bilgi. Bu süreç sonsuz döngüler içinde tekrarlanır ve her döngüyle birlikte pratiğin ve bilginin içeriği bir üst düzeye yükselir. Bütün bir diyalektik materyalist bilgi teorisi budur. Bilme ile yapmanın birliği diyalektik materyalist teorisi budur.” (Mao-Pratik Üzerine) Bu açıdan “Çorum ilinde sınıfların tahlili”, “Kürecik bölge raporu” gibi çalışmalar (daha önce çağdaşlarının pek de yönelmediği) örnek teşkil eder. Ülke gerçekliğini, somutu tahlil ederek buna uygun mücadele yöntemlerinde bilimsel sonuçlara ulaşır İbrahim. Zira Halk Savaşı Stratejisinin Türkiye somutuna uygun siyasal iktidar mücadelesi olduğu tespiti de bu bilimsel sonuçların neticesidir.
Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız meselelerden de anlaşılacaktır ki Kaypakkaya yoldaşı 68 canlanmasından, onun siyasal politik muhtevasından, 71 silahlı devrimci çıkışından, dönemin devrimci önderleri ve ilerici unsurlarından, 50 yıllık revizyonizm ve reformizm batağından ayıran ve koparan üç temel özellik vardır. İdeolojik olarak revizyonizme karşı net tutum, teorik ve pratik olarak ülke tahlili ve devrimin yolu konusunda berrak bir ele alış ve bunlara uyumlu pratik devrimci tavır.
Tün bunlara bakarak rahatça ifade ediyoruz ki Kaypakkaya’nın ideolojik-politik ve pratik duruşuna damgasını vuran MLM’dir. Ve O revizyonistlere karşı mücadelesinde MLM’yi kararlılıkla savunur. Zira Kaypakkaya yoldaşın Şafak Revizyonistlerinin MLM’nin sınıfsal niteliğini inkar ederek tahrif etmelerine karşı tavrı çok açıktır. Şöyle diyor yoldaş; “Şafak Revizyonistlerine göre “Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi bütün insanlığın ortak malıdır.” Revizyonist hainler, dünya işçi sınıfının malı olan Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni, sınıflar karşısında tarafsız olan ve hangi sınıfın elindeyse o sınıfa hizmet eden üretim araçlarına, matbaa makinasına benzetmektedirler. Şafak Revizyonistleri, her komünistin bilmesi gereken ve Marksizm’in-Leninizm’in abecesi olan en ilkel gerçekleri bile çiğnemekte tereddüt etmiyorlar. Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşünçesi’nin iki karakteri vardır, biri sınıfsal karakteridir, yani bir sınıfın proletaryanın hizmetinde olmasıdır; ikincisi de, pratik karakteridir, yani sınıf mücadelesi, üretim mücadelesi ve bilimsel deney pratiğinden doğması ve tekrar pratiğe uygulanabilir olmasıdır. Revizyonistler, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni en önemli özelliğinden sınıfsal karakterinden koparmışlar; böylece onu proletaryaya ne ölçüde hizmet ediyorsa burjuvaziye ve toprak ağaları sınıfına da aynı ölçüde hizmet edecek “ilahi bir ahlak felsefesi” durumuna düşürmüşlerdir. Kaldı ki her ahlak felsefesinin bile bir sınıfsal karakteri vardır. Marksizm-Leninizm-Mao Zedugn Düşüncesi’ni bu kadar bayağılaştırabilmek, büyük bir yetenek(!), çok ince ve kıvrak bir zeka ister ki o da bizim revizyonistlerimizde bol bol vardır.(…) Bugün dünyamızda insanlık, sınıflara bölünmüştür ve bu sınıflar arasında kıyasıya bir mücadele vardır; proletarya elinde Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi silahıyla toplumun bir kesimini arkasına toplamış gericiliğe karşı bir ölüm kalım savaşı vermektedir.” (İK Seçme Yazılar, sayfa 414-415-416) Buradan da açıkça anlaşılacaktır ki Kaypakkaya’yı çağdaşlarından ayıran temel özelliklere Marksizm-Leninizm-Maoizm damgasını vurmuştur. Kaypakkaya’nın teorik, politik ve pratik bütününden bu niteliğine rağmen onun duruşunun Maoizm’den ayrı ele alınmaya çalışılması doğru değildir. O’nu böyle ele almak Kaypakkaya’yı anlayamamanın kavrayamamanın sonucudur. Bu tür yaklaşımları böyle değerlendiriyoruz. Kaypakkaya yoldaş Marksist-Leninist-Maoist olduğu için komünisttir. O’nun kurduğu Proletarya Partisi Marksist-Leninist-Maoist olduğu için KP’dir.
Bitirirken şunları da ifade edelim, 71 Silahlı Devrimci Çıkışında Deniz’de, Mahir’de somutlanan pratik-politik duruş; hangi açıdan bakılırsa bakılsın esasen devrimcidir. Kaypakkaya bu çıkışın komünist yüzüdür.
Onların kısa fakat nefes nefese, soluk soluğa yaşadıkları hayatı, mücadelenin temel niteliğini tam da şairin ifade ettiği;
“Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya da dünyamıza inecek ölüm!”
dizeleri karakterize eder. Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in faşizmin idam sehpalarından haykırışı, Mahir ve yoldaşlarının Kızıldere’de “Biz buraya dönmeye değğil ölmeye geldik!” şeklindeki açık tavrı, İbrahim’in Diyarbakır işkencehanelerinde büyüttüğü ser verip sır vermeme geleneği bunun içindir: Ya ölü yıldızlara götürülecektir hayat ya da dünyamıza inecektir ölüm!
“Kadrolar hakkında hüküm vermeyi becermek gerekir. Bir kadronun yalnız belli bir hayat dönemini veya tek bir olayını değil, aynı zamanda geçmişinin ve çalışmalarının bütününü göz önünde bulundurmalıyız. Bir kadro hakkında hüküm vermenin başlıca metodu budur.”
Mao ZEDUNG
Proletaryanın burjuvaziyle birlikte tarih sahnesindeki yerini almasıyla iktidar hedefli yürüyüşünün ihtiyacı olarak doğan ve bu doğrultudaki politik aracı olan Komünist Partisi ülkemizde ilk olarak 1920’li tarihlerde ortaya çıkmıştı. Bir yıl gibi kısa bir sürede ülkedeki “Kurtuluş Savaşı”na katılmak, emperyalizme karşı savaşmak için, 15 Eylül 1920’de Bakü’de yapılan “Türkiye Komünist Teşkilatları 1. Kongresi” sonucunda önder kadrolarıyla birlikte ülkeye giriş yapan TKP daha bu anda faşist Türk hakim sınıfları, onların temsilcisi Kemalistler tarafından hedef alınmış, Karadeniz’de Mustafa Suphi ve TKP önder kadrolarının yani 15’lerin katledilmesiyle ilk yenilgisini almış diğer anlamıyla da faşizm tarafından tasfiye edilmişti.
Mustafa Suphi önderliğindeki komünist partinin “Kurtuluş Savaşı”nın önderliğini ele geçirmesi, dolayısıyla “Kurtuluş Savaşı”nın gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşına dönmesi ihtimaline karşı, faşist diktatörlük çareyi 15’lerin katledilmesinde aramış ve bundan da sonuç almıştır.
Faşist Türk hakim sınıflarının M. Suphi’leri katletmesi sonrası TKP Şefik Hüsnü önderliğine geçmiş, esas anlamda “reformcu orta burjuvazi”nin siyasal temsilcisi olarak; revizyonist, reformist bir çizgiye gelmişti. M. Suphi önderliğinin komünist TKP’si Şefik Hüsnü önderliğine geçmesiyle sistemden kopuş yerine onunla uzlaşmayı, onun bir parçası olmayı öne çıkaran TKP kimliğine bürünmüştü. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın tespitiyle TKP; “Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra kesin sağcı ve revizyonist bir çizgi izlemiştir. Partinin önderliğini ele geçiren Şefik Hüsnü, Kemalistlerden, sosyalist devrim yapmalarını bekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır.” (İK Seçme Yazılar)
Bu “sağa revizyonist çizgi” Türkiye devrimci hareketinde (TDH) 50 yıllık bir boşluğun karşılığı olarak bilinir. Silahlı mücadeleye sırt çevirme, köylülüğün devrimdeki rolünü kavrayamama, faşist diktatörlüğün diğer azınlık milliyet ve uluslardan (Kürt, Ermeni, Rum vd.) halka zulmüne göz kırparak, yüzünü sistemin içine çevirmek bu 50 yıllık boşluğun kimi özellikleridir. Bu bir ölçüde “71 Silahlı Devrimci Çıkışı”yla kırılmışsa da daha açık olarak 1972 Nisan’ında İ. Kaypakkaya yoldaşın kurucusu olduğu TKP/ML’nin tarih sahnesindeki yerini alışıyla gerçekleşmiş, O’nun şahsında Marksizm-Leninizm-Maoizm temelde bir kopuşa dönüşmüştür.
Nasıl ki Marks, piyasa koşulları, ihtiyaçları ve güvenliği için kılıktan kılığa giren burjuvazinin her çeşidine karşı işçi sınıfının ideolojisini geliştirmiş enternasyonal proletaryanın bayrağını yükseltmiş ise; Lenin yoldaş Kautsky, Bernstein hainlerine karşı bu bayrağı taşımışsa; Stalin yoldaş Troçki, Buharin, Zinovyev vs.ye karşı bu bayrağı savunmuşsa, korumuşsa; Mao yoldaş Çin devrimiyle, sonrası Kruşçev modern revizyonizmine karşı aldığı ML tutumla ve kapitalist yolculara karşı başlattığı “Büyük Proleter Kültür Devrimi”yle bu bayrağı yükseltmişse; Mustafa Suphi’lerin katledilmesi sonrası TKP’ye hakim hale gelen Şefik Hüsnü önderliğindeki revizyonist-oportünistlere ve kendi döneminin “sol”, “sosyalist” söylemli revizyonist, reformist, cuntacı düşüncelerin aynı sınıfsal yapıdaki temsilcileri TİP, Doğan Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, M. Belli’den TİİKP’ye kadar olan siyasi aktör ve oluşumlara karşı onlarla mücadele içerisinde olan Kaypakkaya yoldaş da 72’nin Nisan’ında TKP/ML’yi kurarak 50 yıllır revizyonizm, ve reformizme son vermiş bu bayrağı korumuş ve savunmuştur.
Kaypakkaya’nın Türkiye Devrimci Hareketi’ndeki (TDH) yerinin tespiti açısından buranın anlaşılması önemli bir noktadır. İbrahim yoldaş TDH’nin eksikliğinin KP olduğunu, var olan örgüt ve grupların KP vasıflarıyla uyumlu olmadığı gibi onu ters yüz ettiğini görerek pratiğini şekillendirir. İbrahim yoldaşın MLM temeldeki teorik pratik tavrı revizyonizm, reformizmle mücadele içerisinde gelişmiş, bu gelişim Kaypakkaya’yı Proletarya Partisini kurmaya taşımıştır. Bu süreçteki temel anlayış ve yönelimi İbrahim yoldaşın şu sözleri öz olarak ifade eder; “Bugün ülkemizde komünist devrimcilerin esas görevi silahlı mücadele içinde halkın üç silahını inşa etmektedir. Subjektivizmden, revizyonizmden ve dogmatizmden arınmış, kitlelerle kaynaşmış, teoriyle pratiği birleştiren, özeleştiri yöntemini uygulayan, çelik disiplinli bir komünist partisi böyle bir partinin önderliğinde halk silahlı kuvvetleri, yine böyle bir partinin önderliğinde halkın birleşik cephesi” anlayışı… Kaypakkaya yoldaş ülkemiz komünistlerinin esas görevini doğru tespit etmekle kalmamış bu tespite uygun pratiğiyle de örnek tavrı ortaya koymuştur. Örgüt biliminin temel konularında düşünce netliği ve anlayış berraklığı sayesinde Kaypakkaya proletaryanın politik karargahı olarak, Demokratik Halk Devrimi mücadelesinde komünist partinin önemini kavramış, devrim mücadelesinin örgütlenmesi ve yöneltilmesi için partiyi inşaya yönelmiştir. Zira enternasyonal proletaryanın bayrağının korunup savrulması ancak “Halkın üç silahı” anlayışı ve bunun inşasıyla mümkün olabilirdi.
Ülkemizde 60’lı yılların ortalarından başlayarak, sonlarına doğru işçi sınıfı ve emekçi halkın ve gençliğin mücadelesinde ayakları üzerine doğrulma, bir canlanma açığa çıkmış, her yanı etkisi altına almış, ülkemiz devrim hareketi üzerindeki “ölü toprağı” yavaş yavaş atılmaya başlamıştı. Kuşkusuz revizyonizm, reformizm ve uluslararası komünist hareket içerisindeki tartışmalar, modern revizyonizmin etkileri de militan kitlesel yükselişe paralel olarak kırılmaya, ideolojik, politik temeldeki saflaşmalarda hızlanmaya başlamıştı.
Bu kırılma ve saflaşma on yılın sonuna doğru 68 kuşağıyla daha artış göstermeye başlamıştır. “68 Kuşağı” diğer ifadesiyle “68 Haraketi” bir canlanmanın, dirilmenin uç verdiği yıllar olarak genel anlamda dünyada yerel anlamda ülkemizde toplumsal muhalefetin, gençlik hareketleriyle, işçi sınıfının ve emekçi halk yığınlarının eylemleriyle, ezilen Kürt ulusunun mücadelesiyle; sömürü düzenlerine isyanın, aynada o zamana kadar görülen görüntünün bozulmasının ifadesidir.
Ülkemizde 68 Hareketinin ya da 68 canlanmasının salt bir öğrenci hareketi derekesine indirgenmesine karşın işçi sınıfının, emekçi halkın, köylü kitlelerinin de katıldığı “toplumsal bir hareket” niteliğine sahip olduğunu bu eksende baktığımızda daha açık olarak görebiliriz. Ki genel anlamda dünyadaki bu yıllara denk gelen sosyal, siyasal canlanma ve dirilme yönlü hareketlerin genel muhtevasına toplumsal bir hareket alma niteliği damgasını vurur.
Emperyalizmin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ekonomik olarak “istikrarlı” bir süreç yaşamıştır. Bu savaşa sebep olan hegemonya bunalımını, keskinleşen, derinleşen çelişkileri; yeniden paylaşımla sonuçlandıran emperyalistler, yeni bir buhran/kriz dönemine kadar bu süreci istikrarlı bir biçimde götürmüştür.
Genel olarak toplumsal muhalefetin gelişme düzeyine bakarak 60’lı yıllara doğru emperyalist kampın saldırganlıklarının artışı, emperyalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin derinleşmesini de getirmiştir. Bunun açık ifadesi dünyada 68 kuşağının, öğrenci gençliğin anti-emperyalist ruhu ve militanlığıyla gelişip işçi sınıfı, emekçi halk ve köylü kitleleriyle birleşmesi, toplumsal bir isyan haline dönüşmesidir.
Emperyalizmin bu artan saldırganlığı gelişme, yayılma ve hegemonya siyasetinin neden olduğu açlık, yoksulluk ve zulüm, dünya ölçeğinde 68 canlanmasının nesnel koşullarını hazırlamıştır. Bu nesnel zemini, emperyalizmin sürekli olan, dönem dönem daha da yoğunlaşıp sıkışan politik-ekonomik krizleri üretir. Krizlerin sürekliliği tekelci emperyalizmin gözü dönmüş doymazlığnın, aşırı üretiminin sonucu olarak kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşir. Keynesçi ekonomi politikaları, Marshall Planı gibi ekonomik politikalar yine emperyalizmin aşırı üretim ve birikiminin neden olduğu bir krizin sonucunda oluşmuş ekonomi politikalarıdır. Tüm bunlar çıkışlarındaki iddiaların tersine ezilen sömürülen halkların açlık ve yoksulluğunu daha da boyutlandırmıştır. 68 canlanması da yine bu şekilde emperyalizmin genel çerçevede krizinin yoğunlaştığı ve bunun neden olduğu açlık ve yoksulluğa karşı öfke zemininden yükselirken, Vietnam halkının emperyalizme özel olarak da Fransız ve Amerikan emperyalizmine karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi ve bu doğrultuda elde ettiği zaferler, Çin’de Başkan Mao önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin tüm dünyaya yayılan, etkisi Latin Amerika’da, Avrupa’da, Asya’da gelişen kitle mücadeleleri, Hindistan’da Çaru Mazumdar önderliğindeki Naksalbari hareketinin mücadelesi aynı zamanda bu canlanmadaki etkenlerdir.
60’lı yılların temel özelliği bu eksende şekillenirken en belirgin anlamda, siyasal zeminde aynadaki görüntünün sorgulanmaya başlaması, o görüntüyü değiştirmek çabası ve pratiğidir. Ülkemiz özgülünde bu pratik reformist, parlamentarist düşüncelerden çıkış zeminini oluşturur. THKO, THKP-C’nin ‘71 silahlı devrimci çıkışı”ndaki reformizmden (tam olarak olmasa da) kopuşu da bu zemin üzerinden yükselir. 68 canlanması anti-emperyalist, anti-kapitalist ruhuyla dünyanın birçok ülkesinde de-tıpkı ülkemiz somutunda olduğu gibi-gençlik hareketlerinin kendi içinde bir üst aşamaya sıçraması, bir diğer ifadeyle siyasal süreçlerinin gelişerek aşılması ve siyasal temelde bu sıçramaya uygun örgütlü silahlı mücadele anlayışı ve pratiğinin çıkışıyla yeni sonuçlara ulaşır.
Ülkemiz özgülünde bu örgütlü silahlı mücadele hareketlerinin çıkışı ‘71 silahlı devrimci çıkışı’yla karakterize edilmektedir. Bu temelde belli açılardan 71 çıkışının yeri ve önemi ayrıdır. Bu karakterine rağmen 71 çıkışında THKO, THKP-C’nin sistemle, Kemalizmle tam olarak bir hesaplaşmasının gerçekleşememesi komünist parti anlayışını geliştirememelerine neden olur. Tüm bunlardan kesin ve net olarak kopuşu daha sonra yine bu süreç içerisinde gelişen İbrahim yoldaşta görüyoruz. Ki bu da TKP/ML’nin kuruluşuyla somuta varmıştır.
Ülkemiz devrimci hareketi, üzerindeki “ölü toprağını” yavaş yavaş atmaya revizyonizm, reformizm ve Uluslararası Komünist Hareketin (UKH) içerisindeki tartışmalara paralel modern revizyonizmin etkileri de militan kitlesel yükselişle birlikte kırılmaya, ideolojik, politik temeldeki saflaşmalar da hızlanmaya başlamıştı diye belirtmiştik. Bu saflaşmayı en belirgin anlamda açığa çıkaran, ideolojik çerçevede “ak ve kara”yı belirleyen bu dönemdeki SBKP ve ÇKP arasındaki tartışmalardır. Daha doğrusu Kruşçev modern revizyonizmine karşı Başkan Mao önderliğindeki ÇKP’nin ML tutum alarak karşı çıkışı temelinde yükselen saflaşmalardır. Bu saflaşmalarda tutum ve pozisyon alış aynı zamanda modern revizyonizmle, Marksizm-Leninizm arasında safını belirlemek anlamına geliyordu.
İbrahim yoldaş bu dönemde UKH içerisinde, Kruşçev modern revizyonizmi ve ÇKP arasındaki tartışmalarda diğer bir ifadeyle modern revizyonizm ve Marksizm-Leninizm arasındaki tartışmalarda Başkan Mao önderliğindeki ÇKP’nin ML çizgisinden yana tavır alarak UKH içerisindeki saflaşmada yerini belirlemiştir. Bunda 1966 Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin etkileri, Mao yoldaşın “Burjuva Karargahları Bombalayın!” talimatının İbrahim’de cevap bulması belirleyici olmuştur. Zira Milli Demokratik Devrim görüşünün safları içerisindeki ayrışmada (1969 sonu 1970 başı) Kaypakkaya’nın Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) saflarını tercih etmesinde (pratik eylemin çekiciliğine kapılıp Dev-Genç saflarına katılması için uygun ortam varken) PDA’nın UKH içerisindeki saflaşmalara yönelik tutumu önemli bir etkendir. Bu süreçte PDA ve Kaypakkaya dışında olan M. Belli, H. Kıvılcımlı, D. Avcıoğlu vs. gibi siyasi aktürler UKH içerisindeki tartışma ve saflaşmalarda “taraf olmamayı” tercih etmişlerdir. Sonuç olarak tarih bu mücadelede “tarafsız kalmayı” yeğleyenleri değil Kruşçev modern revizyonizminin ipliğini pazara çıkaran Mao önderliğindeki ÇKP’yi, onun ML çizgisini, ülkemiz özgülünde ÇKP’nin ML çizgisinden yana tutum belirleyip Kruşçev modern revizyonizmine karşı pozisyon alanları haklı çıkarmış, doğrulamıştır.
Dünya yine Ekim ayında bu sefer Çin gibi hem yüzölçümü, hem nüfus açısından oldukça büyük bir ülkede bir devrime daha sahne olmuştu. 1 Ekim 1949’da Çin Komünist Partisi Başkan Mao önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan ederek Çin proletaryasının zaferini muştulamıştı. Çin devriminin önemi; dünya dengelerinin sosyalizm lehine sarsılması, emperyalizme karşı Sosyalist Blok’un genişlemesi ve bunun getirdiği avantajlar gibi etkilerinin yanında yarı sömürge yarı feodal ülkelerde devrimin yolu, stratejisi, dostları, düşmanları gibi sorulara getirdiği cevaplarla daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle de emperyalizmin ülke içindeki gerici dayanakları olan komprador burjuva sınıfı, bürokrat kapitalizm çözümlemeleri (Kaypakkaya’nın Kemalizm tahlilinde, hakim sınıfları tespitinde yararlandığı çözümlemeler) bu kesime ve toprak ağalarına, emperyalizm ve tüm gerici sınıflara karşı mücadelenin uzun süreli Halk Savaşı Stratejisini öngörmesi, ML açısından henüz yanıt bulmamış konulara cevap niteliğindeydi. Ayrıca Mao yoldaşın ML’ye yaptığı önemli noktalardaki katkıları ve MLM aşaması olarak devrim bilimindeki yerini alması yönüyle farklı bir önemi vardır. Çin devriminin ve Başkan Mao’nun asıl önemi buralardan anlaşılabilir.
Özellikle de “Emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nda emperyalizm ve işbirlikçilerinin zayıf yanlarının tespiti buna uygun savaş stratejisinin geliştirilmesi konusu açıklık kazanmış, kırsal alanlarda emperyalizmin ve işbirlikçilerinin şehirlere oranla daha zayıf oldukları, iktidar mücadelesinin yarı sömürge yarı feodal ülkelerde kırlardan şehirlere doğru Halk Savaşı yoluyla gelişeceği netlik kazanmıştı. Bu yarı sömürge yarı feodal ülkelerde devrimin hangi yollardan gerçekleşeceği sorusunun artık yanıtlandığı anlamını taşıyordu. Ku bu söz konusu durum aynı zamanda ML’nin MLM aşamasına gelişindeki soruların cevabını da içinde taşımaktadır. Felsefi alanda, politik ekonomi alanında, bilimsel sosyalizm alanında Başkan Mao’nun ML’nin temel bileşenlerine nitel katkıları buranın anlaşılmasıyla görülebilir.
Marksizm üretim faaliyetlerinin gelişmesine paralel olarak sınıf mücadelesinin büyümesi, keskinlik kazanmasıyla birlikte ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu noktada ikinci nitel sıçramasını da yine sınıf mücadelesinin en şiddetli olduğu Rusya noktasında Lenin yoldaş şahsında gerçekleştirmiştir. Üçüncü nitel aşaması olan Maoizm yine sınıf mücadelesinin en keskin biçimiyle yaşandığı yarı sömürge, yarı feodal bir yapıya sahip olan Çin noktasında Mao yoldaş şahsında gerçekleşmiştir. Bunun nedenlerine cevap yine emperyalizmin en zayıf halkası yarı sömürge yarı feodal toplumlardaki şiddetli sınıf mücadelesi pratiğidir. Elbette ki Marksizm’in gelişmesi salt sınıf mücadelesinin oranı ile ölçülemez. Sınıf mücadelesinin Marksizm’in gelişmesinde temel bir noktada olduğunun altını çizmektir kastımız.
Kaypakkaya yoldaş Çin devrimini, onun gelişme stratejisini bu yönleriyle ele almış, incelemiş ve bu pratikten çıkan evrensel dersleri ülke somutuna, sınıf mücadelesi pratiğine uyarlamıştır. Kaypakkaya’nın ileri MLM kavrayışını başlıca çelişmeler ve baş çelişki tespiti, parti içi iki çizgi mücadelesi anlayışı, devrimin yolu, başlangıç noktası, gelişmesi, Halk Savaşı Stratejisini kavrayışı, sınıf ittifakları, “kızıl siyasi üsler” anlayışı ve bu yönde ortaya koyduğu temel tezlere bakılarak rahatlıkla görülecektir… Ki Kaypakkaya yoldaş da bunu “Hareketimiz BPKD’nin ürünüdür” diyerek somutlamıştır. Evet, İbrahim yoldaş “dünya devrimci pratiği içinde örnek aldığı siyasi hareketlerin de etkisiyle, özellikle MZD’nin (Mao Zedung Düşüncesinin) şaşmaz bir savunucusu olarak kendisini diğerlerinden ayıran bir çizgi seçtiği için farklı bir örgütlenme tarzını temsil et”miştir. (A. Çubukçu, Bizim 68).
Yoldaş, bizim gibi yarı sömürge yarı feodal iktisadi yapıda olan ülkelerde KP’nin öncülüğünde yerli işbirlikçi egemen sınıflara ve emperyalizme karşı silahlı mücadeleye verilecek olan siyasi iktidar mücadelesinin kırlardan şehirlere doğru gelişecek Halk Savaşı Stratejisi olduğunu, ülke somutunu diyalektik materyalist yöntemle analiz edip sentez olarak ortaya koymuştur. Kaypakkaya yoldaş bu sonuca Başkan Mao’nun Halk Savaşı teori-pratiğiyle ülke somutunun analizi ve sentezini buluşturarak ulaşır.
Başkan Mao önderliğinde ÇKP 1949’da Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirerek tarih sahnesindeki yerini almakla kalmamış yarı sömürge yarı feodal ülkelerde sosyalizme giden yolu, bunun politik ekonomik temelini ve biçimlerini de geliştirerek işçi sınıfı ideolojisine ve dünya devrimine de önemli katkılarda bulunmuştu. Demokratik Halk Devriminin gerçekleştirilmesi ve hızla sosyalizme geçerek komünizme ulaşmak nihai hedef olarak; Çin Demokratik Halk Devrimi’nin, Yeni Demokrasi kültürünün, tabii ki de ÇKP’nin önünde duruyordu. ML aşamalı devrim teorisinin gereği olarak demokratik devrimden sonra sosyalizme geçişle sınıf mücadelesi sonlanmış olmuyordu. Burjuvazinin üretim araçları karşısındaki pozisyonu eskisi gibi olmasa da onun ruhu tam da içteydi! Onu tamamen yenmek, sosyalist düşünceyi yeniden yeniden üretmek için sürekli devrimler gerekiyordu. Bu noktada 1966 BPKD’sinin esas anlamını bulur. Sosyalizmde sürekli devrimlerin yapılması, devrimin kendisi kadar zaruridir. Bu durum dünya devrimci, komünist hareketleri/mücadelesi açısından da ilk pratik olduğundan çokça tartışılmıştır. Sorun, 1966 BPKD’ye kadar pratik olarak yanıtlanmamış olan sorunun cevaplanmasında sosyalizmden komünizme doğru giden yolda devrimlerin proletarya diktatörlüğü altında sürdürülüp sürdürülmemesi sorunudur. BPKD bu sorunun cevabını çok açık olarak vermiştir.
Mao yoldaş “Tarih bize doğru siyasi ve askeri çizgilerin kendiliğinden ve sakin bir şekilde değil ancak mücadele içerisinde ortaya çıkıp geliştiklerini gösterir” der. BPKD de yoğun bir mücadele içerisinde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. İlerleyen süreçlerde Devrimci Enternasyonal Hareket’in deklerasyonunda BPKD’ye ilişkin şu ifadeler yer alıyordu: “Bugün dünyadaki Maoist çevrelere göre BPKD proletarya diktatörlüğünün ve toplumun devrimcileştirilmesinin en ileri tecrübesini temsil eder. İlk kez işçiler ve devrimci öğeler sosyalizmde sınıf mücadelesinin niteliği, sosyalist toplumun bağrından kaçınılmaz olarak çıkacak ve bilhassa parti önderliğinin kendisi içinde yoğunlaşan kapitalist yolculara karşı ayaklanıp onları devirmenin, sosyalist dönüşümleri daha da ilerletmenin ve bu kapitalist öğeleri yaratan toprağı deşip temizlemenin zorunluluğu hakkında berrak bir anlayışla silahlanmışlardı.”
Evet! BPKD’nin teori ve pratiği kapitalist yolcuları yaratan “toprağı deşip temizlemenin” somut karşılığı olarak her türlü tasfiyeciliğe karşı mücadele içerisinden çıkmış ve gelişmiştir. BPKD bu niteliğiyle dünya genelinde bir etki yaratmış, dışta modern revizyonizme içte kapitalist yolculara karşı mücadele ederek bilimsel sosyalizm yolunda önemli bir rol üstlenmiştir.
Ülkemiz somutunda BPKD’nin en berrak bir şekilde İbrahim Kaypakkaya yoldaşta karşılık bulur. Kaypakkaya UKH içerisindeki saflaşmada net tutumunu ülke içerisinde de boyutlandırmış TKP’ye çöreklenmiş revizyonizme, reformizme tavır, daha ileri düzeyde Şafak Revizyonizmine karşı MLM temelde mücadele ederek gerçek yüzlerini açığa çıkarmış kesin kopuşu gerçekleştirmiştir.
Kaypakkaya’nın bu sürecini özce ifade etmek gerekirse; “…Kaypakkaya’nın ideolojik gelişimi ve ülkemizde MLM biliminin somutlanması süreci Kaypakkaya’nın TİP saflarında başta öğrenci gençlik olmak üzere kitle mücadeleleri içinde yani devrimci saflarda yer almaya başlaması, bu saflardayken TİP’e yön veren anlayışı yoğun bir biçimde sorgulanması ve bu sorgulamanın sonucu olarak parlamentarizmden, reformizmden kopuş (1967-68), Milli Demokratik Devrim saflarında yer alışı (1968 Sonbaharından itibaren), MDD safları içerisindeyken bu anlayışa yönelik sorgulayıcı bir yaklaşım sonucunda bu saflarda yoğun olarak görülen askeri darbeci, fokocu anlayışlardan kopuş ve kitlelerin devrimdeki rolü konusunda netleşmesi, MDD saflarında yaşanan ayrışmada Proleter Devrimci Aydınlık saflarında yer alışı (Aralık 1969 ile Ocak 1970), PDA saflarında gerçekleştirdiği sorgulama sonucunda, bu hareketin devamcısı olan Şafak Revizyonistlerinden kopuyu (1970-71-72) ve en sonu programatik tezlerini ortaya koymasıyla birlikte MLM dönem (1972-73).” (Partizan dergisi) Bu kısa kronolojiden de anlaşılacağı gibi işçi sınıfının, proletaryanın ideolojisinde pratik, politik mücadelede Kaypakkaya yoldaş MLM yönünde sürekli kopuş gerçekleştirmiş, koparken burjuva ideolojisinin onda büründüğü biçimlerini mahkum ederek, yoğun bir mücadele içerisinde sürekli ilerlemiştir. O’nun kesinlikle TDH’nin komünist yüzü olması burada anlamını bulur.
TDH’de bu dönemde yaygın olan revizyonist, parlamentarist, cuntacı düşüncelerden, bunların arasından sıyrılıp çıkan bir kopuşun temsilcisi olarak Kaypakkaya gelişimi sürecinde dönemin bol “sol”, “sosyalist” söylemli şiirin sözlerine tav olmayarak araştırmacı, incelemeci, sorgulayıcı özellikleriyle öne çıkmış, en ileri en devrimci teoriyle donanmak için kendi deyimiyle “Bilgili Taraftar” olmanın pratiğine soyunarak MLM klasikleri okumaya incelemeye yönelmiştir.
Gelişimi hızlandırmak ancak potansiyel gücü, varolan dinamikleri görmek ve onları açığa çıkarmakla yaşam bulabilirdi. Bu doğrultuda Kaypakkaya yoldaş şu ileri öngörüde bulunuyordu; “Kahraman işçi sınıfımızın, özverili köylülerimizin ve yiğit gençliğin çığ gibi büyüyen mücadelesi, hızla yayılan Marksist-Leninist yapıtlar, Çin’de Başkan Mao’nun önderliğinde yer alan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan etkileri, bütün bunlar, ülkemizin toprağında yığınların mücadelesine önderlik edecek genç bir komünist hareketin fışkırmasına elverişli ortamı hazırlıyordu.” (İK Seçme Yazılar, sayfa 167) Tam da burada Kaypakkaya’nın azmi, potansiyeli, dinamikleri, gücü açığa çıkartma kabiliyeti anlaşılabilir. Kitlelere derinlikli bir güven, halkın üç silahı anlayışı, devrimin kitlelerin eseri olacağına tam uyumlu bir çalışma ve örgütlenme anlayışını açığa çıkartmıştır. Kaypakkaya’nın bu ileri öngörüsü çok açık olarak potansiyeli-gücü görerek onu açığa çıkarma iddiası yüklüdür. Dolayısıyla kitle mücadelesi ve kitle seferberliği yaratabilmek, kitleleri, kitlelerin yapısını, sosyal-kültürel, ekonomik, iktisadi durumlarını iyi tahlile dayanıyordu. Bunun yanında ülkenin siyasal yapısı ilerici-devrimci güçlerinin tespiti, dost-düşman ayrımı gibi konular da önemli meselelerdi.
Mao yoldaş “Herkes bilir ki, insan bir iş yaptığı zaman, o işin koşullarını niteliğini ve diğer şeylerle ilişkilerini kavrayamazsa, o şeyi yöneten yasaları bilmez, o işin nasıl yapılacağını bilemez ya da o işi hakkıyla yapamaz” der. Kaypakkaya yoldaşın ileri sürdüğü temel perspektiflere bakarak bilinçli bir faaliyetin unsurları oldukları ilk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu öncelikle kendisini Kemalizm konusunda gösterir. Zira Kaypakkaya’nın şu ifadelerinden de bunu açıkça görebiliriz: “Şimdi iyi biliyoruz ki; bizim Kemalizm hakkındaki yargılarımız Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İ. Selçuk’tan tutun da, TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-C, THKC, THKO ve Şafak Revizyonistlerine kadar, bütün burjuva küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır.” (İK Seçme Yazılar Sayfa 187) Bu, Kaypakkaya’nın bilinçli eyleminin somut bir halidir. Diğer bir yanıyla yine Mao yoldaşın deyimiyle “savaşın, devrimci savaşın yasaları”nı açık kavrayışın ifadelendirilmesidir.
60’lı 70’li yıllar dünya ölçeğinde olduğu gibi ülkemizde de siyasal, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin geliştiği, yoğunlaştığı yıllardır. 68 canlanmasıyla yakalanan ivme siyasal politik mücadele temelinde 70’li yıllara girildiğinde kendi içinde bir sıçrama yapmış, daha önce de belirttiğimiz gibi aynadaki görüntünün sorgulanması bunun sonucu olarak değiştirme pratiğine yönelişle sonuçlanmıştır. Artık siyasal politik mücadelenin araçları, yöntemleri, yolu vs. değişmiştir, eskisi gibi değildir. Gençlik hareketlerinin mücadelesi, işçi sınıfının, emekçi halkın, köylü kitlelerinin kendiliğinden gelme eylemleriyle birleşmiş, bu temelde gelişmiştir. 15-16 Haziran direnişinden çıkartılan derslerin bunda önemli bir payı vardır, artık devrim mücadelesi reformist, parlamentarist yollardan değil şiddete dayalı olacaktır. “71 Silahlı Devrimci Çıkışı” bu yeni siyasal mücadelenin örgütlenmesi anlayışının sonucunda açığa çıkmış devrimci bir atılımdır. Malum olduğu üzere bu çıkışa ana rengini kazandıran Deniz’de, Mahir’de ve ille de İbrahim’de somutlanan ideolojik, politik, teorik ve pratik duruş ve bunların bütün olarak ifadesi THKO, THKP-C ve TKP/ML olmuştur!
Faşizm koşullarında işçi sınıfının artan baskılara karşı kendiliğinden gelme hareketi 15-16 Haziran’da daha bir yoğunluklu olarak açığa çıkmıştı. Köylülerin eylemleri, 71 çıkışıyla gençlik hareketlerinin mücadelesinin reformist, parlamentarist anlayışlardan belli düzeylerde de olsa koparak silahlı mücadeleye ve bunun pratiğine yönelişlerine paralel ciddi bir kitle duyarlılığı oluşmuş, aynı zamanda kimi cuntacı düşüncelerin “sol darbe” beklediği ordu içerisindeki “9 Martçılar” olarak bilinen “solcu subay ve generaller” de açığa çıkmıştı. 12 Mart faşizmi tüm bunlara karşı muhtıra yayınlayarak faşist darbeyi gerçekleştirmiş “Balyoz Harekatıyla” halk kitlelerinin, işçi sınıfının tüm direnç noktalarına karşı saldırılarını yoğunlaştırmıştı.
Çağdaşlarına nazaran, gelişen işçi sınıfının mücadelesinden özellikle de 15-16 Haziran direnişinden İbrahim yoldaşın çıkardığı dersler çok önemli bir noktada durmaktadır. 15-16 Haziran direnişinden evvel ortaya koyduğu devrimin “şiddete dayalı” olacağının tespitiyle reformist düşünce ve anlayışların etkisinden tümüyle koparak iktidar hedefli mücadelenin reformist, parlamentarist yollardan değil kitlelere yaslanarak silahlı mücadeleyle yürütülmesinin başarı sağlayacağını bu iktidar hedefli mücadelenin de kırlardan şehirlere doğru gelişecek Halk Savaşı olacağını ortaya koyarak çağdaşı diğer devrimci önderlerden ayrılır.
15-16 Haziran direnişi Kaypakkaya yoldaşın ortaya koyduğu görüşleri doğrulamış, böylece yoldaş reformist, parlamentarist anlayışlardan koparak Şafak Revizyonizmine karşı da tavrında netleşme sağlamıştır. İbrahim yoldaş “Büyük işçi direnişine katılan, sıkıyönetim koşullarında mücadeleyi devam ettiren, kitleler arasında çalışma pratiği olan bir kısım kadrolar, büyük işçi hareketinden gereken dersi çıkarttılar. Geçmişte izlenen çizginin sağcı ve teslimiyetçi bir çizgi olduğunu, revizyonist bir çizgi olduğunu kavradılar. Fakat bu mücadeleyi uzaktan izleyen, kitleleri tanımayan bir kısım burjuva unsurlar, işçi hareketinden gereken dersi çıkartamadılar. Hatta yanlış dersler çıkarttılar. Kolay başarı umuduna kapıldılar. Böylece PDA saflarında yeni bir çelişme doğdu.” (Seçme Yazılar sayfa 278) diyerek bu noktanın altını çizmiştir. Burada boy veren Şafak Revizyonizmine karşı mücadeledir. Daha sonra DABK bildirgesiyle revizyonizme karşı tutum net olarak bir somuta varacaktır.
Kaypakkaya yoldaşın aktif devrimci mücadeleye kendini katışı TİP saflarında başlıyor. Somuttur ki çıkış noktasının burası olması varış noktasının da aynı olacağı anlamına gelmiyordu. Hedef ve amaçlar, kabullenişteki neden ve niçinlerin de bir ifadesini oluşturur. Zira Kaypakkaya’nın pratik-politik yaşamı açıkça bunun kanıtıdır. TİP’in reformizminden, parlamentarizminden etkilendiği dönem çıkış noktasıdır. Çok açık olarak MLM’ye ulaşması da varış noktasını oluşturur.
TC devletinin tahlili, Kemalizm ve ulusal sorun, klikler arası dalaş, devrimin niteliği, sınıf ittifakları, dost düşman ayrımı koşullarında Kaypakkaya çağdaşlarından ayrılır. Deniz, Mahir ve diğer siyasi aktörler 50 yıllık revizyonist, reformist çizgiyle ilişkilerini kesemezken İbrahim bilimum revizyonist, reformistleri “yerinden zıplatarak” özellikle de Kemalizm ve ulusal sorun/Kürt ulusal sorunu, devlet tahlili, parlamentonun niteliği, KP anlayışı, faşizm vb. konularda MLM sonuçlara ulaşmış, Kemalizm’de ilericilik devrimcilik arayanlara onun gerçek niteliğini ortaya koyarak MLM temelde bilimsel bir tutum (komünist tutum olarak da okunabilir) sergilemiştir.
Olgulara bakış, onu değerlendiriş, yorumlama ve sonuç çıkarma açısından baktığımızda İbrahim yoldaşın farklılıkları göze batar dereceğe açık ve sistemlidir. Kuşkusuz bu durum onun diyalektik tarihsel materyalist yöntemini sınıf bakış açısı ile doğru temelde birleştirebilmesinden, MLM kavrayışı nedeniyle analiz ve sentez gücünden ileri gelir.
Doğru ile yanlış arasındaki mücadelede yanlış ve hatalı olanların atılıp doğru olanların yerine konması, bunu da bir sonraki pratik yönelimde somutlamak İbrahim’in aynı zamanda öne çıkan bir özelliğidir. Bunun en açık örneğini Kaypakkaya’nın PDA saflarındayken yazdığı (Mayıs 1970) “İşçi Köylü Hareketleri ve Proleter Devrimci Politika” adlı yazısına, oradaki düşüncelerine karşı PDA’nın-H. Kıvılcımlı ve M. Belli’nin tespitlerine dayalı-“devrimin subjektif şartlarının hazırlanması” konusundaki ileri sürdükleri düşünceleri de eleştirerek kendi düşüncelerinde de aynı yanlışların olduğunu ifade edip ikircimsiz mahkum etmesidir. Yine aynı tutum orta burjuvazinin “Kurtuluş Savaşı”ndaki yerinin tespiti konusunda da görülür. Bu düşünsel temelde de pratik temelde de Kaypakkaya’nın doğru olmayan yanlarına tutumunu dönemin en ileri teorisine göre belirleme anlayışını özetler mahiyette olduğundan, önemlidir.
İçinde bulunduğu siyasal ortamı pratik ve düşünsel temelde sorgulamaya başlayıp olumsuzlaması bunla yetinmeyip siyasal politik tavrını zamanın en ileri olanına göre belirlemesi, bununla da yetinmeyip onu da sorgulamaya başlayarak olumsuzlaması ve mahkum edişle sonuçlandırması tek kelimeyle bilimsel düşünüş yönteminin sonucudur. Şu da nettir ki bu bilimsel düşünüş gıdasını Marksizm-Leninizm-Maoizm’den alır. Bir diğer ifadeyle Kaypakkaya’nın bilimsel düşünüşü, teori-pratik diyalektiğini MLM’nin temel bir yasası olan “somut koşulların somut tahlili” ilkesine tam uyumlu çalışma, düşünme, yorumlama, sonuç çıkarma, inceleme ve araştırma yönteminde görürüz. Mao yoldaşın deyimiyle; “Pratik, bilgi gene pratik ve gene bilgi. Bu süreç sonsuz döngüler içinde tekrarlanır ve her döngüyle birlikte pratiğin ve bilginin içeriği bir üst düzeye yükselir. Bütün bir diyalektik materyalist bilgi teorisi budur. Bilme ile yapmanın birliği diyalektik materyalist teorisi budur.” (Mao-Pratik Üzerine) Bu açıdan “Çorum ilinde sınıfların tahlili”, “Kürecik bölge raporu” gibi çalışmalar (daha önce çağdaşlarının pek de yönelmediği) örnek teşkil eder. Ülke gerçekliğini, somutu tahlil ederek buna uygun mücadele yöntemlerinde bilimsel sonuçlara ulaşır İbrahim. Zira Halk Savaşı Stratejisinin Türkiye somutuna uygun siyasal iktidar mücadelesi olduğu tespiti de bu bilimsel sonuçların neticesidir.
Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız meselelerden de anlaşılacaktır ki Kaypakkaya yoldaşı 68 canlanmasından, onun siyasal politik muhtevasından, 71 silahlı devrimci çıkışından, dönemin devrimci önderleri ve ilerici unsurlarından, 50 yıllık revizyonizm ve reformizm batağından ayıran ve koparan üç temel özellik vardır. İdeolojik olarak revizyonizme karşı net tutum, teorik ve pratik olarak ülke tahlili ve devrimin yolu konusunda berrak bir ele alış ve bunlara uyumlu pratik devrimci tavır.
Tün bunlara bakarak rahatça ifade ediyoruz ki Kaypakkaya’nın ideolojik-politik ve pratik duruşuna damgasını vuran MLM’dir. Ve O revizyonistlere karşı mücadelesinde MLM’yi kararlılıkla savunur. Zira Kaypakkaya yoldaşın Şafak Revizyonistlerinin MLM’nin sınıfsal niteliğini inkar ederek tahrif etmelerine karşı tavrı çok açıktır. Şöyle diyor yoldaş; “Şafak Revizyonistlerine göre “Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi bütün insanlığın ortak malıdır.” Revizyonist hainler, dünya işçi sınıfının malı olan Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni, sınıflar karşısında tarafsız olan ve hangi sınıfın elindeyse o sınıfa hizmet eden üretim araçlarına, matbaa makinasına benzetmektedirler. Şafak Revizyonistleri, her komünistin bilmesi gereken ve Marksizm’in-Leninizm’in abecesi olan en ilkel gerçekleri bile çiğnemekte tereddüt etmiyorlar. Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşünçesi’nin iki karakteri vardır, biri sınıfsal karakteridir, yani bir sınıfın proletaryanın hizmetinde olmasıdır; ikincisi de, pratik karakteridir, yani sınıf mücadelesi, üretim mücadelesi ve bilimsel deney pratiğinden doğması ve tekrar pratiğe uygulanabilir olmasıdır. Revizyonistler, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni en önemli özelliğinden sınıfsal karakterinden koparmışlar; böylece onu proletaryaya ne ölçüde hizmet ediyorsa burjuvaziye ve toprak ağaları sınıfına da aynı ölçüde hizmet edecek “ilahi bir ahlak felsefesi” durumuna düşürmüşlerdir. Kaldı ki her ahlak felsefesinin bile bir sınıfsal karakteri vardır. Marksizm-Leninizm-Mao Zedugn Düşüncesi’ni bu kadar bayağılaştırabilmek, büyük bir yetenek(!), çok ince ve kıvrak bir zeka ister ki o da bizim revizyonistlerimizde bol bol vardır.(…) Bugün dünyamızda insanlık, sınıflara bölünmüştür ve bu sınıflar arasında kıyasıya bir mücadele vardır; proletarya elinde Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi silahıyla toplumun bir kesimini arkasına toplamış gericiliğe karşı bir ölüm kalım savaşı vermektedir.” (İK Seçme Yazılar, sayfa 414-415-416) Buradan da açıkça anlaşılacaktır ki Kaypakkaya’yı çağdaşlarından ayıran temel özelliklere Marksizm-Leninizm-Maoizm damgasını vurmuştur. Kaypakkaya’nın teorik, politik ve pratik bütününden bu niteliğine rağmen onun duruşunun Maoizm’den ayrı ele alınmaya çalışılması doğru değildir. O’nu böyle ele almak Kaypakkaya’yı anlayamamanın kavrayamamanın sonucudur. Bu tür yaklaşımları böyle değerlendiriyoruz. Kaypakkaya yoldaş Marksist-Leninist-Maoist olduğu için komünisttir. O’nun kurduğu Proletarya Partisi Marksist-Leninist-Maoist olduğu için KP’dir.
Bitirirken şunları da ifade edelim, 71 Silahlı Devrimci Çıkışında Deniz’de, Mahir’de somutlanan pratik-politik duruş; hangi açıdan bakılırsa bakılsın esasen devrimcidir. Kaypakkaya bu çıkışın komünist yüzüdür.
Onların kısa fakat nefes nefese, soluk soluğa yaşadıkları hayatı, mücadelenin temel niteliğini tam da şairin ifade ettiği;
“Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya da dünyamıza inecek ölüm!”
dizeleri karakterize eder. Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in faşizmin idam sehpalarından haykırışı, Mahir ve yoldaşlarının Kızıldere’de “Biz buraya dönmeye değğil ölmeye geldik!” şeklindeki açık tavrı, İbrahim’in Diyarbakır işkencehanelerinde büyüttüğü ser verip sır vermeme geleneği bunun içindir: Ya ölü yıldızlara götürülecektir hayat ya da dünyamıza inecektir ölüm!
“Kadrolar hakkında hüküm vermeyi becermek gerekir. Bir kadronun yalnız belli bir hayat dönemini veya tek bir olayını değil, aynı zamanda geçmişinin ve çalışmalarının bütününü göz önünde bulundurmalıyız. Bir kadro hakkında hüküm vermenin başlıca metodu budur.”
Mao ZEDUNG
Devrimci şiddet ve Kaypakkaya
“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-komünizmin hayaleti” diye başlar komünist parti manifestosu. 150 yıl önce dolaşmaya başlayan komünizm hayaleti, 1970’lerin başlarında ülkemizde genç bir komünistte ete kemiğe bürünmüştür. O genç komünistin adı İbrahim Kaypakkaya’dır. Ve ölümünün üzerinden 36 yıl geçmişken, 2009 Mayısı’nda Kaypakkaya’yı bir kere daha anmak önemlidir.
***
“Kitleler içinde kök salmış, demir disiplinli, subjektivizmden, revizyonizmden ve oportonizmden arınmış, özeleştiriyi uygulayan çelik gibi bir parti, silahlı savaş içinde gelişip güçlenecektir.” (İbrahim Kaypakkaya)
Emeğin sömürülmesine son verilmesini, sınıfların ortadan kaldırılmasını isteyen, insanın insana kulluğunu reddeden, insanca bir düzen ve özgür bir dünya mücadelesini veren komünistler, özünde, silahların bu dünyadan tamamen kaldırılmasından yanadır. Ne yazık ki, bir avuç kapitalistin dünyayı talan etmek için sürekli bir orduya ihtiyaç duymaları, egemenlik alanlarını korumak için her türlü şiddeti meşru görmeleri ve kurumsallaşmış en büyük şiddet aygıtı olarak da devleti kullanmaları, emeğin sömürü çarklarından kurtulmasını isteyenlerin de silahlanmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu yüzden işçi sınıfının iktidara geldiği bütün ülkelerde, bu ancak devrimci şiddet yoluyla mümkün olmuştur. Aksini düşünenlerin Allende örneğine tekrar tekrar bakmaları yararlı olacaktır.
Günümüzde her çeşit şiddete karşı çıkarak barışı savunanlar, egemen sınıfların, kapitalist devletlerin ekmeğine yağ sürmektedirler ve bu düşüncenin insanlığa, ezilen halklara zerrece katkısı yoktur. Her türlü şiddete karşı olan kesimler, dün Vietnam’da, Kore’de, Cezayir’de üzerlerine bombalar yağan halklara anlatabildiler mi dertlerini? Yine bu düşüncede olanlar, bugün Irak ve Afganistan’da ABD şiddetine, Filistin ve Lübnan’da İsrail vahşetine maruz kalanlara anlatsınlar dertlerini. Daha somut olarak ülkemizde Kürt coğrafyasında köyleri yakılan, zorla göç ettirilen Kürt halkına anlatsınlar dertlerini. Nisan ayında Hakkari’de özel hareket polislerinin şiddetine maruz kalan Kürt çocuğuna ve polise taş attıkları için tutuklanan, haklarında 20 yıldan fazla ceza istenen Kürt çocuklarına anlatsınlar dertlerini. Tabii anlatabiliyorlarsa.
20. yüzyılın ilk proleter devletinin mimarı olarak dünya hakları nezdinde haklı bir prestije sahip olan Lenin bu konuda şöyle der: “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.”
Ne yazık ki, ülkemiz şartları, burjuvaziye karşı yürütülecek olan bu “iç savaş”ın ilk etapta başlatılmasını ve uzun süreli olmasını dayatmıştır. Ve ülkemizin bu gerçekliğinin oluşturduğu görevlerden kaçmayarak, Kaypakkaya tarihe onurlu bir şekilde geçmiştir. Bugün Kaypakkaya ismi saygıyla anılıyorsa, tarihin verdiği bu görevden kaçmamasından kaynaklıdır.
Kaypakkaya’nın bilimselliği ve uzak görüşlülüğü özellikle Kemalizm ve ulusal sorunda bugün daha net görülmektedir. O dönem tabu olan bu iki konuda Kaypakkaya, birçok kesimle ters düşme pahasına görüşlerini ortaya koymuştur ve bugün devrimci, demokrat güçler Kaypakkaya’nın bu konulardaki haklılığını kabul etmektedir. Bugün birçok devrimci, demokrat kesim anti-kemalisttir ve Kürt ulusal sorununda Türk şovenizminden daha az etkilenmişlerdir[i]. Konumuz Kemalizm ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı olmadığından kaynaklı değinip geçiyoruz.
Ancak Kaypakkaya’nın silahlı mücadele üzerindeki bilimsel görüşleri suskunlukla geçiştirilmektedir. Kaypakkaya Şafak revizyonizmi olarak adlandırdığı TİİKP içerisinde faaliyet yürütürken, 7–8 Şubat 1972’de toplanan DABK toplantısında alınan kararlardan bir tanesi şudur: “Bugün kırlık bölgelerde köylü kitlelerin başına geçip silahlı mücadeleyi örgütlemeyen ve kararlı, tutarlı, azimli bir şekilde yürütmeyen bir komünist hareket, komünist sıfatına layık olamaz ve devrimci kitlelerden tecrit olur. Bugün ülkemizdeki devrimci mücadele çok önemli bir noktaya, silahlı mücadele yolunu tutmayan bir akımın, bunun adı isterse komünist hareket olsun, kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor.”
Bugün dünyada ve ülkemizde esen tasfiyecilik rüzgarlarından bahsediyoruz ve bu rüzgar yaklaşık 30 yılda, birçok devrimci örgütü, geçmişin devrimci örgütü haline getirdi. Tarihin derinliklerinde bir nostalji olarak yer alan bu örgütler ve tasfiyeciliğin etkilerine maruz kalan bugünün birçok devrimci örgütünün en zayıf noktası kitlelerden tecrit olmalarıdır. Tecrit olmalarındaki ortak nokta ise silahlı mücadeleyi örgütleyememeleridir. Hemen şunu belirtmeliyiz ki hâlâ bu yolda ısrarlı bir şekilde adım atmaya çalışan örgütlerin çabalarının da çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Tüm bu çabalar gelecek açısından umutlu olmamızı sağlamaktadır.
İkinci olarak, Kaypakkaya’nın vurguladığı “silahlı mücadele yolunu tutmayan akımın, (…) kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor” vurgusunun doğruluğu devrimci mücadelenin içerisinde açığa çıkmıştır. Bunun en büyük kanıtı da Kürt Ulusal Hareketi’nin Kürt halkı üzerinde yarattığı etkidir. Buna karşın ulusal çelişkinin sınıfsal çelişkiye nazaran daha fazla ilgi çektiği-destek bulduğu üzerine görüşler mevcuttur. Ancak açıktır ki Kürt ulusunun taleplerini savunma iddiasında olan çok sayıda örgüt vardır. Hem de çoğunluğu silahlı mücadeleden yana değildir. Burkaycılar, Barzaniciler bunlara örnektir. Buna rağmen en kitlesel olanının, silahlı mücadeleyi savunan ve bunu pratiğinde uygulayanın olması tesadüf değildir. Kürt Ulusal Hareketi de bunu yayınlarında ifade etmektedir. Kürt coğrafyasında şöyle bir gidip gören herkes Kürt halkının kalbinin gerilla olarak attığına şahit olur.
Bir başka açıdan, bugün ulusal taleplerin ilgi çektiği iddiası tarih makarasının geriye sarılmasıyla iyice anlamsızlaşır. Kürt Ulusal Hareketi, savaşa 1984 Ağustosu’nda başlamıştır. O döneme kadar, kitlesel olan örgütler ulusal mücadeleyi savunmayan, ağırlık noktasını sınıfsal taleplerin oluşturduğu örgütlerdir. O dönem kitleler açısından “revaçta” olanın sosyalizm olduğu açıktır. Kürt Ulusal Hareketi’nin de o dönem açısından “sosyalist” olması da tesadüf değildir. O dönemki şartlarda diğerlerine nazaran daha zayıf ve daha yeni olan örgütün, kitleselleşmesinde kilit nokta tek başına ulusal talepler değildir. Buradaki kilit nokta, hem de birçok çevrenin pas geçtiği silahlı mücadeledir.
***
2- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
6- Bu dönemde köylerde, silahlı mücadele içinde gerilla mücadelesi esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
8- Örgütlenmede parti örgütlenmesi esas, diğer örgütlenmeler talidir.
9- Diğer örgütlenmeler içinde silahlı mücadele örgütleri esastır. (İbrahim Kaypakkaya 11 ilkeden)
Kaypakkaya’da silahlı mücadeleye yapılan vurgu oldukça nettir. Ve birçok silahlı mücadele yürüten örgütten çok ciddi farklar vardır. O dönem ülkemizde Mao’nun savunduğu Halk Savaşı’ndan ziyade Che Guevara’nın savunduğu görüşler devrimciler nezdinde daha büyük yankı uyandırmıştır. Bu konuda her dürüst, namuslu devrimcide büyük bir saygı uyandıran Che Guevara’nın Küba’dan sonra Bolivya’da devrimi gerçekleştirmek için harekete geçmesi ve burada ölmesi, Arjantinli büyük devrimciyi dünya hakları nezdinde çok saygın bir yere yerleştirmiştir.
Che’nin de etkisiyle bu dönemde devrimci mücadeleye katılan genç devrimcilerin devrime önderlik edecek Komünist Parti’yi örgütlemeden doğrudan gerilla savaşına başvurması önemli bir ideolojik sorundur.
Kaypakkaya’da partisiz savaşın, askeri öncülüğün izine rastlamak olanaksızdır. Kendi yazdığı 11 ilkede de belirttiği üzere Kaypakkaya hızla komünist partisinin inşasına girişmiştir. Eğer Vartinik’te hareket büyük bir darba alıp, önderini Diyarbakır zindanlarında kaybetmeseydi, bir yıl içerisinde partinin kuruluş kongresini gerçekleştirecekti.
Kaypakkaya’da parti anlayışı, savaşın örgütlenmesi üzerine kuruludur. Doğallığında da parti savaş içerisinde gelişecek, büyüyecek, kök salacaktır. Partinin önderliğinde savaşacak olan halk ordusu da savaşın içerisinde büyüyüp gelişecektir. Bunlar Mao’nun Halk Savaşı tezleridir. Ve Kaypakkaya, çekik gözlü ustanın yolunda yola devam etmiştir.
Fokoculuğun doğasında olan öncü savaşçılığı, kitleler adına savaşma yer almamaktadır Kaypakkaya’nın zengin teoriğinde ve pratiğinde. Kitleleri savaşın içerisine çekmek, her olguda kitlelerden öğrenmek Kaypakkaya’nın en önemli özelliğidir.
O kitle temelinin sağlam olduğu, savaşı sahiplenebilecek bölgelerde faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Bozkır en kuru yerinden tutuşturulacak esprisi de bu mantığın ürünüdür. Ve kitle temelinin en sağlam olduğu Kürt coğrafyasında çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Aradan geçen yaklaşık kırk yılda bu yaklaşım hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde devrime en yakın kitle Kürt coğrafyasında bulunmaktadır. Bu da Kaypakkaya’nın belirlemelerindeki bilimselliğini göstermektedir.
Kaypakkaya’nın çok az bir kadroyla ve askeri donanımının çok yetersiz olmasına rağmen savaşa başlaması günümüzde hayalperestlikmiş gibi gelebilir. Ancak basitten karmaşığa, halkın basit olanaklarını bir araya getirerek büyük olanaklar yaratmak mantığı vardır bunun altında, daha da önemlisi kendi gücüne güvenmek vardır.
Kaypakkaya silahların konuşmasıyla halkın bir anda gelmeyeceğinin de farkındadır. Bunun farkında olmasından kaynaklı halkın hemen örgütlenmemesi karşısında moral bozukluğuna kapılmaz. Dahası halkın binlerce yıllık deneyiminin olduğunu, dostunu düşmanını çok iyi tanıdığını, devrimcilerin gönül kazanması ve dahası hasım güçlerle hesaplaşabilecek kararlılığa sahip olması gerektiğinin farkındadır. Sürekli olarak görünenle yetinmemeyi, halkın gerçekliğinin önemsenmesi gerektiğini belirtir.
Kaypakkaya savaşın örgütlenmesinde niteliğin ve doğallığında kadroların önemini belirtir. Elbette nicel güç çok önemlidir. En nihayetinde halk kitleleri örgütlenmeden devrim gerçekleşmeyeceğine göre bu konuda daha fazla söz söylemenin anlamı yoktur. Ancak Kaypakkaya, ileri unsurların, hareketin teorisiyle donanması gerektiğinden, bu unsurların militan bir mücadele pratiği içerisinde bulunmasının öneminden bahsetmiştir. İleri unsurların hızla profesyonelleştirilerek, büyük çoğunluğunun, köylülerin silahlı mücadele içerisinde örgütlenmesi faaliyetinde konumlandırılması gerektiğini belirtmiştir.
Ancak kadro meselesinin esasta silahlı mücadele içerisinde çözüleceğini belirtmiştir. Savaşın savaşılarak öğrenileceği gerçeğini hiçbir şekilde dejenere etmeden, genelde devrimcilerin düştüğü dar pratikçiliğe de düşmeden, adım adım savaşı başlatmıştır. Ne nicel gücün azlığına kapılıp sağ pasifist bir hat izlemiştir ne de macera peşinde koşarak sol sekter bir tavrın içerisine girmiştir. O dönem için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştır.
Katledilişinin 36. yılında genç devrimciler Kaypakkaya’yı anarken onun devrimci pratiğinden ve savaştaki ısrarından öğrenmelidir.
[i] Bugün Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı ve Kürt Ulusal Hareketi’ne ve Kürt ulusuna karşı görevlerini kavramaktaki sıkıntılarından kaynaklı bilinçli bir şekilde böyle vurguladık. Kanımızca bunun önemli bir nedeni hala Türk şövenizmin etkileridir.
***
“Kitleler içinde kök salmış, demir disiplinli, subjektivizmden, revizyonizmden ve oportonizmden arınmış, özeleştiriyi uygulayan çelik gibi bir parti, silahlı savaş içinde gelişip güçlenecektir.” (İbrahim Kaypakkaya)
Emeğin sömürülmesine son verilmesini, sınıfların ortadan kaldırılmasını isteyen, insanın insana kulluğunu reddeden, insanca bir düzen ve özgür bir dünya mücadelesini veren komünistler, özünde, silahların bu dünyadan tamamen kaldırılmasından yanadır. Ne yazık ki, bir avuç kapitalistin dünyayı talan etmek için sürekli bir orduya ihtiyaç duymaları, egemenlik alanlarını korumak için her türlü şiddeti meşru görmeleri ve kurumsallaşmış en büyük şiddet aygıtı olarak da devleti kullanmaları, emeğin sömürü çarklarından kurtulmasını isteyenlerin de silahlanmalarını zorunlu kılmaktadır. Bu yüzden işçi sınıfının iktidara geldiği bütün ülkelerde, bu ancak devrimci şiddet yoluyla mümkün olmuştur. Aksini düşünenlerin Allende örneğine tekrar tekrar bakmaları yararlı olacaktır.
Günümüzde her çeşit şiddete karşı çıkarak barışı savunanlar, egemen sınıfların, kapitalist devletlerin ekmeğine yağ sürmektedirler ve bu düşüncenin insanlığa, ezilen halklara zerrece katkısı yoktur. Her türlü şiddete karşı olan kesimler, dün Vietnam’da, Kore’de, Cezayir’de üzerlerine bombalar yağan halklara anlatabildiler mi dertlerini? Yine bu düşüncede olanlar, bugün Irak ve Afganistan’da ABD şiddetine, Filistin ve Lübnan’da İsrail vahşetine maruz kalanlara anlatsınlar dertlerini. Daha somut olarak ülkemizde Kürt coğrafyasında köyleri yakılan, zorla göç ettirilen Kürt halkına anlatsınlar dertlerini. Nisan ayında Hakkari’de özel hareket polislerinin şiddetine maruz kalan Kürt çocuğuna ve polise taş attıkları için tutuklanan, haklarında 20 yıldan fazla ceza istenen Kürt çocuklarına anlatsınlar dertlerini. Tabii anlatabiliyorlarsa.
20. yüzyılın ilk proleter devletinin mimarı olarak dünya hakları nezdinde haklı bir prestije sahip olan Lenin bu konuda şöyle der: “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.”
Ne yazık ki, ülkemiz şartları, burjuvaziye karşı yürütülecek olan bu “iç savaş”ın ilk etapta başlatılmasını ve uzun süreli olmasını dayatmıştır. Ve ülkemizin bu gerçekliğinin oluşturduğu görevlerden kaçmayarak, Kaypakkaya tarihe onurlu bir şekilde geçmiştir. Bugün Kaypakkaya ismi saygıyla anılıyorsa, tarihin verdiği bu görevden kaçmamasından kaynaklıdır.
Kaypakkaya’nın bilimselliği ve uzak görüşlülüğü özellikle Kemalizm ve ulusal sorunda bugün daha net görülmektedir. O dönem tabu olan bu iki konuda Kaypakkaya, birçok kesimle ters düşme pahasına görüşlerini ortaya koymuştur ve bugün devrimci, demokrat güçler Kaypakkaya’nın bu konulardaki haklılığını kabul etmektedir. Bugün birçok devrimci, demokrat kesim anti-kemalisttir ve Kürt ulusal sorununda Türk şovenizminden daha az etkilenmişlerdir[i]. Konumuz Kemalizm ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı olmadığından kaynaklı değinip geçiyoruz.
Ancak Kaypakkaya’nın silahlı mücadele üzerindeki bilimsel görüşleri suskunlukla geçiştirilmektedir. Kaypakkaya Şafak revizyonizmi olarak adlandırdığı TİİKP içerisinde faaliyet yürütürken, 7–8 Şubat 1972’de toplanan DABK toplantısında alınan kararlardan bir tanesi şudur: “Bugün kırlık bölgelerde köylü kitlelerin başına geçip silahlı mücadeleyi örgütlemeyen ve kararlı, tutarlı, azimli bir şekilde yürütmeyen bir komünist hareket, komünist sıfatına layık olamaz ve devrimci kitlelerden tecrit olur. Bugün ülkemizdeki devrimci mücadele çok önemli bir noktaya, silahlı mücadele yolunu tutmayan bir akımın, bunun adı isterse komünist hareket olsun, kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor.”
Bugün dünyada ve ülkemizde esen tasfiyecilik rüzgarlarından bahsediyoruz ve bu rüzgar yaklaşık 30 yılda, birçok devrimci örgütü, geçmişin devrimci örgütü haline getirdi. Tarihin derinliklerinde bir nostalji olarak yer alan bu örgütler ve tasfiyeciliğin etkilerine maruz kalan bugünün birçok devrimci örgütünün en zayıf noktası kitlelerden tecrit olmalarıdır. Tecrit olmalarındaki ortak nokta ise silahlı mücadeleyi örgütleyememeleridir. Hemen şunu belirtmeliyiz ki hâlâ bu yolda ısrarlı bir şekilde adım atmaya çalışan örgütlerin çabalarının da çok değerli olduğunu düşünüyoruz. Tüm bu çabalar gelecek açısından umutlu olmamızı sağlamaktadır.
İkinci olarak, Kaypakkaya’nın vurguladığı “silahlı mücadele yolunu tutmayan akımın, (…) kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor” vurgusunun doğruluğu devrimci mücadelenin içerisinde açığa çıkmıştır. Bunun en büyük kanıtı da Kürt Ulusal Hareketi’nin Kürt halkı üzerinde yarattığı etkidir. Buna karşın ulusal çelişkinin sınıfsal çelişkiye nazaran daha fazla ilgi çektiği-destek bulduğu üzerine görüşler mevcuttur. Ancak açıktır ki Kürt ulusunun taleplerini savunma iddiasında olan çok sayıda örgüt vardır. Hem de çoğunluğu silahlı mücadeleden yana değildir. Burkaycılar, Barzaniciler bunlara örnektir. Buna rağmen en kitlesel olanının, silahlı mücadeleyi savunan ve bunu pratiğinde uygulayanın olması tesadüf değildir. Kürt Ulusal Hareketi de bunu yayınlarında ifade etmektedir. Kürt coğrafyasında şöyle bir gidip gören herkes Kürt halkının kalbinin gerilla olarak attığına şahit olur.
Bir başka açıdan, bugün ulusal taleplerin ilgi çektiği iddiası tarih makarasının geriye sarılmasıyla iyice anlamsızlaşır. Kürt Ulusal Hareketi, savaşa 1984 Ağustosu’nda başlamıştır. O döneme kadar, kitlesel olan örgütler ulusal mücadeleyi savunmayan, ağırlık noktasını sınıfsal taleplerin oluşturduğu örgütlerdir. O dönem kitleler açısından “revaçta” olanın sosyalizm olduğu açıktır. Kürt Ulusal Hareketi’nin de o dönem açısından “sosyalist” olması da tesadüf değildir. O dönemki şartlarda diğerlerine nazaran daha zayıf ve daha yeni olan örgütün, kitleselleşmesinde kilit nokta tek başına ulusal talepler değildir. Buradaki kilit nokta, hem de birçok çevrenin pas geçtiği silahlı mücadeledir.
***
2- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
6- Bu dönemde köylerde, silahlı mücadele içinde gerilla mücadelesi esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
8- Örgütlenmede parti örgütlenmesi esas, diğer örgütlenmeler talidir.
9- Diğer örgütlenmeler içinde silahlı mücadele örgütleri esastır. (İbrahim Kaypakkaya 11 ilkeden)
Kaypakkaya’da silahlı mücadeleye yapılan vurgu oldukça nettir. Ve birçok silahlı mücadele yürüten örgütten çok ciddi farklar vardır. O dönem ülkemizde Mao’nun savunduğu Halk Savaşı’ndan ziyade Che Guevara’nın savunduğu görüşler devrimciler nezdinde daha büyük yankı uyandırmıştır. Bu konuda her dürüst, namuslu devrimcide büyük bir saygı uyandıran Che Guevara’nın Küba’dan sonra Bolivya’da devrimi gerçekleştirmek için harekete geçmesi ve burada ölmesi, Arjantinli büyük devrimciyi dünya hakları nezdinde çok saygın bir yere yerleştirmiştir.
Che’nin de etkisiyle bu dönemde devrimci mücadeleye katılan genç devrimcilerin devrime önderlik edecek Komünist Parti’yi örgütlemeden doğrudan gerilla savaşına başvurması önemli bir ideolojik sorundur.
Kaypakkaya’da partisiz savaşın, askeri öncülüğün izine rastlamak olanaksızdır. Kendi yazdığı 11 ilkede de belirttiği üzere Kaypakkaya hızla komünist partisinin inşasına girişmiştir. Eğer Vartinik’te hareket büyük bir darba alıp, önderini Diyarbakır zindanlarında kaybetmeseydi, bir yıl içerisinde partinin kuruluş kongresini gerçekleştirecekti.
Kaypakkaya’da parti anlayışı, savaşın örgütlenmesi üzerine kuruludur. Doğallığında da parti savaş içerisinde gelişecek, büyüyecek, kök salacaktır. Partinin önderliğinde savaşacak olan halk ordusu da savaşın içerisinde büyüyüp gelişecektir. Bunlar Mao’nun Halk Savaşı tezleridir. Ve Kaypakkaya, çekik gözlü ustanın yolunda yola devam etmiştir.
Fokoculuğun doğasında olan öncü savaşçılığı, kitleler adına savaşma yer almamaktadır Kaypakkaya’nın zengin teoriğinde ve pratiğinde. Kitleleri savaşın içerisine çekmek, her olguda kitlelerden öğrenmek Kaypakkaya’nın en önemli özelliğidir.
O kitle temelinin sağlam olduğu, savaşı sahiplenebilecek bölgelerde faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Bozkır en kuru yerinden tutuşturulacak esprisi de bu mantığın ürünüdür. Ve kitle temelinin en sağlam olduğu Kürt coğrafyasında çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Aradan geçen yaklaşık kırk yılda bu yaklaşım hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde devrime en yakın kitle Kürt coğrafyasında bulunmaktadır. Bu da Kaypakkaya’nın belirlemelerindeki bilimselliğini göstermektedir.
Kaypakkaya’nın çok az bir kadroyla ve askeri donanımının çok yetersiz olmasına rağmen savaşa başlaması günümüzde hayalperestlikmiş gibi gelebilir. Ancak basitten karmaşığa, halkın basit olanaklarını bir araya getirerek büyük olanaklar yaratmak mantığı vardır bunun altında, daha da önemlisi kendi gücüne güvenmek vardır.
Kaypakkaya silahların konuşmasıyla halkın bir anda gelmeyeceğinin de farkındadır. Bunun farkında olmasından kaynaklı halkın hemen örgütlenmemesi karşısında moral bozukluğuna kapılmaz. Dahası halkın binlerce yıllık deneyiminin olduğunu, dostunu düşmanını çok iyi tanıdığını, devrimcilerin gönül kazanması ve dahası hasım güçlerle hesaplaşabilecek kararlılığa sahip olması gerektiğinin farkındadır. Sürekli olarak görünenle yetinmemeyi, halkın gerçekliğinin önemsenmesi gerektiğini belirtir.
Kaypakkaya savaşın örgütlenmesinde niteliğin ve doğallığında kadroların önemini belirtir. Elbette nicel güç çok önemlidir. En nihayetinde halk kitleleri örgütlenmeden devrim gerçekleşmeyeceğine göre bu konuda daha fazla söz söylemenin anlamı yoktur. Ancak Kaypakkaya, ileri unsurların, hareketin teorisiyle donanması gerektiğinden, bu unsurların militan bir mücadele pratiği içerisinde bulunmasının öneminden bahsetmiştir. İleri unsurların hızla profesyonelleştirilerek, büyük çoğunluğunun, köylülerin silahlı mücadele içerisinde örgütlenmesi faaliyetinde konumlandırılması gerektiğini belirtmiştir.
Ancak kadro meselesinin esasta silahlı mücadele içerisinde çözüleceğini belirtmiştir. Savaşın savaşılarak öğrenileceği gerçeğini hiçbir şekilde dejenere etmeden, genelde devrimcilerin düştüğü dar pratikçiliğe de düşmeden, adım adım savaşı başlatmıştır. Ne nicel gücün azlığına kapılıp sağ pasifist bir hat izlemiştir ne de macera peşinde koşarak sol sekter bir tavrın içerisine girmiştir. O dönem için ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştır.
Katledilişinin 36. yılında genç devrimciler Kaypakkaya’yı anarken onun devrimci pratiğinden ve savaştaki ısrarından öğrenmelidir.
[i] Bugün Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı ve Kürt Ulusal Hareketi’ne ve Kürt ulusuna karşı görevlerini kavramaktaki sıkıntılarından kaynaklı bilinçli bir şekilde böyle vurguladık. Kanımızca bunun önemli bir nedeni hala Türk şövenizmin etkileridir.
GÖÇMEN GENÇ
İBO VE ANTİ-EMPERYALİZM ÜZERİNE
1960 yılların devrimci marksizmi, dünyayı sarsan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ateşlemesiyle dünyayı sarmaktaydı. Devrimcilerle revizyonistler arasındaki ideolojik siyasi ve örgütsel cephe mücadelesi amansızca sürüyordu.
Devrim iddasındaki bütün sahteliklerin ayyuka çıkıp, miyadını doldurmuş revizyonizmden radikal kopuş, Marksizm-Leninizm-Maoizm temelinde yeni partiler yaratıyordu.
Lenin’in Ekim devrimine ihanet halinde, emperyalizmin sol cepheden bağdaşığı haline gelen Stalin sonrası SSCB’nin, dünya komünist haraketi üzerindeki revizyonist etkinliği ML’nin bir ileri aşamasında yer alan Kültür Devrimi öğretisi ve onun her türden gericiliğe karşı cepheden karşı koyuşu ile kırılmıştı. Ve sosyal emperyalizmin gerçek anlamda teşhiri Türkiye coğrafyasına Kaypakkaya’nın önder tutumuyla taşınmıştır.
Revizyonistlerin Kemalizm ve Kemalistlerle zımni işbirliği, Kürt Ulusunu inkarını beslerken, anti-emperyalizm karşıtlığını da güdükleştirmekte ve salt ABD karşıtlığı ile sınırlamaktaydı.
Biliniyor ki, ‘68 radikal ayrışmasının temel programatik öğelerinden birisi, sosyalist devrimle Milli Demokratik Devrim tercih ve polemiklerinde yaşanıyordu. Yine biliniyor ki Milli Demokratik Devrimin milli karakteri, emperyalistler ve bütün uzantılarından kurtularak, bağımsız bir ülke yaratabilmekti. Bu ideal ‘68 hareketine ve ‘71 niteliğine kendi rengini vermiş, 15-16 Haziran direnişinde işçilerin ve köylülerin kitlesel haraketiyle sınanmıştır.
71 çıkışının devrimcileri emperyalizme bağımlı ve yarı sömürgeliği kutsayan sisteme karşı devrimci bir savaşa girmişleridir. Sosyalizm yolunda hedefi daraltarak, müttefiki çoğaltarak çıktıkları yolda Caru Mazlumdar’dan Che’ye kadar bütün devrimci gelişimiyle dayanışmışlardır.
TC’nin stratejik müttefiki ABD ve dünya emperyalizminin askeri paktı NATO gücüne karşı kararlı kavgaları, 6. Filo’nun İstanbul’dan kovulması çeşitli milliyet ve inançlardan halkımızın bilincinde kalıcı izler bırakmıştır.
Kaypakkaya, anti-emperyalist mücadeleyi siyasi iktidarı kazanma savaşının bir bağdaşığı olarak ele alması yanıyla ‘68’in diğer devrimci kavrayışlarından ayrışır. O nedenle MDD içindeki ayrışmada devrimimizin demokratik karakterine vurgu yaparak Yeni Demokratik Devrim olarak isimlendirir.
Günümüz açısından, yaşadığımız avrupa ülkelerinde siyasal iktidarı kazanma netliğindeki bulanıklık, Avrupa proletaryasının handikapıdır. Otonomcu, anarşist, feminist, Troçkist vb. düşünce ve eğilimler bu bulanıklıkta var olabilmektedir. Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde dönem dönem milyonlara varan kitlesel eylemler ve grevlerinin, bir niteliğe sıçrayamamasında Kaypakaya’da hakim olan bu Marksist-Leninist-Maoist kavrayışın eksikliğini görmek mümkündür.
O, dünya proletaryasının sınırsız-sınıfsızlık ufkunda enternasyonal birlik ve dayanışma bayrağını, Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden Türkiye proleteryasına armağan etti. O nedenle Diyarbakır zindanlarında, sınırsız işkencelerde sesi soluğu boğulmak ve MİT tutanaklarında ‘İhtilalci Komünizmin en tehlikeli’ temsilcisi olarak konu oldu.
1960 yılların devrimci marksizmi, dünyayı sarsan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ateşlemesiyle dünyayı sarmaktaydı. Devrimcilerle revizyonistler arasındaki ideolojik siyasi ve örgütsel cephe mücadelesi amansızca sürüyordu.
Devrim iddasındaki bütün sahteliklerin ayyuka çıkıp, miyadını doldurmuş revizyonizmden radikal kopuş, Marksizm-Leninizm-Maoizm temelinde yeni partiler yaratıyordu.
Lenin’in Ekim devrimine ihanet halinde, emperyalizmin sol cepheden bağdaşığı haline gelen Stalin sonrası SSCB’nin, dünya komünist haraketi üzerindeki revizyonist etkinliği ML’nin bir ileri aşamasında yer alan Kültür Devrimi öğretisi ve onun her türden gericiliğe karşı cepheden karşı koyuşu ile kırılmıştı. Ve sosyal emperyalizmin gerçek anlamda teşhiri Türkiye coğrafyasına Kaypakkaya’nın önder tutumuyla taşınmıştır.
Revizyonistlerin Kemalizm ve Kemalistlerle zımni işbirliği, Kürt Ulusunu inkarını beslerken, anti-emperyalizm karşıtlığını da güdükleştirmekte ve salt ABD karşıtlığı ile sınırlamaktaydı.
Biliniyor ki, ‘68 radikal ayrışmasının temel programatik öğelerinden birisi, sosyalist devrimle Milli Demokratik Devrim tercih ve polemiklerinde yaşanıyordu. Yine biliniyor ki Milli Demokratik Devrimin milli karakteri, emperyalistler ve bütün uzantılarından kurtularak, bağımsız bir ülke yaratabilmekti. Bu ideal ‘68 hareketine ve ‘71 niteliğine kendi rengini vermiş, 15-16 Haziran direnişinde işçilerin ve köylülerin kitlesel haraketiyle sınanmıştır.
71 çıkışının devrimcileri emperyalizme bağımlı ve yarı sömürgeliği kutsayan sisteme karşı devrimci bir savaşa girmişleridir. Sosyalizm yolunda hedefi daraltarak, müttefiki çoğaltarak çıktıkları yolda Caru Mazlumdar’dan Che’ye kadar bütün devrimci gelişimiyle dayanışmışlardır.
TC’nin stratejik müttefiki ABD ve dünya emperyalizminin askeri paktı NATO gücüne karşı kararlı kavgaları, 6. Filo’nun İstanbul’dan kovulması çeşitli milliyet ve inançlardan halkımızın bilincinde kalıcı izler bırakmıştır.
Kaypakkaya, anti-emperyalist mücadeleyi siyasi iktidarı kazanma savaşının bir bağdaşığı olarak ele alması yanıyla ‘68’in diğer devrimci kavrayışlarından ayrışır. O nedenle MDD içindeki ayrışmada devrimimizin demokratik karakterine vurgu yaparak Yeni Demokratik Devrim olarak isimlendirir.
Günümüz açısından, yaşadığımız avrupa ülkelerinde siyasal iktidarı kazanma netliğindeki bulanıklık, Avrupa proletaryasının handikapıdır. Otonomcu, anarşist, feminist, Troçkist vb. düşünce ve eğilimler bu bulanıklıkta var olabilmektedir. Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde dönem dönem milyonlara varan kitlesel eylemler ve grevlerinin, bir niteliğe sıçrayamamasında Kaypakaya’da hakim olan bu Marksist-Leninist-Maoist kavrayışın eksikliğini görmek mümkündür.
O, dünya proletaryasının sınırsız-sınıfsızlık ufkunda enternasyonal birlik ve dayanışma bayrağını, Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden Türkiye proleteryasına armağan etti. O nedenle Diyarbakır zindanlarında, sınırsız işkencelerde sesi soluğu boğulmak ve MİT tutanaklarında ‘İhtilalci Komünizmin en tehlikeli’ temsilcisi olarak konu oldu.
SLOGANLARA BAKIŞIMIZDA İLKESELLİK NEREDE DURUYOR?
Bir örgütün gerçekleştirdiği çalışmalarda azımsanmayacak yerde duran olgulardan birisi de slogan gerçekliğidir. Her ne kadar “slogan” algılayışımız salt belirli eylemlerde atılan sloganlara indirgenmiş olsa da devrimci bir örgüt açısından, kısa ya da uzun vadeli hedeflerin, güncel gelişmelere yönelik tepkilerin en özlü ifadesi olması açısından slogan, daha önemli bir yerde durmaktadır.
Slogan, ilk paragrafta da ifade ettiğimiz gibi güncel konularda, taktiksel planda ya da daha uzun vadeli, stratejik hedefte örgütün anlayışını en kısa ve net ifade eden şiardır. Stalin yoldaş şiarları; ajitasyon, propaganda ve eylem şiarları olarak sınıflandırmıştır. Bu tanımlamaları açarken de ısrarla birbirlerine karıştırılmamaları gerektiğini vurgulamıştır.
“8- (Genel) direktif, parti için bağlayıcı olan, şu ve şu zamanda, şu ve şu yerde doğrudan eyleme geçme çağrısıdır. ‘Tüm İktidar Sovyetlere’ şiarı, Nisan başlarında (“Tezler”), bir propaganda şiarı idiyse; Haziran’da ajitasyon şiarı ve Ekim’de (10 Ekim) eylem şiarı haline geldiyse, Ekim’in sonunda da dolaysız direktif haline geldi” derken Stalin bu anlayışı vurgulamaktadır. Genel hatlarıyla özetlersek “Tüm İktidar Sovyetlere” şiarı, ilk etapta örgütlenmeye çağrıyı ifade ederken daha sonrasında kitlelerin özlemini dile getirmekte, Ekim devrimi öngününde ise kitleleri harekete geçirme amacı taşımakta, sonrasında ise dolaysız direktif, hareketin kendisi olmaktadır. Stalin bu konuya önem verirken, örneğin, Nisan 1917’de “Tüm İktidar Sovyetlere” şiarının eylem şiarı olarak algılanmasının, zamansız bir ayaklanmanın önünü açacağını, bunun da devrime zarar vereceğini anlatma kaygısıyla hareket etmiştir. Görüleceği üzere bir tek (ama oldukça önemli bir tek) sloganın dahi nasıl bir anlayışla yorumlanması gerektiğine güzel bir örnek vermektedir Stalin yoldaş. Bu elbette ki her sloganın fazlasıyla ve kılı kırk yararak düşünülmesi gerektiği anlamına gelmemektedir ancak öte yandan slogan/şiar konusunun, yürütülen çalışmanın kapsamı göz ardı edilmeden sanılandan fazla önem taşıdığı da açıktır.
Stalin, strateji ve taktiği açıklarken, uzun dönemli ve kapsamlı plana strateji, kısa ve daha esnek, hızlı değiştirilebilir plana ise taktik denildiğini vurgulamaktadır. Taktik(ler) bu nedenle stratejiye hizmet edecek tarzda belirlenmelidir. Bu haliyle 1917 Şubat’a kadar Demokratik Devrim, Şubat’la Ekim arası ise Sosyalist Devrim hedefi Bolşeviklerin stratejilerini oluşturmuştur. Dikkatle incelediğimizde bu iki stratejiye göre Bolşeviklerin nasıl bir hat izlediğini daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle şiar/slogan, genel olarak strateji ve taktik endeksli düşünülmesi gereken bir konudur.
Doğru slogan, yürütülen tüm çalışmaların bir parçası olarak, kitleleri ajite etmesi, onları örgütlenmeye çağırması ya da harekete geçirmesi açısından fazlasıyla önemsenmeyi hak etmektedir. Lenin yoldaş Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği adlı eserinde “Yığınlara önderlik etmekte doğru taktik sloganlara sahip olmak, bugün son derece büyük bir önem taşımaktadır. Devrimci bir dönemde, ilkelere dayanan sağlam taktik sloganların önemini küçümsemek kadar tehlikeli bir şey olamaz” derken, bundan bahsetmektedir.
Benzer bir anlayış olması açısından kendi tarihimizden bazı anekdotları aktarmak istiyoruz. Nihai olarak YDG, Bolşevik Parti gibi bir komünist örgütlenme olmasa da politik arenada sloganların önemini bilmekte ve çalışmalarını bu politik eksende örgütlemeye çalışmaktadır. Emperyalizmin Irak işgali döneminde gerçekleştirdiği bir kampanya faaliyetinde YDG, “İşgale değil direnişe ortak ol!” şiarını benimsemiş ve bu şiar ekseninde çalışmalarını yürütmeye başlamıştır. Ancak kısa bir süre içerisinde bu slogan YDG içerisinde tartışılarak esasta subjektif bulunmuştur. Direnişe fiilen ortak olma zemini bulunmayan YDG’nin bu slogan üzerinden kitlelere gitmesi büyük bir sorun teşkil etmeyecek olsa dahi bu slogan yerine “işgale değil direnişe destek ver” sloganının kullanılması daha mantıklı ve gerçekçi bulunmuştur. Yine geçmiş dönemde kısa bir süreçte kullanılan “Gençlik yürüyor, YDG büyüyor” sloganı da gerçekçi olmadığı için eleştirilmiş ve kullanılmamaya başlanmıştır. Reel olarak halk gençliğinin kendiliğinden mücadelesinin durakladığı bir dönemde “gençlik yürüyor” sloganını benimsemek doğru olmayacaktı. Yine cepheden reddedilmese de “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganı, nesnel gerçekliği yansıtmadığı için tarafımızdan tercih edilen bir slogan değildir. Hangi ulustan olursa olsun devrimden çıkarı olan sınıfların oluşturduğu tek bir halkın varlığı, halklar belirlemesinin altını boşaltmaktadır. Türkiye’de devrimden çıkarı olan sınıflar bellidir ve bunlar bir halkın parçalarıdır, ancak iki ayrı ulusun ve çeşitli milliyetlerin olduğu açıktır.
Elbette ki YDG’nin kendi sloganlarının dışında, eylem birlikteliği anlarında yukarıdaki sloganların kullanılması “ilkesel” bir düzlemde reddedilmemiş, yeri geldiğinde “işgale değil direnişe ortak ol” sloganı da “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı da eylem birlikteliklerinde atılmıştır. Bu sloganların atılması “ilkelerimizden taviz veriyoruz” şeklinde algılanmamış, ancak subjektif yanlarının olduğu çeşitli platformlarda dile getirilmiştir.
Yaptığımız bu giriş, genellikle eylem anlarında akla gelen “slogan” konusunun pek de küçümsenmeyecek bir konu olduğunu anlatma kaygısındandır. Çeşitli alanlarda dostlarımızın “YDG bu slogan konusunu neden önemsiyor?” sorusuna bir cevap olabilmek için zaten bilinen bir meseleyi tekrar hatırlatmak istememizin nedeni budur. Görece uzun yıllardır birlikte hareket ettiğimiz dostlarımızın YDG’nin anlayışı, politik hattı ve doğal olarak benimsediği sloganlar üzerine bilgisinin olduğunu düşünmemiz doğaldır. Keza YDG de eylem birlikteliğiyle hareket ettiği dostlarının anlayışına saygılı olma konusunda azami bir dikkat göstermektedir. Kendi değerlendirmelerimiz ekseninde devletin niteliğinin eylem birlikteliklerinde “komprador patron-ağa devleti” olarak ifade edilmesi konusunda ısrarcı davranmıyorsak bunun nedeni diğer dostlarımızın böyle bir değerlendirmesinin olmamasından kaynaklanmaktadır. İşte bu ve benzeri bir anlayış doğrultusunda ısrarla eylem birlikteliklerinde “yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganının önümüze getirilmesine bir anlam vermemiz mümkün değildir.
YDG kendi programında da belirttiği gibi ülkenin sosyo-ekonomik yapısını yarı-feodal, yarı-sömürge olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlama ekseninde “yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganını YDG’nin ilk hedef belirleyerek kabul etmesi beklenemez. Bu belirlemeden yola çıkarak “YDG sosyalizmi savunmuyor” savını ortaya atmak ne kadar anlamsızsa “sloganlar bu kadar önemli mi?” demek de o kadar anlamsızdır. Bu sloganı karşımıza ısrarla getiren dostlarımıza, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir toplumu ifade eden “komünist bir dünya kuracağız” sloganını neden atmadıklarını sormak isteriz. Bu sloganın troçkist bir slogan olmasından ziyade anda savunulmayacak derecede subjektif olması da atılmasının önünde engel teşkil etmektedir. Keza sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya sloganını bu anda atmak (komünist bir dünya kuracağız sloganından farklı bir slogan da olabilir) işte bu nedenle hiçbir örgüt tarafından tercih edilmemektedir. Herhangi bir örgütün dostlarımıza eylem birlikteliklerinde “komünist bir dünya kuracağız” sloganını ortak slogan olarak önermesini devrimci dostlarımız “nasıl olsa slogan, önemli değil” şeklinde karşılarlar mı ya da “biz komünizme karşıyız, o nedenle bu sloganı atmıyoruz” derler mi bilmeyiz ama bizim açımızdan bu sloganlar anda subjektiftir.
Keza bu açıklamanın yanı sıra söylemekte fayda var ki gerek savunanlar açısından “sosyalizm” sloganının gerekse de “demokratik devrim” sloganının her eylemde atılmasının da tercih edilmemesi gerektiğini düşünmekteyiz. Tek bir slogana dahi ne kadar önem verilmesi gerektiğini yazımızın girişinde bolşeviklerin pratiğinden aktarmaya çalışmıştık. Bu düzeyde bir ele alış beklemesek de anda kitlelerin beklentilerini ifade eden ve sürekli bir adım ilerisini gösteren sloganlara öncelik verilmesi daha anlamlı olacaktır. Bu nedenle bizim her eylemde “demokratik devrim” sloganını yoğun bir şekilde atmadığımız, bazı eylemlerde de hiç atmadığımız da eminiz slogan tercihlerimizi “ilkelilik” düzleminde sorgulayan dostlarımız tarafından fark edilmiştir.
Keza kitlelerin beklentilerini anlayamayan ve onların özlemlerini ifade etmek yerine sadece kendisini anlatmayı tercih eden bir örgütün yaptığı propaganda, eksik bir propaganda olacaktır. Elbette ki meseleyi sadece eylemlerde atılan sloganlar üzerinden anlatmaya çalışmıyoruz. Seçilen şiar ve onun ekseninde yürütülen politik çalışma, eylemlerde dillendirilen sloganlar vb. bu kapsamda incelendiğinde söylemeye çalıştığımız daha iyi anlaşılacaktır.
Slogan, ilk paragrafta da ifade ettiğimiz gibi güncel konularda, taktiksel planda ya da daha uzun vadeli, stratejik hedefte örgütün anlayışını en kısa ve net ifade eden şiardır. Stalin yoldaş şiarları; ajitasyon, propaganda ve eylem şiarları olarak sınıflandırmıştır. Bu tanımlamaları açarken de ısrarla birbirlerine karıştırılmamaları gerektiğini vurgulamıştır.
“8- (Genel) direktif, parti için bağlayıcı olan, şu ve şu zamanda, şu ve şu yerde doğrudan eyleme geçme çağrısıdır. ‘Tüm İktidar Sovyetlere’ şiarı, Nisan başlarında (“Tezler”), bir propaganda şiarı idiyse; Haziran’da ajitasyon şiarı ve Ekim’de (10 Ekim) eylem şiarı haline geldiyse, Ekim’in sonunda da dolaysız direktif haline geldi” derken Stalin bu anlayışı vurgulamaktadır. Genel hatlarıyla özetlersek “Tüm İktidar Sovyetlere” şiarı, ilk etapta örgütlenmeye çağrıyı ifade ederken daha sonrasında kitlelerin özlemini dile getirmekte, Ekim devrimi öngününde ise kitleleri harekete geçirme amacı taşımakta, sonrasında ise dolaysız direktif, hareketin kendisi olmaktadır. Stalin bu konuya önem verirken, örneğin, Nisan 1917’de “Tüm İktidar Sovyetlere” şiarının eylem şiarı olarak algılanmasının, zamansız bir ayaklanmanın önünü açacağını, bunun da devrime zarar vereceğini anlatma kaygısıyla hareket etmiştir. Görüleceği üzere bir tek (ama oldukça önemli bir tek) sloganın dahi nasıl bir anlayışla yorumlanması gerektiğine güzel bir örnek vermektedir Stalin yoldaş. Bu elbette ki her sloganın fazlasıyla ve kılı kırk yararak düşünülmesi gerektiği anlamına gelmemektedir ancak öte yandan slogan/şiar konusunun, yürütülen çalışmanın kapsamı göz ardı edilmeden sanılandan fazla önem taşıdığı da açıktır.
Stalin, strateji ve taktiği açıklarken, uzun dönemli ve kapsamlı plana strateji, kısa ve daha esnek, hızlı değiştirilebilir plana ise taktik denildiğini vurgulamaktadır. Taktik(ler) bu nedenle stratejiye hizmet edecek tarzda belirlenmelidir. Bu haliyle 1917 Şubat’a kadar Demokratik Devrim, Şubat’la Ekim arası ise Sosyalist Devrim hedefi Bolşeviklerin stratejilerini oluşturmuştur. Dikkatle incelediğimizde bu iki stratejiye göre Bolşeviklerin nasıl bir hat izlediğini daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle şiar/slogan, genel olarak strateji ve taktik endeksli düşünülmesi gereken bir konudur.
Doğru slogan, yürütülen tüm çalışmaların bir parçası olarak, kitleleri ajite etmesi, onları örgütlenmeye çağırması ya da harekete geçirmesi açısından fazlasıyla önemsenmeyi hak etmektedir. Lenin yoldaş Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği adlı eserinde “Yığınlara önderlik etmekte doğru taktik sloganlara sahip olmak, bugün son derece büyük bir önem taşımaktadır. Devrimci bir dönemde, ilkelere dayanan sağlam taktik sloganların önemini küçümsemek kadar tehlikeli bir şey olamaz” derken, bundan bahsetmektedir.
Benzer bir anlayış olması açısından kendi tarihimizden bazı anekdotları aktarmak istiyoruz. Nihai olarak YDG, Bolşevik Parti gibi bir komünist örgütlenme olmasa da politik arenada sloganların önemini bilmekte ve çalışmalarını bu politik eksende örgütlemeye çalışmaktadır. Emperyalizmin Irak işgali döneminde gerçekleştirdiği bir kampanya faaliyetinde YDG, “İşgale değil direnişe ortak ol!” şiarını benimsemiş ve bu şiar ekseninde çalışmalarını yürütmeye başlamıştır. Ancak kısa bir süre içerisinde bu slogan YDG içerisinde tartışılarak esasta subjektif bulunmuştur. Direnişe fiilen ortak olma zemini bulunmayan YDG’nin bu slogan üzerinden kitlelere gitmesi büyük bir sorun teşkil etmeyecek olsa dahi bu slogan yerine “işgale değil direnişe destek ver” sloganının kullanılması daha mantıklı ve gerçekçi bulunmuştur. Yine geçmiş dönemde kısa bir süreçte kullanılan “Gençlik yürüyor, YDG büyüyor” sloganı da gerçekçi olmadığı için eleştirilmiş ve kullanılmamaya başlanmıştır. Reel olarak halk gençliğinin kendiliğinden mücadelesinin durakladığı bir dönemde “gençlik yürüyor” sloganını benimsemek doğru olmayacaktı. Yine cepheden reddedilmese de “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganı, nesnel gerçekliği yansıtmadığı için tarafımızdan tercih edilen bir slogan değildir. Hangi ulustan olursa olsun devrimden çıkarı olan sınıfların oluşturduğu tek bir halkın varlığı, halklar belirlemesinin altını boşaltmaktadır. Türkiye’de devrimden çıkarı olan sınıflar bellidir ve bunlar bir halkın parçalarıdır, ancak iki ayrı ulusun ve çeşitli milliyetlerin olduğu açıktır.
Elbette ki YDG’nin kendi sloganlarının dışında, eylem birlikteliği anlarında yukarıdaki sloganların kullanılması “ilkesel” bir düzlemde reddedilmemiş, yeri geldiğinde “işgale değil direnişe ortak ol” sloganı da “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı da eylem birlikteliklerinde atılmıştır. Bu sloganların atılması “ilkelerimizden taviz veriyoruz” şeklinde algılanmamış, ancak subjektif yanlarının olduğu çeşitli platformlarda dile getirilmiştir.
Yaptığımız bu giriş, genellikle eylem anlarında akla gelen “slogan” konusunun pek de küçümsenmeyecek bir konu olduğunu anlatma kaygısındandır. Çeşitli alanlarda dostlarımızın “YDG bu slogan konusunu neden önemsiyor?” sorusuna bir cevap olabilmek için zaten bilinen bir meseleyi tekrar hatırlatmak istememizin nedeni budur. Görece uzun yıllardır birlikte hareket ettiğimiz dostlarımızın YDG’nin anlayışı, politik hattı ve doğal olarak benimsediği sloganlar üzerine bilgisinin olduğunu düşünmemiz doğaldır. Keza YDG de eylem birlikteliğiyle hareket ettiği dostlarının anlayışına saygılı olma konusunda azami bir dikkat göstermektedir. Kendi değerlendirmelerimiz ekseninde devletin niteliğinin eylem birlikteliklerinde “komprador patron-ağa devleti” olarak ifade edilmesi konusunda ısrarcı davranmıyorsak bunun nedeni diğer dostlarımızın böyle bir değerlendirmesinin olmamasından kaynaklanmaktadır. İşte bu ve benzeri bir anlayış doğrultusunda ısrarla eylem birlikteliklerinde “yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganının önümüze getirilmesine bir anlam vermemiz mümkün değildir.
YDG kendi programında da belirttiği gibi ülkenin sosyo-ekonomik yapısını yarı-feodal, yarı-sömürge olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlama ekseninde “yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganını YDG’nin ilk hedef belirleyerek kabul etmesi beklenemez. Bu belirlemeden yola çıkarak “YDG sosyalizmi savunmuyor” savını ortaya atmak ne kadar anlamsızsa “sloganlar bu kadar önemli mi?” demek de o kadar anlamsızdır. Bu sloganı karşımıza ısrarla getiren dostlarımıza, sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir toplumu ifade eden “komünist bir dünya kuracağız” sloganını neden atmadıklarını sormak isteriz. Bu sloganın troçkist bir slogan olmasından ziyade anda savunulmayacak derecede subjektif olması da atılmasının önünde engel teşkil etmektedir. Keza sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya sloganını bu anda atmak (komünist bir dünya kuracağız sloganından farklı bir slogan da olabilir) işte bu nedenle hiçbir örgüt tarafından tercih edilmemektedir. Herhangi bir örgütün dostlarımıza eylem birlikteliklerinde “komünist bir dünya kuracağız” sloganını ortak slogan olarak önermesini devrimci dostlarımız “nasıl olsa slogan, önemli değil” şeklinde karşılarlar mı ya da “biz komünizme karşıyız, o nedenle bu sloganı atmıyoruz” derler mi bilmeyiz ama bizim açımızdan bu sloganlar anda subjektiftir.
Keza bu açıklamanın yanı sıra söylemekte fayda var ki gerek savunanlar açısından “sosyalizm” sloganının gerekse de “demokratik devrim” sloganının her eylemde atılmasının da tercih edilmemesi gerektiğini düşünmekteyiz. Tek bir slogana dahi ne kadar önem verilmesi gerektiğini yazımızın girişinde bolşeviklerin pratiğinden aktarmaya çalışmıştık. Bu düzeyde bir ele alış beklemesek de anda kitlelerin beklentilerini ifade eden ve sürekli bir adım ilerisini gösteren sloganlara öncelik verilmesi daha anlamlı olacaktır. Bu nedenle bizim her eylemde “demokratik devrim” sloganını yoğun bir şekilde atmadığımız, bazı eylemlerde de hiç atmadığımız da eminiz slogan tercihlerimizi “ilkelilik” düzleminde sorgulayan dostlarımız tarafından fark edilmiştir.
Keza kitlelerin beklentilerini anlayamayan ve onların özlemlerini ifade etmek yerine sadece kendisini anlatmayı tercih eden bir örgütün yaptığı propaganda, eksik bir propaganda olacaktır. Elbette ki meseleyi sadece eylemlerde atılan sloganlar üzerinden anlatmaya çalışmıyoruz. Seçilen şiar ve onun ekseninde yürütülen politik çalışma, eylemlerde dillendirilen sloganlar vb. bu kapsamda incelendiğinde söylemeye çalıştığımız daha iyi anlaşılacaktır.
Yaşasın 1 Mayıs
İstanbul
Egemenlerin uzun yıllardır 1 Mayıs’da Taksim’i emekçilere kapatma dayatmalarına karşı, gerçek sahiplerinin meydanlara çıkmak için sokakları direnişlerle büründürdüğü bir 1Mayıs’a daha şahit olduk. Faşist TC’nin tüm gücüyle saldırdığı 1 Mayıs günü sokaklar Taksim’e çıkmak için kararlı kitleyle doldu.
Biz YDG’liler de Taksim’e çıkmak için Partizan ve DDSB ile birlikte buluşup harekete geçtik. Polisin yoğun biber gazı, plastik mermi ve tazyikli suyla saldırılarına karşı barikatlar zorlandı. Saldırılar esnasında plastik mermi ve biber bombasından yaralanan arkadaşlarımız oldu. Yoğun saldırılara karşı ilerlemeye çalışırken kimi bölgelerde kitlenin birbirinden koparak dağınık bir şekilde çatışması olumsuzluğa neden oldu. Kimi bölgelerde ise 1500-2000 kişilik kitle barikatları yıkarak DİSK ve KESK kitlesine katılıp Taksim’e ulaştı.
Valiliğin makul sayı diye açıklayarak sadece KESK ve DİSK’in belli sayıda kitlesini alana alacağını ifade etmesi ve bu kitlelerin birleşmemesi adına kolluk kuvvetlerinin DİSK ve KESK kortejini yoğun çembere almasına karşın barikatlardan korteje ulaşan kitle Taksim alanında 4-5 bin kişiye ulaşılmasını sağladı.
Biz de kimi bölgelerde kitlenin birbirinden kopması sonucunda sayıca azalmamızın etkisiyle Şişhane’de sivil faşist unsurlar tarafından döner bıçaklarıyla saldırıya uğradık. Saldırı sonucunda 5 yoldaşımız yaralandı.
Sivil faşistlerin ve polisin tüm saldırılarına karşı 2009 1 Mayıs’ı devrimciler tarafından coşku ve kararlılıkla sahiplenildi. Devrim mücadelesi için anlamı büyük olan, yoksulluğa, işsizliğe, sömürüye ve baskıya karşı direnişle kazanılan 1 Mayıs’ı Taksim’de yaşatma kararlılığı 2010 yılında da tüm coşkusuyla ortaya konulacaktır.
İstanbul YDG
Dersim
Dersim’deki 1 Mayıs kutlamaları Hastane Caddesi’nde toplanan kitlenin kortejler eşliğinde Kışla Meydanı’na doğru yürümesi ile başladı.
Dersimde YDG, Partizan kortejinde yürüdü ve 1 Mayıs’ı coşkulu bir şekilde kutlandı.
Öğrencilerin de yoğun olarak katıldığı kutlamada ‘Eğitim haktır satılamaz’, ‘işçiyiz örgütlüyken güçlüyüz’, ‘savaş öğren kazan partizan’, ‘Marks’tan Mao’ya selam olsun ibo’ya" şeklinde sloganlar atıldı. Varvara halk oyunu grubu ve müzik dinletisi eşliğinde 1 Mayıs mitingi sonlandırıldı. Dersim YDG
Amed
1 Mayıs’ın yaklaşmasıyla beraber üniversitedeki çalışmalarımızı planlamaya koyulduk. Yaklaşık 1 hafta planlanan çalışma dergi dağıtımıyla başladı. Cuma günü Fen-Edebiyat Fakültesi kantininde ve bahçesinde dergi dağıtımı gerçekleştirildi. Pazartesi ise Eğitim Fakültesi kantininde sesli ajitasyon ile yapılan dergi dağıtımıyla devam edildi ve 1 Mayıs afişlerimiz de üniversitenin çeşitli yerlerine ve standımıza asıldı. Salı günü ise Eğitim ve Mimarlık Fakültelerinde üniversite için hazırladığımız bildiri dağıtımı ile kitleye 1 Mayıs anlatılırken, Tıp Fakültesinde de dergi dağıtımımız devam etti. Bir sonraki gün de dergi dağıtımlarımız Mimarlık Fakültesi kantininde ve Fen-Edebiyat Fakültesinin bahçesinde devam etti. Son gün ise üniversitenin birçok fakültesinde, yemekhane ve bahçelerde bildiri dağıtımlarıyla öğrenciler 1 Mayıs’a davet edildi. Böylelikle üniversitenin hemen her fakültesinde yoğunlaşılmış bir faaliyetimiz oldu. Bunun yanı sıra 1 Mayıs bildirileri Bağlar ilçesinde ve kentin en yoğun yerlerinden biri olan Sanat Sokağı’nda dağıtılırken Bağlar sokaklarında da afişleme çalışmaları yapıldı.
Bu sene, 1 Mayıs Mitingi’nin bölgesel olarak Urfa’da yapılma kararı alınmasından kaynaklı Diyarbakır’da 1 Mayıs günü Dağkapı meydanında bir basın açıklaması gerçekleştirildi. DTP, EMEP, ESP, Partizan, DHF, Amed Demokrasi Platformu ve birçok sendika ve DKÖ’nün katılım sağladığı basın açıklaması öncesi meydana yapılacak yürüyüş için Büyükşehir Belediye Binası ve Ahmet Arif Parkı önünde toplanan kitle, iki koldan sloganlarla yürüyüşe geçti. Bizler de Dağkapı meydanında Partizan imzalı “Zam, Zulüm, İşkence İsyan Et Bu Düzene! Bijî Yek Gulan” pankartımızla ve flamalarımızla yerimizi aldık. Pankartımız ve alanda yaptığımız kuşlamalar kitle tarafından ilgiyle karşılandı.
Urfa
PKK Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü vesilesiyle Amara’da yapılan yürüyüşte katledilen Mahsum Karaoğlan ve Mustafa Dağ anısına bu sene Urfa’da bölgesel bir mitingle kutlanan 1 Mayıs, coşkulu gösterilere sahne oldu. KESK, DİSK ve TMMOB tarafından düzenlenen mitinge aynı zamanda DTP, ESP, EMEP, Mücadele Birliği, Partizan ve ÖDP de katılım sağladı. Miting öncesi Mardin, Maraş, Antep, Adıyaman, Hakkari, Elazığ, Van ve Amed ve ilçelerinden araçlarla gelen kitle; Şehirlerarası Otogar’ın yanında bulunan meydanda toplandı. Daha sonra kortejler oluşturularak mitingin yapılacağı Topçu Meydanı’na doğru yürüyüşe geçildi.
Bizler de “Zam, Zulüm, İşkence, İsyan Et Bu Düzene! Bijî Yek Gulan Partizan” pankart ve Partizan flamalarımızla Urfa’da da kortejdeki yerimizi aldık. Alanda sendika temsilcilerinin ve DTP Eşbaşkanı Emine Ayna’nın yaptığı konuşmalarda öne çıkan vurgu DTP’ ye yapılan operasyondu. Miting yapılan konuşmaların ardından yerel bir grubun ve Aynur Doğan’ın verdiği konserle sona erdi.
Yürüyüşte kortejimize gösterilen ilgi, alana girişimizde kaldırımda geçişleri izleyenlerin kortejimizi alkışlaması coşkumuzu arttırmış, bu ilgi alanda birçok kişinin pankart ve flamalarımızı görerek gelmesiyle de kendini göstermiş yerini sorulara ve sıcak bir sohbete bırakmıştır. Alanda yanımıza gelen bir amcanın attığımız “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” sloganının ardından söylediği şu sözler birçok şeyi özetliyor aslında: “Siz Devletin işkencesini en iyi bilenlerdensiniz; ama direnmeyi de en iyi bilenlerdensiniz.” Yıllar öncesine giden bir eğitim emekçisi ise şunu dile getiriyor: “Biz mücadeleye Partizan’la başladık, biz mücadeleyi Partizan’dan öğrendik.”
AMED YDG
Hopa
Artvin’in Hopa ilçesinde örgütlenen 1 Mayıs’a yaklaşık 800 kişi katıldı. Bizler de birliğin, dayanışmanın ve mücadelenin kızıl günü olan 1 Mayıs’a “DİRENE DİRENE KAZANACAĞIZ-Yeni Demokrat Gençlik” yazılı pankartımızla katıldık.
Partizan ve YDG flamaları taşıyan yaklaşık 50 kişilik kitlemiz sık sık “Hopa’dan Taksim’e selam olsun isyana”, “Çayda fındıkta sömürüye son” vb sloganları atarak Hopa girişinden (Yanık köprü denen bölgeden) Hopa çarşısına kadar yürüyüşe geçtik.
Yürüyüş esnasında çaya konulan kota, HES (Hidro Elektrik Santralleri ) projesi ile satılan dereler ve Hopa köylülerinin çektiği sıkıntıları, ayrıca 32 yıl sonra taksime girildiğine dair yaptığımız ajitasyonlara halk alkışlarıyla, ıslıklarıyla yol boyunca destek verdi. KESK, ESP, ÖDP ve Halkevleri’nden konuşmacılar 77 katliamının faillerinin bulunmasını ve cezalandırılmasını, çay ve fındığa konulan kotalarla çiftçinin emeğinin boşa harcandığını, krizin bedelini emekçilerin değil patronların ödemesi gerektiğini belirttiler.
Artvin YDG
Mersin
Mersin’de 1 Mayıs çalışmaları için lise ve üniversite’de Partizan imzalı 1 Mayıs bildirilerimizi dağıttık. 1 Mayıs afişlerimizi Mersin Üniversitesi ve mahallelerde yaygın bir şekilde yaptık. Afiş yaptığımız esnada insanların bizi sahiplenmeleri, “burada kimse size bir şey yapamaz, biz sizin yanınızdayız” demesi bizlere moral ve motivasyon kattı.
Mersin’de 1 Mayıs mitingi için 10.30’da Hastane Caddesi’nde toplanmaya başlayan kitle saat 11’de Metropol miting alanına doğru yürüyüşe geçti. “Örgütlü gücümüze güvenelim! Alternatifsiz değiliz. Krizin faturasını ödemeyeceğiz-Partizan” imzalı pankartımızla mitinge katıldık. Mersin LÖB de “Bugünün öğrencisiyiz, yarının işsizi olmayacağız” yazılı pankartla eylemde yerini aldı. Eylem boyunca sık sık “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”, “Liman işçisi yalnız değildir”, “Toros işçisi yalnız değildir”, “Parasız sağlık, parasız eğitim”, “Birlik mücadele zafer” vb sloganları attık.
Mersin’den bir YDG’li
Erzincan
Erzincan’da 8–9 Nisan 2006 tarihlerinde devletin sivil faşistleri de kullanarak yapmış olduğu saldırıdan sonra, valiliğin bu olayları bahane ederek ve adını da “güvenlik gerekçesi” olarak koyduğu keyfi tutumu boşa çıkarmanın ve devrimci-demokrat güçlerin alana çıkmada tereddüt ettiği böylesi bir süreçte daha geniş, planlı ve örgütlü bir çalışmanın öneminin bilincinde olan bizler bu süreci verimli geçirebilmek adına ilk olarak lise, üniversite ve köylerden arkadaşlarımızla bir toplantı aldık. Toplantı sonucunda uzun zamandır gidilmeyen alanlara gidilmesi, zamanın darlığı nedeniyle ve çalışmanın daha etkili olabilmesi için çalışmaların yoğunlaştırılması gerekliliği üzerinde duruldu. Bu doğrultuda gazete, bildiri, afiş gibi materyallerimizi kullanarak Ulalar, Geçit, Mollaköy, Çağlayan beldelerinde ve Yalınca köyünde çalışmalarımızı gerçekleşirdik. Bazı arkadaşlarımız merkezi yerlerde afiş çalışması yaparken diğer arkadaşlarımız ise gazete ve bildiri dağıtımı yaparak 1 Mayıs çağrısında bulunmuşlardır.
Çalışmalar esnasında halkın ilgili ve sıcak yaklaşımı göze çarpan iki olgu olmuştur. Ulalardaki afiş çalışması sırasında sivil araçların ya da diğer adıyla Jitem elemanlarının arkadaşlarımızın etrafında gezerek baskı oluşturma çabaları nafile kalmışken, jandarmanın arkadaşlarımızı sebepsiz yere gözaltına alması ve 200’er TL para cezası kesmesi yapılan çalışmalardan ne kadar rahatsız olduklarının kanıtıdır. Bu çalışmaların dışında Erzincan merkezde işçi ve emekçilerin yoğun olduğu kahvehanelerde ve yine işçi ve emekçi çocuklarının gittiği bir dershanede bildiri dağıtımları yapılmıştır.
Erzincan’da KESK’in başvurusunu yaptığı miting talebi bu yıl da son 3 yıldır olduğu gibi keyfi bir şekilde kabul edilmedi. Valiliğin böyle bir keyfiyeti öncesinden düşünüldüğünden mitinge izin verilmemesi durumu daha önce kurumlar arsında yapılan toplantılarda konuşulmuş ve buna karşı kitlesel bir basın açıklaması yapılması kararlaştırılmıştı.
Bu karar doğrultusunda 1 Mayıs günü saat 13’de Erzincan KESK Şubesi önünden Cumhuriyet Meydanı’na yaklaşık olrak 350 kişinin katılımıyla bir yürüyüş gerçekleştirilmiştir. Meydanda basın metninin okunmasıyla başlayan eylem davul-zurna eşliğinde çekilen halaylarla sonlandırılmıştır. Eylem Partizan, DTP, KESK ve YDG tarafından örgütlenmiştir.
Eyleme katılımın yoğun olması ve kitlenin coşkusu dikkat çekiciydi. Bizler açısından ise yaptığımız çalışmaların karşılığını almamız ve “Yaşasın 1 Mayıs-Ulalar Gençliği” pankartını açan gençlerin bizimle yürümesi olumlu olmuştur.
Erzincan YDG
Ankara
1 Mayıs Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü Ankara’da coşkulu bir şekilde kutlandı. Saat 13.30’da gar önünde toplanılan eyleme çok sayıda kurum katıldı. Eylemde YDG “Eşit Özgür Gelecek Ellerimizde Yükselecek” pankartıyla yerini aldı.
Emperyalist krizin derinleşmesine, emekçi halka yönelik saldırıların artmasına paralel olarak bu yıl Ankara’da gerçekleştirilen 1 Mayıs’ın geçen senelere göre çok daha kitlesel ve coşkulu olduğu göze çarptı. Pankartlarda, sloganlarda ve kürsüden yapılan konuşmalarda en çok öne çıkan vurgu emperyalist kriz ve krizin faturasını emekçilere çıkarma yönlü saldırılardı.
Bizler de Ankara YDG olarak hem gençliğin yaşadığı geleceksizleştirme, diplomalı işsizlik, anadilde eğitim hakkı gibi saldırıları öne çıkardık, hem de işçi ve emekçilerin mücadelesine ortak olduğumuzu gösteren dövizlerimizi kullandık, sloganlarımızı attık. İşten çıkarmaların ve hak gasplarının yoğun olarak gündemde olduğu Desa, Meha Giyim gibi işletmelerin ürünlerini boykot etme çağrısı yaptık. ÖSS’nin yaklaşması ve 1 Mayıs’ta liselilerin yoğunluğunu göz önüne alarak ÖSS vurgusu da sık sık sloganlarımızda yer buldu. Alanda yoğun biçimde dergi dağıtımı da yaptık. Özellikle çoğunluğunu örgütsüz öğrencilerin oluşturduğu kortejlerden dergimize yoğun bir ilgi vardı. Alana girdikten sonra coşkulu bir biçimde halaylarımızı çektik, marşlar söyledik ve eylemimizi sonlandırdık.
Bu yıl Ankara’da gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamalarında gözümüze çarpan durumlardan biri yine liselilerin 1 Mayıs’a yoğun katılımıydı. Hem gençlik örgütlenmelerinin kortejlerinde hem de bağımsız liseliler ya da lise öğrencileri gibi isimlerle liselilerin kendi aralarında oluşturduğu kortejlerde lise öğrencilerinin kitleselliği ve coşkusu göze çarpmaktaydı.
YDG kortejinde göze çarpan en büyük eksikliğimiz ise yine slogan kültürümüzle ilgili sorunlardı. Bazı sloganlar çok daha güçlü bir biçimde atılırken bazıları “taraftar bulamadı”. YDG olarak 1 Mayıs ruhuna uygun disiplinli duruşumuz ise bizler açısından olumluydu.
Ankara YDG
İzmir
KESK, TMMOB ve Türk-İş'in örgütlediği İzmir 1 Mayıs'ına sendikalar, DKÖ’ler, Devrimci 1 Mayıs Platformu katıldı. Gündoğdu Meydanı'nda gerçekleşen mitinge 3 ayrı koldan girildi. KESK'in şubeleri, Devrimci 1 Mayıs Platformu ve bazı kitle örgütleri saat 11’de Konak Eski Sümerbank önünde bir araya geldi ve 12’de yürüyüşe geçti. YDG'liler ise eyleme Devrimci 1 Mayıs Platformu'nun kortejinde katıldılar.
YDG'liler mitinge “Biz kendimizi dünyayı temellerinde sarsacak bir davaya adadık” pankartı ile katıldılar. Liseli YDG'liler ise eyleme “Yaşasın parasız, bilimsel, anadilde eğitim” yazılı kendi pankartları ile katıldı. Atılan sloganların yanı sıra eğitim üzerindeki emperyalist projeleri teşhir etmeye dönük ajitasyon konuşmaları yapıldı. Konuşmalar sırasında NATO, ABD, AB, İsrail gibi öne çıkan emperyalist devlet ve oluşumlara ait bayrakların bulunduğu kostüm temsili olarak “taşlandı”.
Kitlenin Gündoğdu Meydanı'na girmesinden sonra 1 Mayıs programı 1 Mayıs Marşı ile başladı. Ardından mitingi örgütleyen kurumlar adına temsili konuşmalar yapıldı. Konuşmaların ardından ise hep bir ağızdan Enternasyonal Marşı okundu ve miting yağan yağmura rağmen çekilen halaylar ile sona erdi.
İzmir YDG
Çanakkale
KESK, DİSK, Türk-iş’in öncülüğünde yapılan 1 Mayıs oldukça coşkulu geçti. Yaklaşık 1000 kişinin katılım gösterdiği eyleme, YDG, SGDF, Öğrenci Kolektifleri katılım gösterirken kitle Salı Pazarı’ndan Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Yoğun yağış altında gerçekleşen yürüyüşe rağmen kitlenin şehrin öznel koşullarına göre iyi olması olumlu karşılandı.
Saygı duruşuyla başlayan etkinlik KESK dönem sözcüsünün kitleye hitap etmesiyle devam etti. Meydandaki program yağış nedeniyle erken bitirildi.
Çanakkale YDG
Malatya
1 Mayıs; KESK, ESP, Partizan, DHF, EMEP, DTP, ÖDP, Belediye-İş ve Konak halkı tarafından coşkuyla kutlandı.
Saat 14’de kortejler oluşturularak yürüyüşe geçen kitle Emeksiz Üst Kavşağındaki miting alanına yürüdü. Bizler de “İşsizliğe, yoksulluğa, krize karşı örgütlü mücadeleye-Partizan” imzalı pankartla ve hazırladığımız dövizlerle yürüyüşteki yerimizi aldık. Miting alanındaki saygı duruşu sırasında bir arkadaşımız Vartinik’te Bir Köm şiirini okudu. Tertip Komitesi adına yapılan konuşmaların ardından gönderilen mesajlar okundu. Müzik dinletisi, davul zurna eşliğinde halaylar çekilmesinin ardından miting sona erdi.
Malatya YDG
Egemenlerin uzun yıllardır 1 Mayıs’da Taksim’i emekçilere kapatma dayatmalarına karşı, gerçek sahiplerinin meydanlara çıkmak için sokakları direnişlerle büründürdüğü bir 1Mayıs’a daha şahit olduk. Faşist TC’nin tüm gücüyle saldırdığı 1 Mayıs günü sokaklar Taksim’e çıkmak için kararlı kitleyle doldu.
Biz YDG’liler de Taksim’e çıkmak için Partizan ve DDSB ile birlikte buluşup harekete geçtik. Polisin yoğun biber gazı, plastik mermi ve tazyikli suyla saldırılarına karşı barikatlar zorlandı. Saldırılar esnasında plastik mermi ve biber bombasından yaralanan arkadaşlarımız oldu. Yoğun saldırılara karşı ilerlemeye çalışırken kimi bölgelerde kitlenin birbirinden koparak dağınık bir şekilde çatışması olumsuzluğa neden oldu. Kimi bölgelerde ise 1500-2000 kişilik kitle barikatları yıkarak DİSK ve KESK kitlesine katılıp Taksim’e ulaştı.
Valiliğin makul sayı diye açıklayarak sadece KESK ve DİSK’in belli sayıda kitlesini alana alacağını ifade etmesi ve bu kitlelerin birleşmemesi adına kolluk kuvvetlerinin DİSK ve KESK kortejini yoğun çembere almasına karşın barikatlardan korteje ulaşan kitle Taksim alanında 4-5 bin kişiye ulaşılmasını sağladı.
Biz de kimi bölgelerde kitlenin birbirinden kopması sonucunda sayıca azalmamızın etkisiyle Şişhane’de sivil faşist unsurlar tarafından döner bıçaklarıyla saldırıya uğradık. Saldırı sonucunda 5 yoldaşımız yaralandı.
Sivil faşistlerin ve polisin tüm saldırılarına karşı 2009 1 Mayıs’ı devrimciler tarafından coşku ve kararlılıkla sahiplenildi. Devrim mücadelesi için anlamı büyük olan, yoksulluğa, işsizliğe, sömürüye ve baskıya karşı direnişle kazanılan 1 Mayıs’ı Taksim’de yaşatma kararlılığı 2010 yılında da tüm coşkusuyla ortaya konulacaktır.
İstanbul YDG
Dersim
Dersim’deki 1 Mayıs kutlamaları Hastane Caddesi’nde toplanan kitlenin kortejler eşliğinde Kışla Meydanı’na doğru yürümesi ile başladı.
Dersimde YDG, Partizan kortejinde yürüdü ve 1 Mayıs’ı coşkulu bir şekilde kutlandı.
Öğrencilerin de yoğun olarak katıldığı kutlamada ‘Eğitim haktır satılamaz’, ‘işçiyiz örgütlüyken güçlüyüz’, ‘savaş öğren kazan partizan’, ‘Marks’tan Mao’ya selam olsun ibo’ya" şeklinde sloganlar atıldı. Varvara halk oyunu grubu ve müzik dinletisi eşliğinde 1 Mayıs mitingi sonlandırıldı. Dersim YDG
Amed
1 Mayıs’ın yaklaşmasıyla beraber üniversitedeki çalışmalarımızı planlamaya koyulduk. Yaklaşık 1 hafta planlanan çalışma dergi dağıtımıyla başladı. Cuma günü Fen-Edebiyat Fakültesi kantininde ve bahçesinde dergi dağıtımı gerçekleştirildi. Pazartesi ise Eğitim Fakültesi kantininde sesli ajitasyon ile yapılan dergi dağıtımıyla devam edildi ve 1 Mayıs afişlerimiz de üniversitenin çeşitli yerlerine ve standımıza asıldı. Salı günü ise Eğitim ve Mimarlık Fakültelerinde üniversite için hazırladığımız bildiri dağıtımı ile kitleye 1 Mayıs anlatılırken, Tıp Fakültesinde de dergi dağıtımımız devam etti. Bir sonraki gün de dergi dağıtımlarımız Mimarlık Fakültesi kantininde ve Fen-Edebiyat Fakültesinin bahçesinde devam etti. Son gün ise üniversitenin birçok fakültesinde, yemekhane ve bahçelerde bildiri dağıtımlarıyla öğrenciler 1 Mayıs’a davet edildi. Böylelikle üniversitenin hemen her fakültesinde yoğunlaşılmış bir faaliyetimiz oldu. Bunun yanı sıra 1 Mayıs bildirileri Bağlar ilçesinde ve kentin en yoğun yerlerinden biri olan Sanat Sokağı’nda dağıtılırken Bağlar sokaklarında da afişleme çalışmaları yapıldı.
Bu sene, 1 Mayıs Mitingi’nin bölgesel olarak Urfa’da yapılma kararı alınmasından kaynaklı Diyarbakır’da 1 Mayıs günü Dağkapı meydanında bir basın açıklaması gerçekleştirildi. DTP, EMEP, ESP, Partizan, DHF, Amed Demokrasi Platformu ve birçok sendika ve DKÖ’nün katılım sağladığı basın açıklaması öncesi meydana yapılacak yürüyüş için Büyükşehir Belediye Binası ve Ahmet Arif Parkı önünde toplanan kitle, iki koldan sloganlarla yürüyüşe geçti. Bizler de Dağkapı meydanında Partizan imzalı “Zam, Zulüm, İşkence İsyan Et Bu Düzene! Bijî Yek Gulan” pankartımızla ve flamalarımızla yerimizi aldık. Pankartımız ve alanda yaptığımız kuşlamalar kitle tarafından ilgiyle karşılandı.
Urfa
PKK Önderi Abdullah Öcalan’ın doğum günü vesilesiyle Amara’da yapılan yürüyüşte katledilen Mahsum Karaoğlan ve Mustafa Dağ anısına bu sene Urfa’da bölgesel bir mitingle kutlanan 1 Mayıs, coşkulu gösterilere sahne oldu. KESK, DİSK ve TMMOB tarafından düzenlenen mitinge aynı zamanda DTP, ESP, EMEP, Mücadele Birliği, Partizan ve ÖDP de katılım sağladı. Miting öncesi Mardin, Maraş, Antep, Adıyaman, Hakkari, Elazığ, Van ve Amed ve ilçelerinden araçlarla gelen kitle; Şehirlerarası Otogar’ın yanında bulunan meydanda toplandı. Daha sonra kortejler oluşturularak mitingin yapılacağı Topçu Meydanı’na doğru yürüyüşe geçildi.
Bizler de “Zam, Zulüm, İşkence, İsyan Et Bu Düzene! Bijî Yek Gulan Partizan” pankart ve Partizan flamalarımızla Urfa’da da kortejdeki yerimizi aldık. Alanda sendika temsilcilerinin ve DTP Eşbaşkanı Emine Ayna’nın yaptığı konuşmalarda öne çıkan vurgu DTP’ ye yapılan operasyondu. Miting yapılan konuşmaların ardından yerel bir grubun ve Aynur Doğan’ın verdiği konserle sona erdi.
Yürüyüşte kortejimize gösterilen ilgi, alana girişimizde kaldırımda geçişleri izleyenlerin kortejimizi alkışlaması coşkumuzu arttırmış, bu ilgi alanda birçok kişinin pankart ve flamalarımızı görerek gelmesiyle de kendini göstermiş yerini sorulara ve sıcak bir sohbete bırakmıştır. Alanda yanımıza gelen bir amcanın attığımız “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” sloganının ardından söylediği şu sözler birçok şeyi özetliyor aslında: “Siz Devletin işkencesini en iyi bilenlerdensiniz; ama direnmeyi de en iyi bilenlerdensiniz.” Yıllar öncesine giden bir eğitim emekçisi ise şunu dile getiriyor: “Biz mücadeleye Partizan’la başladık, biz mücadeleyi Partizan’dan öğrendik.”
AMED YDG
Hopa
Artvin’in Hopa ilçesinde örgütlenen 1 Mayıs’a yaklaşık 800 kişi katıldı. Bizler de birliğin, dayanışmanın ve mücadelenin kızıl günü olan 1 Mayıs’a “DİRENE DİRENE KAZANACAĞIZ-Yeni Demokrat Gençlik” yazılı pankartımızla katıldık.
Partizan ve YDG flamaları taşıyan yaklaşık 50 kişilik kitlemiz sık sık “Hopa’dan Taksim’e selam olsun isyana”, “Çayda fındıkta sömürüye son” vb sloganları atarak Hopa girişinden (Yanık köprü denen bölgeden) Hopa çarşısına kadar yürüyüşe geçtik.
Yürüyüş esnasında çaya konulan kota, HES (Hidro Elektrik Santralleri ) projesi ile satılan dereler ve Hopa köylülerinin çektiği sıkıntıları, ayrıca 32 yıl sonra taksime girildiğine dair yaptığımız ajitasyonlara halk alkışlarıyla, ıslıklarıyla yol boyunca destek verdi. KESK, ESP, ÖDP ve Halkevleri’nden konuşmacılar 77 katliamının faillerinin bulunmasını ve cezalandırılmasını, çay ve fındığa konulan kotalarla çiftçinin emeğinin boşa harcandığını, krizin bedelini emekçilerin değil patronların ödemesi gerektiğini belirttiler.
Artvin YDG
Mersin
Mersin’de 1 Mayıs çalışmaları için lise ve üniversite’de Partizan imzalı 1 Mayıs bildirilerimizi dağıttık. 1 Mayıs afişlerimizi Mersin Üniversitesi ve mahallelerde yaygın bir şekilde yaptık. Afiş yaptığımız esnada insanların bizi sahiplenmeleri, “burada kimse size bir şey yapamaz, biz sizin yanınızdayız” demesi bizlere moral ve motivasyon kattı.
Mersin’de 1 Mayıs mitingi için 10.30’da Hastane Caddesi’nde toplanmaya başlayan kitle saat 11’de Metropol miting alanına doğru yürüyüşe geçti. “Örgütlü gücümüze güvenelim! Alternatifsiz değiliz. Krizin faturasını ödemeyeceğiz-Partizan” imzalı pankartımızla mitinge katıldık. Mersin LÖB de “Bugünün öğrencisiyiz, yarının işsizi olmayacağız” yazılı pankartla eylemde yerini aldı. Eylem boyunca sık sık “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”, “Liman işçisi yalnız değildir”, “Toros işçisi yalnız değildir”, “Parasız sağlık, parasız eğitim”, “Birlik mücadele zafer” vb sloganları attık.
Mersin’den bir YDG’li
Erzincan
Erzincan’da 8–9 Nisan 2006 tarihlerinde devletin sivil faşistleri de kullanarak yapmış olduğu saldırıdan sonra, valiliğin bu olayları bahane ederek ve adını da “güvenlik gerekçesi” olarak koyduğu keyfi tutumu boşa çıkarmanın ve devrimci-demokrat güçlerin alana çıkmada tereddüt ettiği böylesi bir süreçte daha geniş, planlı ve örgütlü bir çalışmanın öneminin bilincinde olan bizler bu süreci verimli geçirebilmek adına ilk olarak lise, üniversite ve köylerden arkadaşlarımızla bir toplantı aldık. Toplantı sonucunda uzun zamandır gidilmeyen alanlara gidilmesi, zamanın darlığı nedeniyle ve çalışmanın daha etkili olabilmesi için çalışmaların yoğunlaştırılması gerekliliği üzerinde duruldu. Bu doğrultuda gazete, bildiri, afiş gibi materyallerimizi kullanarak Ulalar, Geçit, Mollaköy, Çağlayan beldelerinde ve Yalınca köyünde çalışmalarımızı gerçekleşirdik. Bazı arkadaşlarımız merkezi yerlerde afiş çalışması yaparken diğer arkadaşlarımız ise gazete ve bildiri dağıtımı yaparak 1 Mayıs çağrısında bulunmuşlardır.
Çalışmalar esnasında halkın ilgili ve sıcak yaklaşımı göze çarpan iki olgu olmuştur. Ulalardaki afiş çalışması sırasında sivil araçların ya da diğer adıyla Jitem elemanlarının arkadaşlarımızın etrafında gezerek baskı oluşturma çabaları nafile kalmışken, jandarmanın arkadaşlarımızı sebepsiz yere gözaltına alması ve 200’er TL para cezası kesmesi yapılan çalışmalardan ne kadar rahatsız olduklarının kanıtıdır. Bu çalışmaların dışında Erzincan merkezde işçi ve emekçilerin yoğun olduğu kahvehanelerde ve yine işçi ve emekçi çocuklarının gittiği bir dershanede bildiri dağıtımları yapılmıştır.
Erzincan’da KESK’in başvurusunu yaptığı miting talebi bu yıl da son 3 yıldır olduğu gibi keyfi bir şekilde kabul edilmedi. Valiliğin böyle bir keyfiyeti öncesinden düşünüldüğünden mitinge izin verilmemesi durumu daha önce kurumlar arsında yapılan toplantılarda konuşulmuş ve buna karşı kitlesel bir basın açıklaması yapılması kararlaştırılmıştı.
Bu karar doğrultusunda 1 Mayıs günü saat 13’de Erzincan KESK Şubesi önünden Cumhuriyet Meydanı’na yaklaşık olrak 350 kişinin katılımıyla bir yürüyüş gerçekleştirilmiştir. Meydanda basın metninin okunmasıyla başlayan eylem davul-zurna eşliğinde çekilen halaylarla sonlandırılmıştır. Eylem Partizan, DTP, KESK ve YDG tarafından örgütlenmiştir.
Eyleme katılımın yoğun olması ve kitlenin coşkusu dikkat çekiciydi. Bizler açısından ise yaptığımız çalışmaların karşılığını almamız ve “Yaşasın 1 Mayıs-Ulalar Gençliği” pankartını açan gençlerin bizimle yürümesi olumlu olmuştur.
Erzincan YDG
Ankara
1 Mayıs Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü Ankara’da coşkulu bir şekilde kutlandı. Saat 13.30’da gar önünde toplanılan eyleme çok sayıda kurum katıldı. Eylemde YDG “Eşit Özgür Gelecek Ellerimizde Yükselecek” pankartıyla yerini aldı.
Emperyalist krizin derinleşmesine, emekçi halka yönelik saldırıların artmasına paralel olarak bu yıl Ankara’da gerçekleştirilen 1 Mayıs’ın geçen senelere göre çok daha kitlesel ve coşkulu olduğu göze çarptı. Pankartlarda, sloganlarda ve kürsüden yapılan konuşmalarda en çok öne çıkan vurgu emperyalist kriz ve krizin faturasını emekçilere çıkarma yönlü saldırılardı.
Bizler de Ankara YDG olarak hem gençliğin yaşadığı geleceksizleştirme, diplomalı işsizlik, anadilde eğitim hakkı gibi saldırıları öne çıkardık, hem de işçi ve emekçilerin mücadelesine ortak olduğumuzu gösteren dövizlerimizi kullandık, sloganlarımızı attık. İşten çıkarmaların ve hak gasplarının yoğun olarak gündemde olduğu Desa, Meha Giyim gibi işletmelerin ürünlerini boykot etme çağrısı yaptık. ÖSS’nin yaklaşması ve 1 Mayıs’ta liselilerin yoğunluğunu göz önüne alarak ÖSS vurgusu da sık sık sloganlarımızda yer buldu. Alanda yoğun biçimde dergi dağıtımı da yaptık. Özellikle çoğunluğunu örgütsüz öğrencilerin oluşturduğu kortejlerden dergimize yoğun bir ilgi vardı. Alana girdikten sonra coşkulu bir biçimde halaylarımızı çektik, marşlar söyledik ve eylemimizi sonlandırdık.
Bu yıl Ankara’da gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamalarında gözümüze çarpan durumlardan biri yine liselilerin 1 Mayıs’a yoğun katılımıydı. Hem gençlik örgütlenmelerinin kortejlerinde hem de bağımsız liseliler ya da lise öğrencileri gibi isimlerle liselilerin kendi aralarında oluşturduğu kortejlerde lise öğrencilerinin kitleselliği ve coşkusu göze çarpmaktaydı.
YDG kortejinde göze çarpan en büyük eksikliğimiz ise yine slogan kültürümüzle ilgili sorunlardı. Bazı sloganlar çok daha güçlü bir biçimde atılırken bazıları “taraftar bulamadı”. YDG olarak 1 Mayıs ruhuna uygun disiplinli duruşumuz ise bizler açısından olumluydu.
Ankara YDG
İzmir
KESK, TMMOB ve Türk-İş'in örgütlediği İzmir 1 Mayıs'ına sendikalar, DKÖ’ler, Devrimci 1 Mayıs Platformu katıldı. Gündoğdu Meydanı'nda gerçekleşen mitinge 3 ayrı koldan girildi. KESK'in şubeleri, Devrimci 1 Mayıs Platformu ve bazı kitle örgütleri saat 11’de Konak Eski Sümerbank önünde bir araya geldi ve 12’de yürüyüşe geçti. YDG'liler ise eyleme Devrimci 1 Mayıs Platformu'nun kortejinde katıldılar.
YDG'liler mitinge “Biz kendimizi dünyayı temellerinde sarsacak bir davaya adadık” pankartı ile katıldılar. Liseli YDG'liler ise eyleme “Yaşasın parasız, bilimsel, anadilde eğitim” yazılı kendi pankartları ile katıldı. Atılan sloganların yanı sıra eğitim üzerindeki emperyalist projeleri teşhir etmeye dönük ajitasyon konuşmaları yapıldı. Konuşmalar sırasında NATO, ABD, AB, İsrail gibi öne çıkan emperyalist devlet ve oluşumlara ait bayrakların bulunduğu kostüm temsili olarak “taşlandı”.
Kitlenin Gündoğdu Meydanı'na girmesinden sonra 1 Mayıs programı 1 Mayıs Marşı ile başladı. Ardından mitingi örgütleyen kurumlar adına temsili konuşmalar yapıldı. Konuşmaların ardından ise hep bir ağızdan Enternasyonal Marşı okundu ve miting yağan yağmura rağmen çekilen halaylar ile sona erdi.
İzmir YDG
Çanakkale
KESK, DİSK, Türk-iş’in öncülüğünde yapılan 1 Mayıs oldukça coşkulu geçti. Yaklaşık 1000 kişinin katılım gösterdiği eyleme, YDG, SGDF, Öğrenci Kolektifleri katılım gösterirken kitle Salı Pazarı’ndan Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Yoğun yağış altında gerçekleşen yürüyüşe rağmen kitlenin şehrin öznel koşullarına göre iyi olması olumlu karşılandı.
Saygı duruşuyla başlayan etkinlik KESK dönem sözcüsünün kitleye hitap etmesiyle devam etti. Meydandaki program yağış nedeniyle erken bitirildi.
Çanakkale YDG
Malatya
1 Mayıs; KESK, ESP, Partizan, DHF, EMEP, DTP, ÖDP, Belediye-İş ve Konak halkı tarafından coşkuyla kutlandı.
Saat 14’de kortejler oluşturularak yürüyüşe geçen kitle Emeksiz Üst Kavşağındaki miting alanına yürüdü. Bizler de “İşsizliğe, yoksulluğa, krize karşı örgütlü mücadeleye-Partizan” imzalı pankartla ve hazırladığımız dövizlerle yürüyüşteki yerimizi aldık. Miting alanındaki saygı duruşu sırasında bir arkadaşımız Vartinik’te Bir Köm şiirini okudu. Tertip Komitesi adına yapılan konuşmaların ardından gönderilen mesajlar okundu. Müzik dinletisi, davul zurna eşliğinde halaylar çekilmesinin ardından miting sona erdi.
Malatya YDG
GENÇLİĞE NOTLAR
ÇABALAMAKTAN VAZGEÇMEYİN
“Bir şey yapmamak, karamsarlık ve dert yanmak, egemenlerin işine yarar, bu onların üzerimizdeki zaferi anlamına gelir. Eğer egemenler, bir devrimcinin mücadele azmini kırmayı başarırsa o zaman kazandılar demektir. Ama çalışmak, hücrede ve cezaevinin havalandırmasındaki kısa yürüyüşlerde canlı ve sıkı uğraş, güven ve yılmamak bizim zaferimiz, düşmanlarımızın yenilgisi anlamına gelir. Devrimcinin iradesi kırılmadığı sürece, egemenlerle acımasız ikili mücadelede zaferi kazanan devrimcidir”[1](b.b.a)
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Sverdlov yoldaşın bu sözleri, bir devrimcinin asla unutmaması gereken oldukça önemli bir anlayışa vurgu içermektedir. Fiziksel tüm olumsuzluklara rağmen, teslim olmama, yılmama anlayışının, devrimciyi esasta zafere götüren erdemler olduğu, onlarca örnekte defalarca kez yeniden kanıtlanmış bir gerçekliktir.
Biz genç devrimciler açısından da esas olanın ele aldığımız işlerde ve karşılaştığımız sorunlarda mücadele azmini kaybetmemek olduğunu bilince çıkarmamız gerekmektedir. Yaşamın kendisi çelişkinin varlığının sürekliliğinin teminatı ise sorunların da sürekli olduğunun ve asla bitmeyeceklerinin bilimsel olarak farkında olmamız gerekmektedir. Bu sorunlardan bazıları oldukça büyük görünse de burada belirleyici olanın mücadele azmi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekmektedir.
Bir devrimci açısından önemli olan, her seferinde “başarı”ya ulaşma durumu değildir. Önemli olan, her seferinde yılmadan ve ısrarla çalışma gerçekliğidir. Zindanda dahi devrimciyi fiziken engellenmiş olmasına rağmen diri tutan şey de bu anlayışa tekabül etmektedir. Zindan gerçekliği, bir devrimci açısından olumsuz koşullara verilebilecek en net örneklerden birisidir. İşte Sverdlov yoldaşın bahsettiği mücadele azmi, tam da böylesi anlarda daha önemli hale gelmektedir. Hayatının önemli bir kısmını zindanda geçireceğini bilen bir devrimcinin yaşama dört elle sarılması, Deniz Gezmişlerin idam edileceklerini öğrendikten sonra da aynı disiplin ve yaşam sevinciyle hayatlarına devam etmeleri, İbrahim yoldaşın ağır işkencelerden sonra ölümün arifesinde savunmasını, partiyi, dışarıdaki yoldaşlarını ve ailesini düşünmesini, son ana kadar çalışmalarına devam etmesini, Mahir Çayanların sarıldıkları evde artık ölümün kaçınılmaz olduğu anda dahi direnişlerini devam ettirmelerini ancak bu mücadele azmi ve devrimci iradeyle açıklayabiliriz. Buraya aktardığımız örnekler, sonu “başarıyla” bitmeyen örnekler olarak, devrimci iradeye verilebilecek en net örnekler olmaktadırlar. Onlar, “her şey bitti” diyerek “uğraşmaya gerek yok” dememişler ve son nefeslerine kadar kavga için, halk için çalışmaya devam etmişlerdir.
Karşılaştığımız sorunlarda ve ele aldığımız konularda “başarı” elde durumu, zirve noktasını temsil etmektedir ancak tek başına “her şey” de değildir. Defalarca kez değindiğimiz gibi “başarı” kadar onun uğruna verilen mücadele de önemlidir. İşte bu mücadelenin sürekliliği bir kere sağlanabildiği anda “başarılı” olma durumu eninde sonunda sağlanacaktır. Bu durum, özellikle genç devrimciler açısından daha da önemlidir. Keza, sosyalist eğitimin en önemli araçlarından birisi de pratik içerisindeki duruşla doğrudan ilgilidir. Örneğin, yüklü bir borcun kapatılması için baştan çalışmamayı, çabalamamayı tercih edenle ısrarla kitlelere giderek maddi olanak çıkarmaya çalışan arasında ciddi bir fark olacaktır. Çabalamamayı tercih eden, psikolojik yılgınlığının yanı sıra kendisine, örgütüne ve kitlelere olan güvenini de daha fazla yitirecek ve hiçleşecek, çabalayan ise borcun tamamını kapatamasa bile daha diri, umutlu olacaktır. Bunun yanı sıra o, kitlelerin içerisinde onlarca deneyim edinecek, yeni insanlarla tanışacak, insanlarla nasıl iletişim kurulması gerektiğini öğrenecek ve kendisini yetkinleştirecektir. Her iki halde de “başarı” ancak maddi anlamdaki sonuçsal başarı sağlanamamış olsa da çabalayanın hem kendisine hem de örgütüne kattıkları çok daha değerli olacaktır. Öte yandan baştan koşullara teslim olanın bir şey katmak bir yana var olandan eksilteceği, çürümeyi, ataleti, ruhsuzluğu ve güvensizliği yayacağı açıktır.
Devrimci çalışma, onlarca kez yenilmeyi, kaybetmeyi göze almadan yapılamaz. Kapıların defalarca kez yüzüne kapanacağını bile bile ısrarla kitlelere gitmek, mutlaka o kapıların bir gün açılmasını da beraberinde getirecektir. O halde ısrar, devrimci çalışma açısından vazgeçilmez bir yerde durmaktadır. Bu ısrarı, çabalama azmini göstermeyen, yenilgiyi baştan kabullenen bir bireyin ya da örgütün devrimci mücadele açısından anlamı da kalmamış demektir.
Her seferinde vurgulanan, son dönemde dillere pelesenk olan tasfiyeciliğin yaygınlığı ve etki gücü düşünüldüğünde iradenin, çabanın, ısrarcılığın önemi de daha iyi anlaşılacaktır. Tasfiyecilik dönemlerinde devrimcilerin en fazla sahip olması gereken erdem, yılmayan bir devrimci iradedir. Maddi olanaklarımız az olabilir, mücadelemize destek veren geniş kitleleri bir anda bulamayabiliriz, sistemin saldırıları ve tecrit çabaları bunaltıyor olabilir, yakınımızdaki devrimci dostlarımız hareketsizliği kutsuyor olabilir. Daha onlarca öznel ve nesnel soruna rağmen devrimci mücadele devam edecekse –ki edecek- ancak tüm sorunlara rağmen yenilmeyen, yılmayan devrimci irade sayesinde edecektir.
Bir an bile nihai zaferin gerçekleşeceğinden şüphe duymadan, anın tüm sorunlarını göğüsleyebilmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu köşede son dönemde sürekli vurguladığımız, mücadelenin bilimsel haklılığından gıdasını alan devrimci iradenin diri tutulabilmesi genç devrimciler açısından oldukça önemlidir. Son dönemde artan direnişlerin, kitlelerin öfkesinin, devrimci teslim olmama geleneğine yapılan atıflarla büyütülen umutların, sistemin “her şeye hakimiz” yaygaraları ortasında geniş kitlelere ve daha da öncesi devrimci gençlere verdiği mesaj nettir. Ülkenin dört bir yanından yükselen bu direniş örneklerini iyi incelemeli, görmekte zorlananların görmesi için yardımcı olmalıyız. Yılgınlık yaygaracılarına, olumsuzluk lafazanlarına, güvensizlik timsallerine ısrarla bu örnekleri göstermek, bizlerin önemli görevlerimizden bir tanesidir. Unutmayalım ki kendi güvenini yitirmiş bir bireyin/örgütün kitlelere umut ve güven vermesi mümkün değildir.
[1] Klavdiya Sverdlova, Severdlov Urallı Delikanlı, Ceylan Yayınları, s.113.
“Bir şey yapmamak, karamsarlık ve dert yanmak, egemenlerin işine yarar, bu onların üzerimizdeki zaferi anlamına gelir. Eğer egemenler, bir devrimcinin mücadele azmini kırmayı başarırsa o zaman kazandılar demektir. Ama çalışmak, hücrede ve cezaevinin havalandırmasındaki kısa yürüyüşlerde canlı ve sıkı uğraş, güven ve yılmamak bizim zaferimiz, düşmanlarımızın yenilgisi anlamına gelir. Devrimcinin iradesi kırılmadığı sürece, egemenlerle acımasız ikili mücadelede zaferi kazanan devrimcidir”[1](b.b.a)
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Sverdlov yoldaşın bu sözleri, bir devrimcinin asla unutmaması gereken oldukça önemli bir anlayışa vurgu içermektedir. Fiziksel tüm olumsuzluklara rağmen, teslim olmama, yılmama anlayışının, devrimciyi esasta zafere götüren erdemler olduğu, onlarca örnekte defalarca kez yeniden kanıtlanmış bir gerçekliktir.
Biz genç devrimciler açısından da esas olanın ele aldığımız işlerde ve karşılaştığımız sorunlarda mücadele azmini kaybetmemek olduğunu bilince çıkarmamız gerekmektedir. Yaşamın kendisi çelişkinin varlığının sürekliliğinin teminatı ise sorunların da sürekli olduğunun ve asla bitmeyeceklerinin bilimsel olarak farkında olmamız gerekmektedir. Bu sorunlardan bazıları oldukça büyük görünse de burada belirleyici olanın mücadele azmi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekmektedir.
Bir devrimci açısından önemli olan, her seferinde “başarı”ya ulaşma durumu değildir. Önemli olan, her seferinde yılmadan ve ısrarla çalışma gerçekliğidir. Zindanda dahi devrimciyi fiziken engellenmiş olmasına rağmen diri tutan şey de bu anlayışa tekabül etmektedir. Zindan gerçekliği, bir devrimci açısından olumsuz koşullara verilebilecek en net örneklerden birisidir. İşte Sverdlov yoldaşın bahsettiği mücadele azmi, tam da böylesi anlarda daha önemli hale gelmektedir. Hayatının önemli bir kısmını zindanda geçireceğini bilen bir devrimcinin yaşama dört elle sarılması, Deniz Gezmişlerin idam edileceklerini öğrendikten sonra da aynı disiplin ve yaşam sevinciyle hayatlarına devam etmeleri, İbrahim yoldaşın ağır işkencelerden sonra ölümün arifesinde savunmasını, partiyi, dışarıdaki yoldaşlarını ve ailesini düşünmesini, son ana kadar çalışmalarına devam etmesini, Mahir Çayanların sarıldıkları evde artık ölümün kaçınılmaz olduğu anda dahi direnişlerini devam ettirmelerini ancak bu mücadele azmi ve devrimci iradeyle açıklayabiliriz. Buraya aktardığımız örnekler, sonu “başarıyla” bitmeyen örnekler olarak, devrimci iradeye verilebilecek en net örnekler olmaktadırlar. Onlar, “her şey bitti” diyerek “uğraşmaya gerek yok” dememişler ve son nefeslerine kadar kavga için, halk için çalışmaya devam etmişlerdir.
Karşılaştığımız sorunlarda ve ele aldığımız konularda “başarı” elde durumu, zirve noktasını temsil etmektedir ancak tek başına “her şey” de değildir. Defalarca kez değindiğimiz gibi “başarı” kadar onun uğruna verilen mücadele de önemlidir. İşte bu mücadelenin sürekliliği bir kere sağlanabildiği anda “başarılı” olma durumu eninde sonunda sağlanacaktır. Bu durum, özellikle genç devrimciler açısından daha da önemlidir. Keza, sosyalist eğitimin en önemli araçlarından birisi de pratik içerisindeki duruşla doğrudan ilgilidir. Örneğin, yüklü bir borcun kapatılması için baştan çalışmamayı, çabalamamayı tercih edenle ısrarla kitlelere giderek maddi olanak çıkarmaya çalışan arasında ciddi bir fark olacaktır. Çabalamamayı tercih eden, psikolojik yılgınlığının yanı sıra kendisine, örgütüne ve kitlelere olan güvenini de daha fazla yitirecek ve hiçleşecek, çabalayan ise borcun tamamını kapatamasa bile daha diri, umutlu olacaktır. Bunun yanı sıra o, kitlelerin içerisinde onlarca deneyim edinecek, yeni insanlarla tanışacak, insanlarla nasıl iletişim kurulması gerektiğini öğrenecek ve kendisini yetkinleştirecektir. Her iki halde de “başarı” ancak maddi anlamdaki sonuçsal başarı sağlanamamış olsa da çabalayanın hem kendisine hem de örgütüne kattıkları çok daha değerli olacaktır. Öte yandan baştan koşullara teslim olanın bir şey katmak bir yana var olandan eksilteceği, çürümeyi, ataleti, ruhsuzluğu ve güvensizliği yayacağı açıktır.
Devrimci çalışma, onlarca kez yenilmeyi, kaybetmeyi göze almadan yapılamaz. Kapıların defalarca kez yüzüne kapanacağını bile bile ısrarla kitlelere gitmek, mutlaka o kapıların bir gün açılmasını da beraberinde getirecektir. O halde ısrar, devrimci çalışma açısından vazgeçilmez bir yerde durmaktadır. Bu ısrarı, çabalama azmini göstermeyen, yenilgiyi baştan kabullenen bir bireyin ya da örgütün devrimci mücadele açısından anlamı da kalmamış demektir.
Her seferinde vurgulanan, son dönemde dillere pelesenk olan tasfiyeciliğin yaygınlığı ve etki gücü düşünüldüğünde iradenin, çabanın, ısrarcılığın önemi de daha iyi anlaşılacaktır. Tasfiyecilik dönemlerinde devrimcilerin en fazla sahip olması gereken erdem, yılmayan bir devrimci iradedir. Maddi olanaklarımız az olabilir, mücadelemize destek veren geniş kitleleri bir anda bulamayabiliriz, sistemin saldırıları ve tecrit çabaları bunaltıyor olabilir, yakınımızdaki devrimci dostlarımız hareketsizliği kutsuyor olabilir. Daha onlarca öznel ve nesnel soruna rağmen devrimci mücadele devam edecekse –ki edecek- ancak tüm sorunlara rağmen yenilmeyen, yılmayan devrimci irade sayesinde edecektir.
Bir an bile nihai zaferin gerçekleşeceğinden şüphe duymadan, anın tüm sorunlarını göğüsleyebilmek ancak bu şekilde mümkündür. Bu köşede son dönemde sürekli vurguladığımız, mücadelenin bilimsel haklılığından gıdasını alan devrimci iradenin diri tutulabilmesi genç devrimciler açısından oldukça önemlidir. Son dönemde artan direnişlerin, kitlelerin öfkesinin, devrimci teslim olmama geleneğine yapılan atıflarla büyütülen umutların, sistemin “her şeye hakimiz” yaygaraları ortasında geniş kitlelere ve daha da öncesi devrimci gençlere verdiği mesaj nettir. Ülkenin dört bir yanından yükselen bu direniş örneklerini iyi incelemeli, görmekte zorlananların görmesi için yardımcı olmalıyız. Yılgınlık yaygaracılarına, olumsuzluk lafazanlarına, güvensizlik timsallerine ısrarla bu örnekleri göstermek, bizlerin önemli görevlerimizden bir tanesidir. Unutmayalım ki kendi güvenini yitirmiş bir bireyin/örgütün kitlelere umut ve güven vermesi mümkün değildir.
[1] Klavdiya Sverdlova, Severdlov Urallı Delikanlı, Ceylan Yayınları, s.113.
İbo ve Kürt halkının ulusal zulme isyanını anlamak
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde tarihin en kanlı katliamlarından biri olan Ermeni soykırımı yaşanmış ve 1 milyondan fazla Ermeni üzerinde soykırım politikası uygulanmıştı. İttihatçılardan soykırım ve katliam politikasını miras alan Kemalist kadro, Kürt ulusu üzerinde inkâr, imha ve asimilasyon politikası uygulamaya koyulmuştur. Ülkemizde hakim sınıflar, başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve milliyetlere yönelik ulusal baskı politikası uygulamışlardır, uygulamaktadırlar. Bu politika dahilinde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı gasp edilmekle kalmayıp, imha ve inkâr politikasıyla Kürt ulusunun tarihi; acıların, katliamların, zorunlu göçlerin ve savaşların tarihi haline getirilmiştir.
İbrahim Kaypakkaya’yı 68 kuşağının diğer devrimci önderlerinden ayıran önemli bir nokta bu politikayı görüp incelemesi ve ortaya koyduklarıyla resmi statükocu tezlere darbe indirmesidir. Kaypakkaya; proletaryanın bilimsel öğretisi Marksizm-Leninizm-Maoizm ilkeleri ışığında ulus tanımı yaparak ulusal sorunu ülkemize uyarlamış, ezilen ulus sorununa ve proletaryanın bu soruna bakış açısına bilimsel açıklık getirmiştir. Herkesin resmi ideolojinin-Türk şovenizminin etkisi altında kalarak sustuğu, derin sessizliğe gömülü olduğu, Kürt kelimesinin dillendirilmesinin bile cesaret istediği ve ulusal meselenin bu kadar yakıcı olmadığı bir dönemde –bundan 37 yıl önce- gerçekleri apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.
Burada Kaypakkaya’nın bu haklılığının ve uzak görüşlülüğünün esasını Marksizm-Leninizm-Maoizm’in ilkelerinin oluşturduğunu bilince çıkarmak gerekir. Kürt halkının sınıfsal sömürünün yanında ulusal olarak da ezilmesi bu coğrafyayı ayrı bir yere koymaktadır. Bu çifte sömürü, coğrafyamızı ülkemiz devrim ateşinin tutuşturulacağı ‘‘kuru bozkırlar” durumuna getirmektedir. Bu gerçeklik dahilinde İbrahim yoldaşın bölgede faaliyet yürütmesi sonucu somut koşulları tahlil etmesi; yarı-feodal, yarı sömürge tespitiyle birlikte mücadele biçimi olarak silahlı mücadeleyi ve devrimin yolu olarak Halk Savaşını belirlemesi ve ulusal mesele konusundaki tespitlerinde haklılığı uzak görüşlülüğünün ve bilimsel bakış açısının ürünüdür. Şunu görmek gerekir ki İbrahim yoldaşın ulusal sorun üzerindeki görüşleri, günümüzü anlamada ve yorumlamada önemli bir kaynak olmaya devam etmektedir.
Günümüz tartışmaları eskisinden çok farklı bir noktada durmuyor. Kürt ulusuna yönelik inkâr ve imhada ısrar eden hakim sınıflar, bugün de aynı politikalarını bazı ince değişiklerle devam ettirmekteler. Bugün de egemenlerin meseleye bakışı Erdoğan’ın da bizzat söylediği gibi, “Tek Vatan, Tek Millet, Tek Dil” politikasıdır. Kürt ulusunun varlığının inkâr edildiği ülkemizde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını (UKKTH) savunmak bırakalım devrimciliği demokrat olabilmenin ön koşuludur.
Bugün de bu gerçeklik yakıcılığını koruyor ve Kürt ulusal sorunu safları netleştirmeye devam ediyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de “ülkeyi zayıflatıyor, emperyalizme hizmet ediyor” vb. gerekçelerle ulusların kendi kaderini tayin hakkı reddedilmektedir. Bugün de Kürt Ulusal Hareketini emperyalizmle ilişkilendirerek mahkûm etmeye çalışarak destek sunmamak gibi bahanelerle emperyalizmin uşağı TC egemenlerinin değirmenine su taşınmaktadır.
Ulusal hareket; yükselen kapitalizm çağında tarih sahnesine çıkan ulusal devletler döneminde kapitalist sistemin dengesiz gelişimi sonucu geri itilmiş ulusların da bu benliğe ulaşarak mücadele yürütmesiyle ortaya çıkmıştır. Ulusal hareket doğallığında ulusal meselenin içerisinde oluşur. En nihayetinde ulusal sorunun bir sistem sorunu olduğunu ve sistem değişmeden de çözülemeyeceğini görmek gerekiyor. Stalin yoldaşın da vurguladığı gibi; insanın insanı sömürdüğü bu sistemde ulusal ve sömürgesel sorun, sermayenin egemenliğinden kurtuluş sorunundan ayrılamaz ve sermayenin iktidarı yıkılmaksızın uluslar ve sömürgeler kurtulamazlar.
Kürt Ulusal Hareketinin tarihten gelen bir haklılığı bulunmaktadır ve milli zulme tavır alışıyla ve Kürt ulusunun ulusal, demokratik, meşru taleplerini savunmasıyla mücadelesi demokratik içeriğe sahiptir. Öyleyse sormamız gereken şudur; Haksızlığın karşısında mı olacağız, yanında mı? Ezen, sömüren egemenlerin yanında mı olacağız yoksa ezilen Kürt ulusunun yanında mı olacağız?
Kürt Ulusal Hareketi’nde kuruluşundan bu yana nicel olarak büyük değişimlerin yaşanmasının yanı sıra hedef ve amaçlarında da belirli değişimler yaşanmıştır. Ulusal hareketin stratejisindeki değişiklik sonucu reformist bir hattı benimsemesine karşın bugün savunduğu taleplerin çoğu ilericidir, demokratik öğeler içermektedir ve her türlü tartışmanın dışında kesinlikle desteklenmesi gereken yön de budur. Egemenler ise bu demokratik-meşru talepleri görmezden gelmekte, baskıyla karşılamaktadır. Özellikle 2005 Newrozunda Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonuyla devlet eliyle milliyetçi-şoven bir saldırı süreci geliştirilmişti. Daha öncesinde de zaten var olan bu saldırı süreciyle birlikte birçok ilde Kürtlere ve kurumlara, devrimci-demokrat kesimlere yönelik saldırılar gerçekleştirilmiş, böylece bir Türk-Kürt kavgası yaratılmaya çalışılmıştı. Bu şoven saldırı süreci resmi politikanın bir ürünüdür ve son bulmamıştır, bulmayacaktır da. Çünkü egemenler bu faşist saldırı dalgasını ellerinde tutarak bütün muhalif kesimlerin haklı-meşru taleplerini bastırmayı amaçlamaktadır.
Egemen sistem daha sonra da bu saldırı dalgasını Kürt halkının değerleri üzerinden gerçekleştirmeye koyularak, Abdullah Öcalan üzerinden Kürt ulusal hareketine ve Kürt halkına gözdağı vermeye çalışmıştı. Süreç Öcalan’ın saçlarının zorla kazıtılması, zehirlenmesi ve en son olarak da fiziki müdahalede bulunulması şeklinde ilerlemişti.
Bu dönem egemenler zaten sınır içerisinde gerillaya yönelik bir imha operasyonu politikasına devam ederken sınır dışına da hava ve kara operasyonu başlatmıştı. Bu operasyonun birkaç nedeninin bulunmasının yanında esas amaç Kürt Ulusal Hareketine yönelik imha politikasıydı. Bu imha politikasına serhıldanlarla karşılık veren Kürt halkına yönelik de, ‘‘Kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır” anlayışı doğrultusunda saldırılmıştı.
Değindiğimiz noktalar itibariyle Kürt ulusuna yönelik saldırıların açık bir şekilde devam ettiği ortadadır ve bu saldırılara karşı pasif, beklemeci bir siyaset izleyerek, inkâr ve imha dalgaları arasında boğuşan halkımızı kaderine terk etmek doğru bir politik hat olarak görülemez. YDG olarak kuruluşumuzdan bu yana ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktayız. Bu anlayışla birlikte, okun sivri ucunu sisteme çevirerek Kürt halkına yönelik saldırılara karşı ve demokratik-meşru talepler için birlikte mücadele anlayışı da hayata geçirmeye çalıştığımız olgudur. Bu, somut ifadesiyle kışkırtılan şovenizme, ulusal harekete yönelik sınır içi-dışı operasyonlara, her türlü saldırıya karşı durmamız ve Kürt halkının en temel hakkı olan “anadil” talebi vb. demokratik-meşru eylemlerde yer almamız gerekliliğidir. Son yerel seçimlerde sistemin politikalarına karşı DTP’ye vermeye çalıştığımız somut destekte de buna örnektir.
Kürt Ulusal Hareketine yönelik ABD patentli yeni bir tasfiye sürecine girmiş olduğumuz ortadadır. Aslında tasfiye politikasının egemenlerin sürekli gündeminde olma gerçekliği su götürmez bir olgudur. Dönem açısından 2007 yılındaki Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra başlayan ve Abant platformuyla devam eden yeni bir aşamada bulunmaktadır. Seçim öncesi aceleyle TRT 6’nın yayına sokulması, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümünün açılacağının ilan edilmesi ve beyaz Kürtler yaratma politikası bu sürece hazırlanılmaya başlanıldığını göstermekteydi. Yerel seçimlerde bölgede AKP’nin hezimete uğramasıyla planları bozulan egemenlerin nasıl tavır alacağı merak konusuyken Amara’da yapılan saldırıyla iki Kürt gencinin öldürülmesi ve DTP’ye yönelik operasyonlarla sistem daha da saldırganlaşmıştır. Ne kadar saldırganlaştığı da Hakkari’de bir Kürt çocuğun öldürülesiye dövülmesiyle ortaya çıkmıştır. Egemenler, Kürt halkının demokratik siyaset yapmasına bile tahammül edemediklerini göstererek bunu engellemeye çalışırken aynı zamanda katliamcı zihniyetinden bir şey kaybetmediklerini de apaçık bir şekilde göstermiştir.
Sıkça vurguladığımız gibi egemenlerin Kürt ulusal sorunun bakış açıları hâlâ öz itibariyle aynıdır. TRT 6’nın açılmasını mecliste Kürtçe konuşa(maya)rak ilan eden Erdoğan, Ahmet Türk Kürtçe konuşunca gerçek yüzünü göstermektedir. “Ermenistan sınırına dayandılar”, “Bölgedeki seçim sonuçlarını değerlendireceğiz” söylemleri; DTP’ye yönelik operasyonlar, Amara’daki katliam ve sınır dışına yapılan hava operasyonları her şeyi gözler önüne seriyor zaten. Bu değişmeyen bakış açısına karşı devrimci-demokrat-yurtsever kesimlerde “Birlik-mücadele-zafer” anlayışını geliştirmeliyiz. Kürt Ulusal sorununa yönelik net bakış açımız kendisini daha da fazla somutta göstermelidir. Tasfiyeciliği boşa çıkarmak, Kürt halkının yanında olmak herkesin sorumluluğu olmalıdır.
İbrahim Kaypakkaya’yı anmak ve ulusal sorun üzerine görüşlerini anlamak içerisinden geçtiğimiz süreçte buna tekabül etmektedir. Sınıfsal zeminden taviz vermeden Kürt halkına yönelik saldırılara karşı durmak, demokratik, meşru talepleri sisteme karşı desteklemek İbrahim yoldaşın bundan 37 yıl önce ortaya koyduğu ve bugün halen geçerli olan görüşlerdir.
Yararlanılan kaynaklar:
İbrahim Kaypakkaya Seçme Yazılar
YDG sayı:128
Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu-Stalin
AMED YDG
İbrahim Kaypakkaya’yı 68 kuşağının diğer devrimci önderlerinden ayıran önemli bir nokta bu politikayı görüp incelemesi ve ortaya koyduklarıyla resmi statükocu tezlere darbe indirmesidir. Kaypakkaya; proletaryanın bilimsel öğretisi Marksizm-Leninizm-Maoizm ilkeleri ışığında ulus tanımı yaparak ulusal sorunu ülkemize uyarlamış, ezilen ulus sorununa ve proletaryanın bu soruna bakış açısına bilimsel açıklık getirmiştir. Herkesin resmi ideolojinin-Türk şovenizminin etkisi altında kalarak sustuğu, derin sessizliğe gömülü olduğu, Kürt kelimesinin dillendirilmesinin bile cesaret istediği ve ulusal meselenin bu kadar yakıcı olmadığı bir dönemde –bundan 37 yıl önce- gerçekleri apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.
Burada Kaypakkaya’nın bu haklılığının ve uzak görüşlülüğünün esasını Marksizm-Leninizm-Maoizm’in ilkelerinin oluşturduğunu bilince çıkarmak gerekir. Kürt halkının sınıfsal sömürünün yanında ulusal olarak da ezilmesi bu coğrafyayı ayrı bir yere koymaktadır. Bu çifte sömürü, coğrafyamızı ülkemiz devrim ateşinin tutuşturulacağı ‘‘kuru bozkırlar” durumuna getirmektedir. Bu gerçeklik dahilinde İbrahim yoldaşın bölgede faaliyet yürütmesi sonucu somut koşulları tahlil etmesi; yarı-feodal, yarı sömürge tespitiyle birlikte mücadele biçimi olarak silahlı mücadeleyi ve devrimin yolu olarak Halk Savaşını belirlemesi ve ulusal mesele konusundaki tespitlerinde haklılığı uzak görüşlülüğünün ve bilimsel bakış açısının ürünüdür. Şunu görmek gerekir ki İbrahim yoldaşın ulusal sorun üzerindeki görüşleri, günümüzü anlamada ve yorumlamada önemli bir kaynak olmaya devam etmektedir.
Günümüz tartışmaları eskisinden çok farklı bir noktada durmuyor. Kürt ulusuna yönelik inkâr ve imhada ısrar eden hakim sınıflar, bugün de aynı politikalarını bazı ince değişiklerle devam ettirmekteler. Bugün de egemenlerin meseleye bakışı Erdoğan’ın da bizzat söylediği gibi, “Tek Vatan, Tek Millet, Tek Dil” politikasıdır. Kürt ulusunun varlığının inkâr edildiği ülkemizde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını (UKKTH) savunmak bırakalım devrimciliği demokrat olabilmenin ön koşuludur.
Bugün de bu gerçeklik yakıcılığını koruyor ve Kürt ulusal sorunu safları netleştirmeye devam ediyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de “ülkeyi zayıflatıyor, emperyalizme hizmet ediyor” vb. gerekçelerle ulusların kendi kaderini tayin hakkı reddedilmektedir. Bugün de Kürt Ulusal Hareketini emperyalizmle ilişkilendirerek mahkûm etmeye çalışarak destek sunmamak gibi bahanelerle emperyalizmin uşağı TC egemenlerinin değirmenine su taşınmaktadır.
Ulusal hareket; yükselen kapitalizm çağında tarih sahnesine çıkan ulusal devletler döneminde kapitalist sistemin dengesiz gelişimi sonucu geri itilmiş ulusların da bu benliğe ulaşarak mücadele yürütmesiyle ortaya çıkmıştır. Ulusal hareket doğallığında ulusal meselenin içerisinde oluşur. En nihayetinde ulusal sorunun bir sistem sorunu olduğunu ve sistem değişmeden de çözülemeyeceğini görmek gerekiyor. Stalin yoldaşın da vurguladığı gibi; insanın insanı sömürdüğü bu sistemde ulusal ve sömürgesel sorun, sermayenin egemenliğinden kurtuluş sorunundan ayrılamaz ve sermayenin iktidarı yıkılmaksızın uluslar ve sömürgeler kurtulamazlar.
Kürt Ulusal Hareketinin tarihten gelen bir haklılığı bulunmaktadır ve milli zulme tavır alışıyla ve Kürt ulusunun ulusal, demokratik, meşru taleplerini savunmasıyla mücadelesi demokratik içeriğe sahiptir. Öyleyse sormamız gereken şudur; Haksızlığın karşısında mı olacağız, yanında mı? Ezen, sömüren egemenlerin yanında mı olacağız yoksa ezilen Kürt ulusunun yanında mı olacağız?
Kürt Ulusal Hareketi’nde kuruluşundan bu yana nicel olarak büyük değişimlerin yaşanmasının yanı sıra hedef ve amaçlarında da belirli değişimler yaşanmıştır. Ulusal hareketin stratejisindeki değişiklik sonucu reformist bir hattı benimsemesine karşın bugün savunduğu taleplerin çoğu ilericidir, demokratik öğeler içermektedir ve her türlü tartışmanın dışında kesinlikle desteklenmesi gereken yön de budur. Egemenler ise bu demokratik-meşru talepleri görmezden gelmekte, baskıyla karşılamaktadır. Özellikle 2005 Newrozunda Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonuyla devlet eliyle milliyetçi-şoven bir saldırı süreci geliştirilmişti. Daha öncesinde de zaten var olan bu saldırı süreciyle birlikte birçok ilde Kürtlere ve kurumlara, devrimci-demokrat kesimlere yönelik saldırılar gerçekleştirilmiş, böylece bir Türk-Kürt kavgası yaratılmaya çalışılmıştı. Bu şoven saldırı süreci resmi politikanın bir ürünüdür ve son bulmamıştır, bulmayacaktır da. Çünkü egemenler bu faşist saldırı dalgasını ellerinde tutarak bütün muhalif kesimlerin haklı-meşru taleplerini bastırmayı amaçlamaktadır.
Egemen sistem daha sonra da bu saldırı dalgasını Kürt halkının değerleri üzerinden gerçekleştirmeye koyularak, Abdullah Öcalan üzerinden Kürt ulusal hareketine ve Kürt halkına gözdağı vermeye çalışmıştı. Süreç Öcalan’ın saçlarının zorla kazıtılması, zehirlenmesi ve en son olarak da fiziki müdahalede bulunulması şeklinde ilerlemişti.
Bu dönem egemenler zaten sınır içerisinde gerillaya yönelik bir imha operasyonu politikasına devam ederken sınır dışına da hava ve kara operasyonu başlatmıştı. Bu operasyonun birkaç nedeninin bulunmasının yanında esas amaç Kürt Ulusal Hareketine yönelik imha politikasıydı. Bu imha politikasına serhıldanlarla karşılık veren Kürt halkına yönelik de, ‘‘Kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır” anlayışı doğrultusunda saldırılmıştı.
Değindiğimiz noktalar itibariyle Kürt ulusuna yönelik saldırıların açık bir şekilde devam ettiği ortadadır ve bu saldırılara karşı pasif, beklemeci bir siyaset izleyerek, inkâr ve imha dalgaları arasında boğuşan halkımızı kaderine terk etmek doğru bir politik hat olarak görülemez. YDG olarak kuruluşumuzdan bu yana ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktayız. Bu anlayışla birlikte, okun sivri ucunu sisteme çevirerek Kürt halkına yönelik saldırılara karşı ve demokratik-meşru talepler için birlikte mücadele anlayışı da hayata geçirmeye çalıştığımız olgudur. Bu, somut ifadesiyle kışkırtılan şovenizme, ulusal harekete yönelik sınır içi-dışı operasyonlara, her türlü saldırıya karşı durmamız ve Kürt halkının en temel hakkı olan “anadil” talebi vb. demokratik-meşru eylemlerde yer almamız gerekliliğidir. Son yerel seçimlerde sistemin politikalarına karşı DTP’ye vermeye çalıştığımız somut destekte de buna örnektir.
Kürt Ulusal Hareketine yönelik ABD patentli yeni bir tasfiye sürecine girmiş olduğumuz ortadadır. Aslında tasfiye politikasının egemenlerin sürekli gündeminde olma gerçekliği su götürmez bir olgudur. Dönem açısından 2007 yılındaki Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra başlayan ve Abant platformuyla devam eden yeni bir aşamada bulunmaktadır. Seçim öncesi aceleyle TRT 6’nın yayına sokulması, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümünün açılacağının ilan edilmesi ve beyaz Kürtler yaratma politikası bu sürece hazırlanılmaya başlanıldığını göstermekteydi. Yerel seçimlerde bölgede AKP’nin hezimete uğramasıyla planları bozulan egemenlerin nasıl tavır alacağı merak konusuyken Amara’da yapılan saldırıyla iki Kürt gencinin öldürülmesi ve DTP’ye yönelik operasyonlarla sistem daha da saldırganlaşmıştır. Ne kadar saldırganlaştığı da Hakkari’de bir Kürt çocuğun öldürülesiye dövülmesiyle ortaya çıkmıştır. Egemenler, Kürt halkının demokratik siyaset yapmasına bile tahammül edemediklerini göstererek bunu engellemeye çalışırken aynı zamanda katliamcı zihniyetinden bir şey kaybetmediklerini de apaçık bir şekilde göstermiştir.
Sıkça vurguladığımız gibi egemenlerin Kürt ulusal sorunun bakış açıları hâlâ öz itibariyle aynıdır. TRT 6’nın açılmasını mecliste Kürtçe konuşa(maya)rak ilan eden Erdoğan, Ahmet Türk Kürtçe konuşunca gerçek yüzünü göstermektedir. “Ermenistan sınırına dayandılar”, “Bölgedeki seçim sonuçlarını değerlendireceğiz” söylemleri; DTP’ye yönelik operasyonlar, Amara’daki katliam ve sınır dışına yapılan hava operasyonları her şeyi gözler önüne seriyor zaten. Bu değişmeyen bakış açısına karşı devrimci-demokrat-yurtsever kesimlerde “Birlik-mücadele-zafer” anlayışını geliştirmeliyiz. Kürt Ulusal sorununa yönelik net bakış açımız kendisini daha da fazla somutta göstermelidir. Tasfiyeciliği boşa çıkarmak, Kürt halkının yanında olmak herkesin sorumluluğu olmalıdır.
İbrahim Kaypakkaya’yı anmak ve ulusal sorun üzerine görüşlerini anlamak içerisinden geçtiğimiz süreçte buna tekabül etmektedir. Sınıfsal zeminden taviz vermeden Kürt halkına yönelik saldırılara karşı durmak, demokratik, meşru talepleri sisteme karşı desteklemek İbrahim yoldaşın bundan 37 yıl önce ortaya koyduğu ve bugün halen geçerli olan görüşlerdir.
Yararlanılan kaynaklar:
İbrahim Kaypakkaya Seçme Yazılar
YDG sayı:128
Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu-Stalin
AMED YDG
“DİZİNDEN DEFTERİ ELİNDEN KALEMİ EKSİK OLMAYAN” İBRAHİM
Mayıs ayının başlarında, “Teori ve Politika”nın düzenlediği “Kaypakkaya Sempozyumu”nda, öğretim görevlisi olan bir panelistin İbrahim ile ilgili söyledikleri; aynı oturumda yer alan diğer panelistlerin söylediklerinden daha dikkat çekici oldu benim için. “İbrahim Kaypakkaya’nın en çok metinlerinden etkilendiğini” söylüyordu konuşmacı: “Onun yazılarındaki tutarlılık, zengin bakış açısı, beni, sürekli onun metinlerine çekiyor. Benim onun düşüncelerinin doğruluğuyla yanlışlığıyla ilgilendiğim pek söylenemez ama metinleriyle aramda hep özel bir bağ oldu.”
İbrahim Kaypakkaya, düşünceleriyle, bizim için diğer devrimci önderlerden daha farklı bir yere sahiptir. Hatta düşünceleri bizim ideolojik temelimizi biçimlendirmiştir. Genç yaşına rağmen oluşturduğu ve bize kalan bu sistematik düşünceleri, onu tanıyanların ortak kanısı olan “hayatının her alanında ‘teori ve pratiğinin’ uyumlu oluşu”; cellâtlarının karşısında Bedrettin’den, Börklüce’den, Pir Sultan’dan aldığı tarihsel mirasın yansıması olan yiğit duruşu ve ölümü güzel kılışı… Bütün bunların hepsi de onun önder kişiliğinin temelleridir. Ne var ki, biz, onun daha çok “ser verip sır vermeyen” yiğitliğini bilir ve en çok bu yönüyle anlatırız. Oysa onun sahip olduğu düşünceleri anlamanın, araştırmanın ve insanlara bu düşünceleri aktarmanın daha esas görevimiz olarak önümüzde durduğunu düşünüyorum ben. İbrahim’in en çok bu yönü yolumuzu aydınlatıyor, çünkü.
Konuşmacının vurgusunu yaptığı nokta, bizim için çok önemli aslında. “Düşüncelerinin doğruluğuyla ilgilenmemize” rağmen en eksik bıraktığımız yönlerden biridir, bu. Özellikle son dönemlerde tüm gençlik hareketlerinde olduğu gibi bizim de saflarımız da etkisini gösteren; kitap, gazete okumama, teorik araştırmalar yapmama ya da plansız okumaların neden olduğu genel bir “bilmezlik” durumu yüzünden önderimiz olarak kabul ettiğimiz İbrahim’in yazılarını dahi okumuş değiliz birçoğumuz. Oysaki biz, “dizinde defteri, elinde kalemi” eksik olmayan İbrahim yoldaşın düşüncelerini daha ileriye taşımanın sorumluluğunu yükleniyoruz.
İbrahim Kaypakkaya, her koşulda, düzenli okuyan ve düzenli yazan biriydi. Hemen hemen onu tanıyan herkesin de, onun için, “Masa başında çalıştığını görmedik hiç! Masa başında çalışacak zamanı da olmadı zaten. Ancak yine de dizinden defterini, elinden kalemini eksik etmezdi.” demesi bunu doğrulamaktadır. Ayrıca onun yazılarını okur okumaz kendine has bir yazı tarzının, inceleme yönteminin olduğu fark ediliyor. (Bir insanın kendine özgü bir yazı tarzını oluşturması da uzun bir dönem yürütülen iyi bir çalışmanın sonucu olabilir. İbrahim yoldaşın da bunu yapmış olduğu görülüyor.)
İbrahim’in dilinin sade ve yazılarına genel olarak bakıldığında ise belli bir plan çerçevesinde yazılmış olması, makalelerini okuduğumuzda, ilk dikkati çeken nokta oluyor. Özce, yazıyı yazma amacını belirten kısa bir giriş; açıklamalar, eleştiriler ve zengin bir bakış açısıyla oluşturulmuş incelemelerle dolu bir yazı ve ardından toparlama niteliğindeki bir özet ve sonuç bölümleri… İşte İbrahim’in genel olarak yazı planı böyle!
Yazılarında temel konuları alıyor, her birini ayrı başlıklar altında derinlemesine inceliyor ve yazı içerisinde yarattığı polemik dolu diliyle hem yazıyı anlaşılması için açıyor hem de neden sonuç ilişkisini sağlam bir kalemle oturtarak karşısındakini ikna etmeye çalışıyor. “Kürecik Raporu”ndaki sınıfların tahlil ettiği kısımda bunu anlamak mümkün. Ayrıca tüm eleştiri yazılarında (TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Şafak Revizyonizmine yönelik eleştirileri, Şubat 71 Genelgesi vs.) bu yolu izlediğini görebiliyoruz. Ayrıca yazılarında eleştireceği konuyu en özetleyen cümlesini seçebilmesi ve oradan eleştiri yapıyor olması dilinin sade ve uzun uzun yazılan makalelerin aslında ne anlama geldiğini algılama yeteneğinin gelişmiş olduğunu göstermektedir. (“Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” adlı makalesinde bu özelliği belirgin bir biçimde görebiliyoruz.)
İbrahim’in dogmatik olduğu konusunda çok şey yazıldı, söylendi şimdiye dek! Oysa makalelerinde verdiği yaşamdan birçok örneklemelerle, karşılaştırmalarla tezini kanıtlamaya çalışıyor, tek yönlü bakış açısından çıkarak olaylara çok yönlü bakabildiğini gösteriyordu. Ondan aldığımız birkaç alıntıyla biz de onun yöntemini izlemiş olalım:
“…köylü ailelerin birçoğu şu veya bu ölçüde koyun ve keçiye sahiptirler. Bu nedenlerle sınıfları birbirinden ayırt ederken sahip olunan koyun ve keçi sayısına bakmak gereklidir ama yeterli değildir.”
“Armut ağaçları iki yılda bir meyve vermekte ve köylüler ne bulurlarsa onu toplamaktadırlar. Hatta armut ağaçlarının bir kısmı kesilip yakacak olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle sahip olunan armut ağacı sayısı da sınıfları birbirinden ayırt etmekte tek başına bir ölçüt olmamaktadır.
O halde sınıfları birbirinden ayırmakta kullanacağımız ölçüt nedir? Sahip olunan ekilip biçilir toprak miktarı, sahip olunan hayvan sayısı ve sahip olunan armut ağacı sayısı, bunların üçü birden sınıfları birbirinden ayırt etmekte doğru bir ölçü olabilir.”
Yukarıdaki alıntılarda da görülmektedir ki İbrahim, tezlerini ortaya koyarken çok yönlü düşünmeye çalışıyor ve bunu yazılarına da yansıtmaya çalışıyordu. Yine “Kürecik Raporu”nda verdiği örneklerle de dogmatik olmadığını gösteriyor.
“Örneğin bir köylü başka bir yerdeki toprağından 35 bin lira yıllık gelir sağlamıştır. Fakat bu aile 70 bin lira faizli borç altındadır. Bu yüzden durumları, yıllık geliri 15–20 bin lira arasında olan borçsuz bir aileden daha kötüdür.”
Hemen hemen tüm tezlerini neden-sonuç ilişkisi üzerinden gösteriyor olması; onun dogmatik olmadığının ve olaylar arası diyalektik bağları fark ettiğinin kanıtıdır. Bu da onda var olan güçlü gözlem yeteneğinin boyutunu göstermektedir.
Gözlem yeteneğini, her gittiği alanı incelemekte kullanan ve bunu sistemleştirerek yazıya döken İbrahim yoldaş, olgulardan birçok insanın fark edemeyeceği noktalar çıkarmakta ve bunları da notlarına eklemekteydi. Yine “Kürecik Raporu”nda halkın devrimcilere bakışını incelerken olgunun temelini çok açık bir şekilde tespit ediyor.
“Şu noktayı kavramakta da yarar vardır: Bu derece halktan kopuk bir hareket bile, egemen sınıfların zorba güçlerine karşı silaha sarılmış olduğu için halkı etkileyebiliyor, onun sevgisini kazanabiliyor.”
İbrahim’i sahiplenmek demek; onun düşüncelerini bilip, onun mücadelesini devam ettirmek demektir. Bunun yollarından biri de onun bu çalışma tarzını hayatımızda pratiğe geçirebilmektir. Bir yanda “dizinde defteri, elinde kalemi” eksik olmayan genç bir komünist; bir yanda aylık çıkarılan dergilerine bile son anda, son dakikada yazı yazan ardılları… Mücadelemizi büyütmek istiyorsak, üzerimizdeki ölü toprağını kaldırıp atmalı, enerjimizi daha verimli daha planlı kullanmalıyız. Çünkü bugünkü durumumuza bakınca aşmamız gereken yolun daha uzun olduğunu fark ediyoruz.
“Eğer bir komünist hareketin taşıması gereken niteliklere sahip olur ve bunları sürekli olarak korursak, hareketimizin hızlı büyüyüp gelişeceğine, halk kitleleri arasında da dal budak salıp kökleşeceğine derinden inanıyoruz. Çünkü halk tava gelmiş bir toprak gibidir, bizler de sağlam ve yeşermeye hazır tohumlar olmalıyız!”(İbrahim Kaypakkaya)
Bir YDG’li
İbrahim Kaypakkaya, düşünceleriyle, bizim için diğer devrimci önderlerden daha farklı bir yere sahiptir. Hatta düşünceleri bizim ideolojik temelimizi biçimlendirmiştir. Genç yaşına rağmen oluşturduğu ve bize kalan bu sistematik düşünceleri, onu tanıyanların ortak kanısı olan “hayatının her alanında ‘teori ve pratiğinin’ uyumlu oluşu”; cellâtlarının karşısında Bedrettin’den, Börklüce’den, Pir Sultan’dan aldığı tarihsel mirasın yansıması olan yiğit duruşu ve ölümü güzel kılışı… Bütün bunların hepsi de onun önder kişiliğinin temelleridir. Ne var ki, biz, onun daha çok “ser verip sır vermeyen” yiğitliğini bilir ve en çok bu yönüyle anlatırız. Oysa onun sahip olduğu düşünceleri anlamanın, araştırmanın ve insanlara bu düşünceleri aktarmanın daha esas görevimiz olarak önümüzde durduğunu düşünüyorum ben. İbrahim’in en çok bu yönü yolumuzu aydınlatıyor, çünkü.
Konuşmacının vurgusunu yaptığı nokta, bizim için çok önemli aslında. “Düşüncelerinin doğruluğuyla ilgilenmemize” rağmen en eksik bıraktığımız yönlerden biridir, bu. Özellikle son dönemlerde tüm gençlik hareketlerinde olduğu gibi bizim de saflarımız da etkisini gösteren; kitap, gazete okumama, teorik araştırmalar yapmama ya da plansız okumaların neden olduğu genel bir “bilmezlik” durumu yüzünden önderimiz olarak kabul ettiğimiz İbrahim’in yazılarını dahi okumuş değiliz birçoğumuz. Oysaki biz, “dizinde defteri, elinde kalemi” eksik olmayan İbrahim yoldaşın düşüncelerini daha ileriye taşımanın sorumluluğunu yükleniyoruz.
İbrahim Kaypakkaya, her koşulda, düzenli okuyan ve düzenli yazan biriydi. Hemen hemen onu tanıyan herkesin de, onun için, “Masa başında çalıştığını görmedik hiç! Masa başında çalışacak zamanı da olmadı zaten. Ancak yine de dizinden defterini, elinden kalemini eksik etmezdi.” demesi bunu doğrulamaktadır. Ayrıca onun yazılarını okur okumaz kendine has bir yazı tarzının, inceleme yönteminin olduğu fark ediliyor. (Bir insanın kendine özgü bir yazı tarzını oluşturması da uzun bir dönem yürütülen iyi bir çalışmanın sonucu olabilir. İbrahim yoldaşın da bunu yapmış olduğu görülüyor.)
İbrahim’in dilinin sade ve yazılarına genel olarak bakıldığında ise belli bir plan çerçevesinde yazılmış olması, makalelerini okuduğumuzda, ilk dikkati çeken nokta oluyor. Özce, yazıyı yazma amacını belirten kısa bir giriş; açıklamalar, eleştiriler ve zengin bir bakış açısıyla oluşturulmuş incelemelerle dolu bir yazı ve ardından toparlama niteliğindeki bir özet ve sonuç bölümleri… İşte İbrahim’in genel olarak yazı planı böyle!
Yazılarında temel konuları alıyor, her birini ayrı başlıklar altında derinlemesine inceliyor ve yazı içerisinde yarattığı polemik dolu diliyle hem yazıyı anlaşılması için açıyor hem de neden sonuç ilişkisini sağlam bir kalemle oturtarak karşısındakini ikna etmeye çalışıyor. “Kürecik Raporu”ndaki sınıfların tahlil ettiği kısımda bunu anlamak mümkün. Ayrıca tüm eleştiri yazılarında (TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Şafak Revizyonizmine yönelik eleştirileri, Şubat 71 Genelgesi vs.) bu yolu izlediğini görebiliyoruz. Ayrıca yazılarında eleştireceği konuyu en özetleyen cümlesini seçebilmesi ve oradan eleştiri yapıyor olması dilinin sade ve uzun uzun yazılan makalelerin aslında ne anlama geldiğini algılama yeteneğinin gelişmiş olduğunu göstermektedir. (“Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” adlı makalesinde bu özelliği belirgin bir biçimde görebiliyoruz.)
İbrahim’in dogmatik olduğu konusunda çok şey yazıldı, söylendi şimdiye dek! Oysa makalelerinde verdiği yaşamdan birçok örneklemelerle, karşılaştırmalarla tezini kanıtlamaya çalışıyor, tek yönlü bakış açısından çıkarak olaylara çok yönlü bakabildiğini gösteriyordu. Ondan aldığımız birkaç alıntıyla biz de onun yöntemini izlemiş olalım:
“…köylü ailelerin birçoğu şu veya bu ölçüde koyun ve keçiye sahiptirler. Bu nedenlerle sınıfları birbirinden ayırt ederken sahip olunan koyun ve keçi sayısına bakmak gereklidir ama yeterli değildir.”
“Armut ağaçları iki yılda bir meyve vermekte ve köylüler ne bulurlarsa onu toplamaktadırlar. Hatta armut ağaçlarının bir kısmı kesilip yakacak olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle sahip olunan armut ağacı sayısı da sınıfları birbirinden ayırt etmekte tek başına bir ölçüt olmamaktadır.
O halde sınıfları birbirinden ayırmakta kullanacağımız ölçüt nedir? Sahip olunan ekilip biçilir toprak miktarı, sahip olunan hayvan sayısı ve sahip olunan armut ağacı sayısı, bunların üçü birden sınıfları birbirinden ayırt etmekte doğru bir ölçü olabilir.”
Yukarıdaki alıntılarda da görülmektedir ki İbrahim, tezlerini ortaya koyarken çok yönlü düşünmeye çalışıyor ve bunu yazılarına da yansıtmaya çalışıyordu. Yine “Kürecik Raporu”nda verdiği örneklerle de dogmatik olmadığını gösteriyor.
“Örneğin bir köylü başka bir yerdeki toprağından 35 bin lira yıllık gelir sağlamıştır. Fakat bu aile 70 bin lira faizli borç altındadır. Bu yüzden durumları, yıllık geliri 15–20 bin lira arasında olan borçsuz bir aileden daha kötüdür.”
Hemen hemen tüm tezlerini neden-sonuç ilişkisi üzerinden gösteriyor olması; onun dogmatik olmadığının ve olaylar arası diyalektik bağları fark ettiğinin kanıtıdır. Bu da onda var olan güçlü gözlem yeteneğinin boyutunu göstermektedir.
Gözlem yeteneğini, her gittiği alanı incelemekte kullanan ve bunu sistemleştirerek yazıya döken İbrahim yoldaş, olgulardan birçok insanın fark edemeyeceği noktalar çıkarmakta ve bunları da notlarına eklemekteydi. Yine “Kürecik Raporu”nda halkın devrimcilere bakışını incelerken olgunun temelini çok açık bir şekilde tespit ediyor.
“Şu noktayı kavramakta da yarar vardır: Bu derece halktan kopuk bir hareket bile, egemen sınıfların zorba güçlerine karşı silaha sarılmış olduğu için halkı etkileyebiliyor, onun sevgisini kazanabiliyor.”
İbrahim’i sahiplenmek demek; onun düşüncelerini bilip, onun mücadelesini devam ettirmek demektir. Bunun yollarından biri de onun bu çalışma tarzını hayatımızda pratiğe geçirebilmektir. Bir yanda “dizinde defteri, elinde kalemi” eksik olmayan genç bir komünist; bir yanda aylık çıkarılan dergilerine bile son anda, son dakikada yazı yazan ardılları… Mücadelemizi büyütmek istiyorsak, üzerimizdeki ölü toprağını kaldırıp atmalı, enerjimizi daha verimli daha planlı kullanmalıyız. Çünkü bugünkü durumumuza bakınca aşmamız gereken yolun daha uzun olduğunu fark ediyoruz.
“Eğer bir komünist hareketin taşıması gereken niteliklere sahip olur ve bunları sürekli olarak korursak, hareketimizin hızlı büyüyüp gelişeceğine, halk kitleleri arasında da dal budak salıp kökleşeceğine derinden inanıyoruz. Çünkü halk tava gelmiş bir toprak gibidir, bizler de sağlam ve yeşermeye hazır tohumlar olmalıyız!”(İbrahim Kaypakkaya)
Bir YDG’li
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)