17 Eylül 2008 Çarşamba

Rektör seçimleri ve düzenin gerçekliği

İlanı önceden malum olan rektör atamaları klasik bir Cumhurbaşkanı-YÖK paslaşması sonrası olağan haliyle gerçekleşti. YÖK Başkanlığı ile başlayan kadro değişikliğinin bir devamı niteliğinde olan bu süreç rektör atamalarıyla bir adım daha ilerleyerek boyutlanmış oldu.
Tozu dumana katanlarla, mutlu ve mesut olanlar arasındaki rollerin yer değiştiği bir seçim, daha doğrusu "seçme" dönemi geride kalmış oldu. Her seçim sonrası demokrasi, özgürlük, bilim gibi evrensel değerler üzerinden atanmamasını eleştiren rektör adaylarının bir kısmı (özellikle bürokratik kemalist kadro) geçen senelerdeki rollerini "can düşmanlarıyla" değiş tokuş ediveriyorlardı. On yıllardır hukuksuzluk üzerine kurulmuş YÖK sistemi üzerinden "hak" iddia etme gafletinde dahi bulunabiliyorlardı. Yani bu sefer kardeş çocuklarından olan Ahmet değil Mehmet mızıkçılık yapıyordu. Tek fark bu.
Rektörlük koltuğuna oturamayanların, veryansın edenlerin bugüne kadar üzerlerinde eğreti duran demokrasinin "d" sine haiz olamayan tutumları bu konuda daha da gün yüzüne çıkmış oluyordu. Ardımıza baktığımızda ise görüntünün "demokrasicilik oyunu" olduğu, bu her iki kliğin karşılaştıkları tüm çıkar mevzilerinde bu oyunun tekrar takrar oynandığına bir kez daha şahit olduk.
Eski rektörlerin son salvosu da kendilerine yakışır türdendi. En acıklı olanın ise rektörlük koltuğuna elveda diyenlerin son sözlerinin hiç bir bilimsel hedefi öngörmemesi, artlarında bırakabildikleri iki lafın sadece "laiklik" ve "cumhuriyetin temel değerleri"nin ötesine geçememesi, (ne yazık ki) bilimin "yüzyılın en önemli deneyi" olarak yorumladığı, İsviçre'nin CERN kentinde yapılacak olan çarpışma deneyinin "evrenin gizine" ışık tutmasını beklediğimiz şu günlerde, 21. yy Türkiye üniversitelerinin resminin ne kadar hazin ve utanç verici olduğuydu. Bilim tarihi ülkemizi ne yazık ki bu şekilde kayıt ediyordu.
Rektör olabilmek için profesörlerin can attığı ülkemizdeki (yeni kurulan 23 üniversite için 671 profesör başvurdu) bu "vakayı" yorumlamanın tek bir izahı olabilir. Statü, ayrıcalıklar, ekstralar bir yana, rektör olmanın piyango vurmakla eş değer olduğu, rektörlerin küçük birer servete sahip oldukları bakın nasıl mümkün oluyor: "Rektörler, döner sermaye gelirine saat 14’den sonra katkı koymaları halinde ise bir ayda alacakları aylık (ek gösterge dahil), ödenek (geliştirme ödeneği hariç) ve her türlü tazminat (makam, temsil ve görev tazminatları hariç) toplamının on katına kadar pay alabiliyor. Döner sermayeye katkı koymayan rektörler ise 4 kat döner sermaye alma hakkına sahip." (Radikal, 14.08.08)
"Türkiye demokrasinin" şahikalarından geriye A. N. Sezer'in sadece 1 oy alabilen rektör adayını Kastamonu Üniversitesi'ne, 4 oy alabilenini ise Yozgat Bozok Üniversitesi'ne ataması kaldı. Bu utanç resmini ise söze gerek bırakmayan şu satırlara yer vererek devam edelim. Yeni Şafak yazarlarından Taha Kıvanç 08.08.08 tarihli köşesinde C. Arcayürek'in "Geri Gidişe İzin Yok" adlı kitabını referans alarak aktarıyor. Arcayürek, (67.s): “Oktay Ekşi telefon etti. Samsun'da 19 Mayıs Üniversitesi'ne 1. gelen ismi değil, Naci Gürses'in atanmasını istedi. (..) SD (Süleyman Demirel)- (Önüme bir sayfalık yazı koydu. Şöyle bir göz attım: Üniversite rektör adayları için bazı notlar. 19 Mayıs Üniversitesi'ndeki 1. ve 2'incileri aynı derecede olumlu ve başarılı diye gösteriyordu yazı.) Bana bunu MİT verdi. Ama Oktay'ın söylediklerini not edeyim.”, (s. 72): “Öğleden sonra Oktay Ekşi aradı. İstanbul'a dönmüş (12 Temmuz 1996). Anlattı: YÖK'te rektör atamaları üzerinde liste yapılırken, YÖK başkanı Kemal Gürüz dışarı çıkıp gelmiş ve 'Cumhurbaşkanı, Naci Gürses'i listeye koymayın' diyor demiş. Rezalet oldu. Galiba Necdet Seçkinöz'ün marifeti. Tam bir saray entrikası.”
MİT'in ve bir takım "sözcü" pozisyonundaki yazarların dahi rektör seçimleriyle nasıl alakadar oldukları açıkça görülürken diğer yandan her defasında öğrencileri yok saymak, onlar adına karar vermek ve üstüne de fırsatını bulduğunda gençlik üzerinde nutuklar atmayı becerebilmek "çevreciliğin" olmasa da pespayeliğin daniskası olmayı hak etmektedir!
Yeni rektörlerin önündeki görevinin Bologna Süreci'nin Türkiye formülasyonunu ifade eden "Strateji Raporu"nu uygulamak olduğu C. Başkanı Abdullah Gül tarafından şöyle savunuluyordu:
“Üniversitelerimizin kendi aralarında olduğu gibi dünyanın saygın üniversiteleriyle de bilimsel çalışmada bir rekabet ve yarış içerisine girmeleri büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde Yükseköğretim Kurulu tarafından hazırlanan ve geleceğe dönük projeksiyonlar sunan Strateji Belgesi'ni önemsiyorum, üniversitelerimizin Strateji Belgesi'ne uygun olarak yükseköğretim alanında Avrupa Birliği standartlarının yakalanması, bilimsel seviyenin yükseltilmesi ve araştırma-geliştirme alanında dünya ile yarışacak bir düzeye ulaşılması amacıyla daha fazla çaba göstermeleri gerektiğini düşünüyorum."(Yenisafak-06.08.2008)
Emperyalizmin yükseköğrenim üzerindeki planının ne olduğunu dergimizde defalarca anlatmaya çalışmıştık. Yüksek öğrenimin uzak olmayan bir zaman içerisinde giderek pahalılaşacağı aşikar durumda. Bu nedenle yeni rektörler önlerindeki bu süreç için hazırlanmaya başladılar bile. Yeni kadro emperyalist eğitim politikalarına hız verirken bizlerin yarınki hedefimiz de bu sürecin teşhirine hız vermek olmalıdır. Özellikle yeni dönemin başlayacağı şu günlerde kitle faaliyetinde daha kararlı ve ısrarcı olmalı, bu politikaları boşa çıkarmaya çalışmalıyız. Tutukluğun, cesaretsizliğin, tükenmişliğin üretimsizliği ve yozlaşmayı beslediğini farkında olarak kitle çalışmasının önemini bir kez daha vurgulamalıyız.

Kürt gençliği Kaypakkaya’yı incelemelidir

68 hareketinin kırkıncı yılı olması vesilesiyle dönemin devrimci önderleri ilerici, devrimci, demokrat kesim tarafından tekrar tekrar değerlendiriliyor. Bu değerlendirmelerin bazıları gerçekleri çarpıtma üzerine kuruluyken, bazıları da, o dönemin devrimci önderlerine gereken değeri verme üzerine kuruludur.
68’in devrimci önderlerinin değerlendirilmesi, kitlelerde yaşanan huzursuzlukla birlikte değerlendirildiğinde gerçekten de anlamlıdır. Gereken dersleri çıkarmak, kitlelerin mücadelesini daha ileri bir noktaya taşımak bakımından önemlidir. Bu yüzden de 68’in devrimci önderlerinin nesnel değerlendirilmesi gereklidir. 68’in devrimci önderlerinden olan Kaypakkaya açısından da bu geçerlidir. Ne var ki, önemli bir kesim Kaypakkaya’yı büyük bir suskunlukla geçiştirmektedir. Geçiştirmeyenlerin de önemli bir kesimi Kaypakkaya’yı öznel değerlendirmektedir. Elbette bunun anlaşılır nedenleri bulunmaktadır. Söz konusu Kaypakkaya olunca büyük bir dikkatle değerlendirilmelidir, ne de olsa reformizmin, sistem içi mücadeleyi savunanların Kaypakkaya’da bulabileceği en ufak bir açık dahi yoktur. Kaypakkaya düzen içi mücadeleyi savunanlar açısından çok yakıcı bir ateştir. Bunun için de bu ateşin tutulmaması ya da bu ateşin söndürülme çabaları anlaşılırdır.
Bu yazıda da Kaypakkaya’nın bir değerlendirilmesini yapacağız. Ancak Kaypakkaya’yı biz Kürt gençliğinin gözünden değerlendireceğiz. Kaypakkaya’nın düşüncelerini bu gözle yeniden okumak, bizim için onun anlamını kavramak önemlidir. Zira Kürt gençliği açısından Kaypakkaya yeterince değerlendirilmemiştir.
Kürt gençliği olarak Kaypakkaya’yı çok fazla tanıdığımız söylenemez. Bunun çeşitli nedenleri de bulunmaktadır. En başta egemen sistem Kaypakkaya’nın isminin geçmesini adeta yasaklamıştır. Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın ismi bir şekilde, görüşleri çarpıtılarak da olsa sistemin sansüründen geçmiştir. Bir şekilde Kürt gençliği olarak onların adını duymuşuzdur. Ancak Kaypakkaya açısından böylesi bir durum yoktur. Kürt gençliğinin Kaypakkaya ismine bir aşinalığı varsa o da Proletarya Partisi’nin bölgedeki faaliyetlerinden ve Kürt Ulusal Hareketi’nden dolayıdır. Ancak Kaypakkaya’yı Kürt Ulusal Hareketi de Kürt gençliğine yeterince anlatmamıştır. Kürt Ulusal Hareketi her ne kadar Kaypakkaya’yı ele alan yazılar yayınlamışsa da, Kaypakkaya’yı Kürt gençliğine tanıtmışsa da, onun görüşlerini objektif aktarmamıştır. Kaypakkaya’nın bizim açımızdan tanınmamasına bir nedeni olarak da ardıllarının İbo’yu biz Kürt gençliğine aktarmaktaki yetersizlikleri de vurgulanabilir.
Türkiye devrimci hareketinin büyük çoğunluğu açısından Kürt gençliği çok fazla anlaşılmamıştır. Anlaşılmadığımız için de bize yönelik yaklaşımlarda önemli bir ön yargının oluştuğu da bir gerçektir. Milli birlik ilkesi, devletin milletiyle birliği ilkesi, bizim kendi irademiz dışında Türk sayılmamızın bizde yarattığı öfkenin anlaşılabilmesi açısından biraz empati yapılmasının bu sorunların çözümünde yararlı olacağı açıktır.
İlkokula başlamadan evde öğrendiğin anadilinle okulda öğrendiğin dil bambaşka. Sana yabancı olan bir dille daha küçük yaşta karşılaşıyorsun. İşin kötüsü okulda kendi dilini konuşmana kesinlikle izin yok. Kürtçe konuştuğunda öğretmeninden yiyeceğin cezanın, dayağın haddi hesabı yok. Sistemin egemen anlayışıyla karşılaşmamız daha çocuklukta başlıyor. Dünyayı anlamlandıramayacak yaşımızda, sistemin anlayışının zoruyla, hem de fiziki zoruyla daha o günden karşılaşıyoruz. Daha öncesini ise hiçbir şekilde söylemiyorum. Eli silahlı, resmi üniformalılarla bir şekilde karşılaşman, aileni ya da sevdiğin bir yakınını döve döve götürmeleri, yaşadığın evi yaşanmayacak hale getirmeleri, daha bir gün öncesinde senin yaşıtında olan çocuk arkadaşlarınla oynadığın köyünün gözlerinin önünde yakılması bizlerin bilincinde unutulmaz anılar, hem de kötü anılar bırakmıştır.
Bütün bunların toplamında sisteme karşı bir bakışının daha çocuk denilebilecek yaşta oluşmaya başladığını söylemek abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. Hem de bu bakış hiç dostane değil hatta büyük bir öfke olarak kendisini gösteriyor. O yaştan itibaren anlıyorsun ki sana sistem sırf Kürt olduğun için baskı yapıyor. Kürt olanın dışlanması, dışlanmanın da ötesinde açık şiddet ve zorun uygulanması, bizlerde de bir karşı duruşu açığa çıkarıyor.

Ulusal soruna Marksist yaklaşım
Ancak, ilk başta anlam veremediğin bir nokta sırf Kürt olduğun için neden bunları yaşamak zorunda kaldığın oluyor. İşte Kaypakkaya’nın önemi de belki de burada açığa çıkıyor. Belki Kaypakkaya, Kürt halkından bahseden ilk kişi olmayabilir. Hatta Kaypakkaya Kürt ulusal sorununa değinen ilk kişi de olmayabilir. Ancak Kaypakkaya’nın önemi Kürt ulusal sorununda doğru ilkeleri, bir Marksist olarak ifade eden ilk kişi olmasıdır. Ve bu anlamıyla Kaypakkaya’nın görüşlerinin canlılığı sürmektedir. Yaşam Kaypakkaya’yı eskitememiştir.
Kaypakkaya haricinde, kendi kuşağının devrimci önderleri, Kürt sorununda nesnel bakış açısını yakalayamamışlardır. Bunda o döneme kadar Kürt sorununu sistemli inceleyen Marksistlerin olmaması önemli bir etkendir. Ancak işin esas kısmını ideolojik şekillenişlerinde aramak doğru bir tutum olacaktır. Kaypakkaya’nın komünist bir ideolojiyi benimsemesi, onunla bütünleşmesi onu kendi kuşağının devrimci önderlerinden ayıran en önemli etkendir. Denilebilir ki, 68’in devrimci önderleri de komünist ideolojiden etkilenmiştir. Ancak onunla etle tırnak gibi bütünleşme söz konusu olmamıştır.
Kaypakkaya sadece 68’in devrimci önderleriyle arasına net mesafe koymamıştır. Hakim millet şovenizmini inceden inceye savunan Mihri Belli, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi o dönemin küçük ve orta burjuva aydınlarının da ipliğini pazara çıkarmıştır.
Bugün Türk emekçilerinin ezilmediğini iddia etmek doğru bir belirleme olmayacaktır. Türk emekçileri de bu sistem tarafından eziliyor. Ancak Kürt gençliği ve Kürt emekçisi de bu sistem tarafından eziliyor. Hem sınıfsal bir ezilmeyle, baskıyla karşılaşıyoruz hem de milli baskılarla karşılaşıyoruz. Ve Kürt olduğun için karşılaştığın baskı yukarıda da vurguladığımız gibi büyük bir öfke açığa çıkarıyor. O baskıyla mücadele etme isteğiyle yanıp tutuşuyorsun. Ancak eğer komünist partisi ya da onun çeşitli örgütlenmeleriyle tanışma olanağın yoksa, onların mücadelesinden, politikalarından haberin yoksa, bu baskıya karşı mücadele eden herhangi bir örgüt içerisinde faaliyet yürütmeye başlıyorsun. Bunda yanlış olan bir durum yoktur. Gayet mantıklı bir durumdur. Milli baskıya karşı mücadele çağrısı yapan, ona karşı aktif mücadele yürüten, seninle ilgilenenler sınırlıysa -bugün açısından nerdeyse Kürt Ulusal Hareketi’dir- sen de bu sınırlı tercihlerden birisini yapıyorsun. Ancak Kaypakkaya’yı tanıdığında Kürt Ulusal Sorununa yaklaşımıyla, sunduğu çözümleriyle karşılaştığında tercih seçeneklerin fazlalaşıyor.

Irkçılık sistemin genlerinde var
Kaypakkaya egemen sistem anlayışının ırkçılığa dayandığını çarpıtılmayacak bir şekilde açıklamıştır. Bugün birçok yerde milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı yazılar yayınlanmaktadır. Elbette bu yazılar Türk ırkçılığına yöneldiği için değerli ve anlamlıdır. Ancak ortada bir yanlışlık var. Türkiye’de ırkçılığı 3-5 kişi savunmuyor. Irkçılık Türkiye’de egemen sınıfın ideolojisinin temelinde yer almaktadır. Kaypakkaya’nın dilinden söylersek, “Irkçılığın dayandığı sosyal sınıflar ve zümreler vardır… Irkçılığa karşı yürütülecek mücadele, her şeyden önce bu sınıf ve zümrelere karşı mücadeledir.”
Kaypakkaya’yı Kürt gençlerinin gözünde değerli kılan önemli bir neden ırkçılığa-şovenizme karşı mücadeledir. Irkçılığın dayandığı sınıflara karşı mücadelesidir. Ancak Kaypakkaya sadece kendisini bununla sınırlamamıştır. Irkçılığı dayanak yapan egemen sınıfların Türk ulusundan emekçi insanların bilincini de zehirlediğini ifade etmiştir. Türk ulusundan emekçi insanların bilincinin zehirlenmesinin, Kürt ulusundan emekçi insanlarda, Türk olana karşı bir güvensizliği açığa çıkardığını vurgulamıştır. Eğer karşılıklı bir güven oluşacaksa, Kaypakkaya soyut bir şekilde egemen sınıfları protesto etmekle kendini sınırlamamış, Türk ulusundan emekçi insanların bilinçlerindeki şovenizm silinip atılmadan, Türk ve Kürt uluslarından halkımızın karşılıklı güvenlerini sağlanamayacağını vurgulamıştır. Kaypakkaya’nın söyledikleri nettir: “… Türk işçileri ve emekçileri üzerinde, bu milliyetçiliğin de izleri silinmeden çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasında, karşılıklı güven, birlik ve dayanışma sağlanamaz” der.
Kaypakkaya ırkçılığın dayandığı sosyal sınıf ve zümrelerin sadece Türk ulusunda değil aynı zamanda Kürt ulusunda da bulunduğunu vurgulamıştır. Kaypakkaya’nın bu sorunda çözümü Türk milliyetçiliğine, Türk şovenizmine karşı Kürt milliyetçiliği olmamış, aksine temel görev olarak milliyetine bakılmaksızın emekçi kitleler içerisinde “demokratizmin ve dünya işçi hareketinin uluslararası kültürünü” yaymayı koymuştur.
Bu noktanın önemlidir. Halk kitlelerinin, egemen sınıflarına karşı mücadelesinde eğer zafer kazanmak gibi bir hedefi varsa, o mücadele her türlü milliyetçilikten arınmalıdır. Milliyetçilik ilkesi, halk kitlelerinin ortak mücadelesinin önündeki en büyük engeldir. Halk kitlelerinin birbirlerine karşıt kamplarda örgütlenmesine yol açar. Bunda şüphesiz çıkarı olan burjuvazi olacaktır. Burjuvazi arasındaki pazara hakim olma kavgası halk kitlelerini ilgilendirmemelidir. Ancak burjuvazi de şunun farkındadır ki, halk kitlelerini kendi arkasına yedekleyemezse, pazara hakim olması imkansızdır.
Dünya üzerinden onlarca haksız savaş geçmiş, iki tane büyük savaş yaşanmıştır (emperyalist paylaşım savaşları) ama hiçbir savaş halksız olmamıştır. Sorunları aynı, ancak dilleri farklı olanlar dillerinin farklılığını kullananların arkasında yer alıp, sorunları aynı olanları karşılarına almıştır. Kaypakkaya’nın da önemi burada açığa çıkıyor. Kaypakkaya bu konuda net bir şekilde şöyle söylüyor: “Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi sendikal, kooperatif, eğitsel vb örgütlerde kaynaştırılmasını savunur.” Belki Kürt arkadaşlarımız Kaypakkaya’nın bu belirlemesine karşı çıkacaktır. Ancak sakin bir şekilde yaklaşıldığında, bilimsel bir düşünce yapısına sahip olunduğunda Kaypakkaya’nın haklı olduğu açığa çıkacaktır. Bugün Kürt ulusu gayet haklı nedenleri olan bir mücadele yürütüyor. Kürt halkı bu mücadeleye büyük bir özveriyle katılıyor, mücadelenin çeşitli sıkıntılarına metanetle katlanıyor. Binlerce evladını bu mücadelede şehit vermesine rağmen, onurundan, kimliğinden taviz vermiyor. Gerçekten de ödenen bedellere, ortaya konan özveriye, iradeye saygı duymamak elde değil. Ama hiçbir mücadele yoktur ki zaferi hedeflemesin. Zaferin yolu egemen sınıfların alt edilmesinden geçiyorsa, o zaman egemen sınıfların ezdiği tüm halkın birleşmesi ortak mücadeleyi yürütmesi aslolandır. Bu olmadan mücadele zaferle sonuçlanmayacaktır.

Ortak mücadele özgünlüklerin reddi değildir
Kaypakkaya’nın emekçi halkın ortak örgütlerde kaynaşmasını savunması yanlış yorumlanmamalıdır. İbo en başta Kürt ulusunun demokratik taleplerine büyük bir saygı duyar ve bu talepleri kullanma hakkını savunur. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını olanca gücüyle o dönem savunmuştur. Kendi kaderini tayin hakkının ayrı bir devlet kurma hakkı olduğunu çok net bir şekilde vurgulamıştır. Bu nokta bizim açımızdan önemli. Kendi kaderimizi tayin etme hakkı ortak mücadelenin olmazsa olmaz ilkesidir. Emekçi halkın karşılıklı güveninden bahsettik, Türk ulusundan emekçi halka, Türk ulusundan devrimcilere güven besleyebilmemiz açısından kendi kaderimizi kendimizin tayin etme hakkımız çok net bir şekilde vurgulanmalı, programlarda ifade edilmelidir. Ortak mücadeleyi hedefliyorsak, ortak düşmana karşı onu alt etme mücadelesini savunuyorsak, kendi kaderini tayin ilkesinin savunulması olmazsa olmazdır. Kaypakkaya’yı bu gözle okuyan her Kürt genci de görecektir ki, Kaypakkaya bu konuda çok net ifadeler vardır.
Kaypakkaya’nın bu konudaki görüşleri ulusların kendi kaderini tayin hakkını soyut bir şekilde, formülasyon düzeyinde savunması değildir. Kaypakkaya’nın emekçileri ortak örgütlerde örgütlenmesini savunması, hiçbir şekilde Kürt ulusuna yönelik haksızlıklara karşı somut mücadele yürütülmemesi değildir. Aksine Kürt ulusuna yönelik her haksızlığa karşı mücadele yürütmeyi kendi örgütünün önüne görev olarak da koymuştur. Kaypakkaya, Stalin’den yaptığı alıntılarda bu konuda ne düşündüğü ifade etmiştir. Seçme Yazılar’da şöyle yazar: “Bilinçli proletaryanın denenmiş olan kendi bayrağı vardır ve onun, burjuvazinin bayrağı altında safa girmesinin gereği olmaz. …Bundan, proletaryanın, milliyetlerin ezilmesi politikasına karşı savaşmaması gerektiği sonucu asla çıkarılmamalıdır.”
Kaypakkaya’nın Kürt Ulusal Hareketi’ne yaklaşımı da çok nettir. Kendi zamanında Kürt ulusunun hareketi çok güçlü değildir. Bugünkü özneler o dönem açısından ele alındığında partileşmemiş, oluşum haline daha gelmemişti. Ancak o dönem açısından Kürt ulusunun farklı hareketleri de bulunmaktaydı. Kaypakkaya’yı diğerlerinden ayıran önemli bir etken de Kürt ulusunun mücadelesinin Türk ulusunun tekelinde olan ayrı bir devlet kurma hakkına vs karşı genel bir demokratik muhteva taşıdığıdır. Ve Kaypakkaya kayıtsız, şartsız bu genel muhtevayı desteklemiştir. Ve bunu güçlü bir Kürt hareketinin olmadığı dönemlerde açığa vurmuştur. Bugün açısından birçok hareket Kürt ulusunun demokratik taleplerini desteklemekte, onlara yönelik saldırılara karşı tavır takınabilmektedir. Elbette bunların hepsi yeni demokrasi mücadelesi açısından çok değerlidir. Ancak Kaypakkaya’nın değeri bu mücadelenin ete kemiğe bürünmediği dönemlerde bunu çok net bir şekilde açığa vurmasıdır. Hatta Kaypakkaya çok net bir şekilde “Ezilen ulusun milli hareketi, bir yönüyle de hâkim ulusun milli baskı politikasına yöneldiği içindir ki, çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasında birliğin sağlanmasına, ezilen ulusun işçilerinin ve emekçilerinin manevi güçlerinin serbestçe gelişmesine ve bunu engelleyen kösteklerin kaldırılmasına hizmet eder” diyerek Kürt ulusunun hareketini bir yönüyle halkın birliğine hizmet ettiğini vurgulamıştır.

Kemalizmle olan bağlar önyargıları destekliyor
Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik muhtevasının kayıtsız şartsız desteklenmesine ne yazık ki yeterince önem verilmemektedir. Türkiye’deki birçok hareket Türk şovenizminden kurtulamadığı, Kemalizmle bağlarını tam kopartamadığı için Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik önyargıları da beraberinde taşımaktadır. Elbette bunda Kürt Ulusal Hareketi’nin yaptığı yanlışlar da vardır. Ancak esas neden Kürt Ulusal Hareketi değildir. Kemalizmle bağların kopartılamaması, Kürt Ulusal Hareketi’nin ilerici yönlerinin görülmemesi, ona karşı diğer siyasetlere nazaran daha dışlayıcı yaklaşılması, dayanışmaların yeterli gösterilmemesi, dayanışma taleplerine anında reaksiyon gösterilmemesi vs gibi durumları düşündüğümüzde Kaypakkaya’nın önemi daha fazla açığa çıkmaktadır.
Bugün T. Kürdistanı’nda ve Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu bölgelerde Kürt Ulusal Hareketi önemli bir güçtür. Her Kürt gencinin ilk bildiği örgüt doğallığında Kürt Ulusal Hareketi’dir. Büyük oranda Kürt gençleri bu harekete sempati beslemektedir. Çünkü devlet baskısına karşı aktif mücadele yürüten olarak onu görmektedir. Bu anlamıyla Kürt Ulusal Hareketi’ne yaklaşım bir bakıma Kürt ulusunun ulusal haklarına yaklaşım meselesidir. Kaypakkaya’da Türk şovenizminin en ufak bir etkisi yoktur. Hatta Lenin’den yaptığı şu alıntı bakış açısını net bir şekilde göstermektedir: “Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız. Çünkü biz zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.”
Bugün açısından Kürt Ulusal Hareketi’nin egemen sınıflara karşı mücadelesi ortadadır. Egemen sınıfların gündemini işgal etmesi, ona yönelik tasfiye planlarını yaşama geçirmeye çalışması, aslan payını ona ayırması boşuna değildir. Çünkü Türk egemen sınıflarına bugün açısından yeterince zarar vermektedir. Türk egemen sınıflarının başını yeterince ağrıtmaktadır. Buna rağmen bugünün ilerici hareketleri bu durumda ne yapmaktadır? Mücadelenin haklılığını savunanlar ne kadardır. Büyük oranda sessizlikle geçiştirilmeye çalışılmaktadır? Hatta TKP gibi örgütler açıktan karşı duruş sergilemektedir. Sistemin yaptığı katliamlar, operasyonlar karşısında insani duyguları dahi hissetmeyenler, protesto etmek için bir şey yapmayanlar objektif olarak egemen sınıfların yanında yer alıyorlar. Bu durum sessizlikle geçiştirilebilecek bir durum değildir. Bu anlamıyla sessizlikle geçiştirenler bizim güvenimizi kazanamayacaklardır.
Tabii bugün Kürt Ulusal Hareketi’nin yanında yer alanlar, onun kitleselliği karşısında secde edenler de vardır. Bugün bunların yanında yer alması Kürt Ulusal Hareketi’nin barış politikası gütmesinden kaynaklıdır. Yürütülen gerilla savaşını sahiplenmemeleri, muğlak ifadelerle geçiştirmeleri de gözden ırak tutulmamalıdır.
Sessizlikle geçiştirenlerin bir kısmı Ulusal Hareketin barış politikalarına karşı olduğunu ifade etmektedir. Ancak hareketin savaştığı dönemlerdeki politikaları da ortadadır. Bu yüzden böylesi ifadeler inandırıcı olmaktan uzaktır. Bizce de barış politikası doğru bir politika değildir. Ancak hareketin savunduğu demokratik talepler bugün açısından biçim değiştirse de öz itibarıyla demokratik muhtevayı korumaktadır. Kaypakkaya’yı bu gözle okumak gerçekten önemlidir.
Kaldı ki öylesi hareketlerin demokratik taleplerini desteklememenin hiçbir anlamı da yoktur. Bu demokratik talepler Kürt halkı için çok önemlidir. Kürt halkı egemen sınıfların milli ve sınıfsal baskısı sonucu Kürt burjuvazisine oranla daha çok acı çekmektedir. Bunun için de harekete katılımı, ısrarı Kürt burjuvazisine göre çok daha ileri boyuttadır.

Demokratik talepleri kayıtsız şartsız savunmak
Açıktır ki demokratik taleplere uzaklık aslında Kürt halkına uzaklıktır. Demokratik talepleri savunmamak, onun mücadelesini vermemek devrimci bir tutum da değildir. Egemen sistemin faşist olduğu bir ülkede demokratik haklar mücadelesinin anlamını bilmemektir.
Elbette bugün açısından Kürt Ulusal Hareketi Kürt halkının tüm acılarını çözmeyecektir. Kürt halkı milli baskının yanında sınıfsal baskıya da maruz kalmaktadır ve Kürt Ulusal Hareketi birinci tür baskıya karşı çıkarken, ikinci tür baskıyı sessizlikle geçirmekte, ulusal haklar sonrasına ertelemektedir. Bunun anlamı aslında sınıfsal baskıya karşı gelmedikleridir. Gelmesi de eşyanın doğasına aykırıdır. İşte Kaypakkaya’nın önemi bu iki tür baskıya da karşı gelmesidir.
Kaypakkaya’nın çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının kurtuluşu açısından gerilla mücadelesini başlattığı bölgenin de T. Kürdistanı olması onun uzak görüşlülüğünün kanıtıdır. Bugün açısından devrimci öznelerin büyük oranda T. Kürdistanı’nda olduğunu belirtmeye ihtiyaç dahi bulunmamaktadır. Gelişen gerilla hareketi, demokratik mücadelenin kitleselliği bu bölgelerde daha yoğundur. Bu anlamıyla da Kaypakkaya’yı kavramak önemlidir. Bugün açısından yeni demokrasi mücadelesi gelişecekse ancak bizim katılımımızla olacaktır.
Sonlandırırken tekrar pahasına belirtmek gerekir ki, Kaypakkaya tüm ihtişamıyla sadece Türk emekçilerinin, gençlerin mücadelesine yol göstermemektedir, belki daha fazla, daha acil olarak biz Kürt gençliğine yol göstermektedir. Bugün açısından Kaypakkaya’nın görüşlerini okumamış, onunla tanışmamış her Kürt genci büyük bir şey kaybetmiştir. Kaypakkaya’nın düşünsel yapısı Kürt gençliğinin sorunlara temel ilkelerini, çözüm yollarını göstermesi açısından önemlidir. Kürt gençliği sorunların çözümünü büyük oranda Kaypakkaya’da bulacaktır.

“Bizim çocuklar yönetime el koydu”

12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın (AFC) üzerinden tam 28 yıl geçti. İnsanlık tarihinin ülkemiz coğrafyasındaki en karanlık sayfaları olarak da adlandırılması gereken 12 Eylül AFC’sinin toplum üzerinde yarattığı tahribatların etkisi ise günümüzde hâlâ sürmekte. Özellikle de gençlik üzerinde yaratılan tahribatın boyutlarının üst seviyelerde olduğu bilinmekte.
Tüm ülkeyi açık bir hapishaneye çeviren, yüz binlerce insanın işkencelerden geçirilmesine, onlarca insanın katledilmesine neden olan, işçi-emekçi yığınların kazanılmış haklarının bıçakla kesilmiş gibi ortadan kaldıran, tüm insan temel hak ve özgürlüklerine bir balyoz indiren, toplumun üzerinden buldozer gibi geçen 12 Eylül AFC’sinin, hangi politikaların ve de hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktığını anlamak için gerçekleştirildiği koşulları iyi irdelemek gerekmektedir. Çünkü bu irdeleme olmaksızın, ne özelde 12 Eylül AFC’si ile ne de bir bütün olarak sistemle hesaplaşmaya gidilemeyeceği kesindir.
Bugün ülkemiz egemen sınıfları arasında süren hegemonya çatışmalarının ürünü olarak ortaya çıkan “Ergenekon” operasyonunun ardından yükselen “darbe karşıtı” çıkışlar ve bu çıkışların sorunu neredeyse sadece 12 Eylül faşist darbecilerinin yargılanmasına hapseden yaklaşımlar söz konusudur. Bu yaklaşım ise beraberinde 12 Eylül AFC’sinin gerçek yaratıcılarına karşı mücadelenin göz ardı edilmesini getirmektedir.

Adım adım neo-liberal politikalarına doğru
Faşizm, emperyalist-kapitalist sistemin siyasal-ekonomik krizine paralel olarak tüm dünyadaki yükselişini sürdürmektedir. Bu yükseliş, sistemin krizinin her derinleştiği dönemde dünya emekçi yığınlarına karşı çok yönlü saldırılar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Egemen sınıfların en faşist-gerici kesimleri böylesi süreçlerde iş başına gelmekte-getirilmekte, böylece ezilen yığınlar en baskıcı yöntemlerle teslim alınmak istenmektedir.
Günümüzde başta Ortadoğu olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde yaşanan işgallerle halklar katledilmekte, hem emperyalist ülkelerde hem de emperyalizme bağımlı ülkelerde gerçekleştirilen emperyalist patentli neo-liberal ekonomik-sosyal saldırılarla, buralardaki geniş yığınların yoksulluğu, açlığı, sefaleti derinleştirilmektedir.
Neo-liberal politikaların son yıllarda ülkemizde de giderek daha yoğun bir biçimde hayata geçirildiğine şahit olmaktayız. Başta özelleştirme, taşeronlaştırma, eğitimin paralı hale getirilmesi vb. olmak üzere, çok sayıda sosyal yıkım saldırısını içinde barındıran neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinin zemini ise bundan 28 yıl önce, 24 Ocak kararları ile atılmıştır. Aynı yılın Eylülünde gerçekleştirilen 12 AFC’sinin önemli nedenlerinden de biridir bu kararlar. Çünkü 12 Eylül AFC’si aynı zamanda bu kararların uygulanmasının önünü açmıştır.
Ancak bu faşist cunta sadece bu amaçla sınırlı tutulamaz. 12 Eylül AFC’si çok daha kapsamlı bir operasyondu. Hem de doğrudan ABD gibi, emperyalizmin öncü güçleri tarafından organize edilmiş olan, toplumda ciddi bir travma yaratan, kanlı bir operasyon.

“Bizim çocuklar yönetime el koydu”

1970’li yıllar boyu yükselişte olan devrimci mücadele, egemen sınıfları korkutmaya başlamıştı. Bu korku sadece ülkemiz egemen sınıflarını değil, onların uşaklık ettiği emperyalist güçleri de sarmalamaya başlamıştı. Çünkü dünyadaki gelişmelere paralel olarak bölgede yaşanan gelişmeler, emperyalistlerin, özellikle de ABD emperyalizminin bölgesel projelerini, daha doğrusu bölgesel çıkarlarını tehdit eder boyutlara ulaşmıştı.
‘70’li yılların sonlarına doğru yaşanan, RSE’nin (Rus Sosyal Emperyalizminin) Afganistan işgali, İran İslam Devrimi gibi gelişmeler, Batı emperyalizminin bölgedeki hegemonya planlarına ciddi bir darbe indirmişti. Türkiye’de ise devrimci mücadelenin önlenemez yükselişi sürüyordu.
Bu yükselişin önünü kesmek için yaratılmaya çalışılan kardeş kavgasının ilk sinyalleri, ‘77’ 1 Mayıs’ı ve 1978’deki Maraş katliamı ile verilecek, aynı süreçte devlet destekli sivil faşist güçler devrimcilere ve de halka dönük daha bir dizi katliam gerçekleştirecekti.
O yıllarda ülkeyi bilinçli olarak kaosa sürükleyen bu kontra faaliyetlerin CIA tarafından bizzat planlandığını ve de örgütlendiğini, hayata geçirilmesinde fiili olarak rol alındığını da, burada ayrıca not düşmek gerekmektedir.
Yaratılan bu kaos ortamının amacı ise çok açıktı: Halkı yılgınlığa, korkuya iterek, faşist darbenin zeminini hazırlamak. Çünkü ancak böyle bir darbe emperyalist politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştıracaktı. Ekonomik-siyasal krizi giderek derinleşen emperyalist ve yerli (komprador) sermaye ancak bu şekilde rahat bir nefes alabilecekti. Rahat nefes alabilmenin yolu ise, toplumsal muhalefeti sindirmekten, ezmekten, temel hak ve özgürlüklere dair ne varsa rafa kaldırmaktan geçiyordu. Ve bu öyle bir sindirme-ezme olmalıydı ki, kimse kafasını bile kaldırmaya cesaret edememeliydi.
1980 yılının ilk günlerinde alınan 24 Ocak kararları darbenin ilk ayak sesi olmuştu. Bunu izleyen aylarda, tarihler 12 Eylül’ü gösterdiğinde egemen sınıfların beklediği “büyük gün” gelmiş, faşist TSK ülke yönetimine el koymuştu. Bu el koymanın başarıyla sonuçlanması ise, en çok da ABD emperyalizminin temsilcilerini sevindirecek ve kendi tezgahladıkları faşist darbeyi aynı saatlerde, “Bizim çocuklar yönetime el koydu” sözleriyle karşılayacaklardı.
Faşist darbenin şefi Orgeneral Kenan Evren ve emrindeki diğer faşist cuntacılar sözde; “Anarşiyi önleyip, kardeş kavgasına son vereceklerdi!”
Faşist cuntanın ilk faaliyeti TBMM’yi fesih etmek olmuştu. Tüm partiler kapatılmış, partilerin ileri gelenleri (kısa süre sonra bırakılmak üzere) hapse atılmıştı. Ancak darbenin hedefinde ne sistemin dayanaklarından olan TBMM ne de yine sistemin uzantısı partilerin yöneticileri olmadığı kesindi. Gerek partilerin kapatılması gerekse yöneticilerinin tutuklanması “usulen” gerçekleştirilen bir işlem olmanın ötesinde değildi. Faşist darbenin gerçek hedefi çok kısa sürede açığa çıkacaktı.
“Ülkenin bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini yeniden tesis etmek, demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” gibi “yüce amaçlar” için faaliyete geçilmekte gecikilmedi ve ev baskınları, gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar, infazlar birbirini izledi.
Bu süreçte 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 21 bin 264 kişi örgüt üyeliğinden hüküm aldı. Tüm sendikaların yanı sıra, on binlerce dernek kapatıldı. Devrimci-sosyalist yayınlar başta olmak üzere, tüm ilerici yayınlar illegal sayıldı. On binlerce kişi “sakıncalı” görülerek, işten atıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 171 kişi işkencede, 299 kişi hapishanede katledildi, 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam verildi ve 50 kişi idam edildi.
Cuntanın faşist şefi Kenan Evren’in o dönem idamlar özgülünde söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü ise, faşist darbecilerin beslendiği zihniyetin de özeti olacaktı. Hem o dönem hem de yıllar sonra bile, 12 Eylül’den bahsedilirken hatırlanacaktı bu sözler.
Ülkenin tüm hapishaneleri tıka basa dolmuş ve de hepsi birer işkence merkezi haline gelmişti. Özellikle de Diyarbakır zindanlarındaki siyasi tutsaklara, insan aklının alamayacağı, hayal bile edilemeyecek türden işkenceler gerçekleştirilecekti.Böylece devletin “otoritesi” yeniden tesis edilmişti. Çünkü egemen sınıflar için için “otorite” demek, başta ilerici-devrimci güçler olmak üzere, tüm işçi-emekçi yığınlara dönük, gözaltılar, baskılar, işkenceler, katliamlar demekti.
Aynı günlerde karar altına alınan, ama toplumsal muhalefetten dolayı hayata geçirilemeyen, neo-liberal politikaların projesi olan 24 Ocak kararları da hayata geçirilmeye başlanacak, komprador patronlardan Halit Narin bu durum karşısında duyduğu memnuniyeti “Şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” sözleriyle açığa vurarak, aslında 12 Eylül AFC’sinin gerçek amacını da özetleyecekti.

12 Eylül faşizmi kurumsallaşıyor
12 Eylül faşizmi kurumsallaşma çabalarını olanca hızıyla sürdürüyordu.
Bu kurumsallaşma sadece hak ve özgürlüklere dönük saldırılar, yargısız infazlar, idamlar, gözaltılar ve daha bir dizi fiili saldırıyla sınırlı kalmayacaktı.
Ekonomik-siyasal saldırıların tahribatını büyütmek ve süreklileştirmek gibi bir amaç daha vardı. Bunun başarılması ise ancak ideolojik-kültürel saldırılarla mümkün olacaktı. Bu yönlü saldırıların hedefinde ise en başta da, toplumun sindirilmesinin yanı sıra, apolitikleştirilmesi, yozlaştırılması, hak arama bilincinden uzaklaştırılarak, bencil, bananeci bir toplum yaratılması yatıyordu.
Bugün neredeyse her mahalleyi kuşatması altına alan, yozlaşma, çeteleşme, uyuşturucu, fuhuş gibi ideolojik-kültürel dejenerasyonun tohumları da işte o günlerde atılacaktı. Toplum bir yandan böylesi bir dejenerasyona tabii tutulurken, diğer yandan dinle uyuşturma çabaları devreye girecekti. İmam hatip okullarının sayısı görülmemiş bir hızla artacak, din dersi zorunlu hale getirilerek, dinle uyuşturma politikası, 12 Eylül faşizminin temel politikalarından biri haline gelecekti.
Burada önemle vurgulamak gerekmekte ki, bugün toplumu laik-anti laik olarak bölmeye dönük çabaların öncülüğünü yapan çalışan faşist TSK, aynı zamanda bugün “karşı çıktığı” din bezirganlığının da gerçek sahibidir.
Toplumu ideolojik-kültürel anlamda çürütmeye, yozlaştırmaya ve de uyuşturmaya dönük bu politikaların başlıca hedefinde ise gençlik vardı. Özellikle de öğrenci gençlik.

YÖK kuruluyor
Böylece, 6 Kasım 1981'de, 12 Eylül faşist cuntası tarafından bütün üniversitelerin yönetim kurulları tasfiye edilerek yerlerine bizzat askeri cuntanın atadığı rektörler getirildi. Yine cuntanın çıkardığı 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarında “köklü değişiklikler” yapılarak, faşist rejimin istediği tipte bir şekillenme yaratmanın zemini oluşturulmaya başlandı.
Amacını, “Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak” ve bu amaçla “yüksek öğretim kurumlarının organize edilmesi, eğitim ve öğretimle ilgili tüm detayların belirlenmesi” görevini yerine getirmek olarak ilan eden YÖK'ün ilk icraatı; üniversitelerde okuyan ve çalışan ne kadar sosyalist, devrimci, demokrat ve ilerici unsur varsa bunları üniversitelerden atmak, bununla da yetinmeyerek, bu kişileri bizzat kendi elleriyle polise teslim etmek oldu. Gerici-baskıcı- faşist 12 Eylül rejiminin çıkardığı 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile birlikte 3 binden fazla eğitim emekçisi işten atıldı, bununla da yetinilmeyerek, üzerlerinde yoğun baskılar hayata geçirildi.
12 Eylül faşist askeri rejimi, darbenin ilk yıllarında halka dayatılan bir referandumla 12 Eylül Anayasası olarak bilinen anayasanın onaylanmasını sağladı. Halkın, çeşitli biçimlerde manipüle edilerek, evet oyu vermeye zorlandığı bu anayasa aynı zamanda YÖK’ün temel dayanağını oluşturuyordu.
YÖK, 12 Eylül faşizminin ruhuna uygun bir yönelimi hayata geçirerek, üniversitelerde eğitim ve öğretimle uzaktan yakından ilgili her şeyi kendi denetimi altına almaya çalışıyor, üniversitelerdeki en önemli baskı aracı olma işlevi görüyordu.
YÖK kurallarının geçerli olmadığı okullar ise, emniyete ve TSK’ne bağlı okullardı. Bunlar YÖK’ün kapsamı dışında tutulmuşlardı.
Yüksek öğrenime dönük bu düzenlemeyle birlikte, yüksek öğretim sisteminin tepesine YÖK oturtulmuş ve bu alanda atılacak her adımda karar verici tek mercii olarak tayin edilmişti. YÖK'ün bileşimi de cumhurbaşkanı tarafından belirleniyor, böylece üniversiteler tam anlamıyla egemen sınıfların denetimi altına alınıyordu. Onlara göreyse; “anarşi ve terör” ortamı sona erdiriliyor, üniversitelerde “huzur ve düzen” tesis ediliyordu!
12 Eylül faşist cuntası yüksek öğretimin amacını, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, TC devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” gençler olarak belirliyor ve bu doğrultuda gençler yetiştirmek için kolları sıvıyordu.
Yüksek Öğretim Kanununun 53. maddesine göre, “İdeolojik amaçlarla devletin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne kasteden, din, dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanarak cumhuriyeti yıkmaya çalışan faaliyetlerde bulunanlar” derhal okuldan atılıyor ve cumhuriyet savcısına teslim ediliyordu. Ayrıca bu sebeplerle üniversiteden atılan bir öğrenci ya da eğitimci bir daha başka bir üniversitede de okuyamıyor veya çalışamıyordu.
Okuldan atılma veya uzaklaştırma cezası almak için, “Yükseköğretim içinde veya dışında yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunmak, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlamak, kurumların sükun, huzur ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılmak, bunları teşvik ve tahrik etmek, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz etmek veya saygı dışı davranışlarda bulunmak ve anarşik ve ideolojik olaylara katılmak veya bu olayları tahrik ve teşvik etme” gibi “suçlardan” birini işlemek yetiyordu.
Yine YÖK kuralları kapsamında, öğrencilerin ve öğretim elemanlarının üniversitelerde “parti faaliyetinde bulunmaları ve parti propagandası yapmaları” yasaklanıyor, herhangi bir siyasal partiye üye olan öğrenci ve öğretim elemanlarının üniversitelerde yönetici görevler almaları da engelleniyordu.
Böylece öğrenciler ve de öğretim görevlileri, örgütlenmelerinin önüne konulan bu yasaklarla, her türlü hak ve özgürlükten mahrum edilmeye çalışılıyor, bununla da yetinilmeyerek, gelecek kuşakların gelecekleri de ipotek altına alınıyordu.
Şu çok açıktı ki, 12 Eylül faşist askeri rejiminin ürünü olarak ortaya çıkan YÖK’ün asıl amacı, 1960'lı yıllardan itibaren hızla yükselen toplumsal muhalefetin ilerleyişini durdurmaktı. İşçi sınıfı hareketinin siyasallaşmasına paralel olarak üniversitelerde de öğrenci gençliğin egemen sınıfların ideolojisinden kopup, devrimci hareketin saflarına katılmasını engellemekti. Egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket eden faşist askeri diktatörlüğün, toplumsal yaşamın her alanına dönük başlattığı saldırıların bir ayağını da, üniversitelerdeki devrimci yükselişi kesmek oluşturuyordu.
Bunun içindir ki, sonraki yıllarda yetişen genç nesillerin bilincinde muazzam bir çarpılma oluşmuş, tarihsel hafıza yitirilmiş, gençlik depolitize edilerek siyasal hayatın dışına itilmiş, toplumsal sorunlara duyarsızlaştırılmış ve pasifize edilmiştir.
Sonuç olarak: 12 Eylül faşizmi, politikadan ve örgütlenmekten korkan, hakları uğruna mücadele etmek yerine edilgen bir şekilde egemen sınıfların politikalarını hiç sorgulamadan kabul eden, kendine ve topluma yabancılaşmış, toplumsal yaşamdan koparak bireyselleşmiş ve birbirinden yalıtılmış bir toplum, yeni bir kuşak yaratma çabasında oldukça önemli bir mesafe kat etti denebilir. Egemen ideolojinin yoğun bombardımanı altında iyice sersemleyen toplumu, özellikle de gençliği, bu baskı ve yozlaştırma cenderesi ile yıllar boyu ezerek, tam da egemen sınıfların hedeflediği-istediği tipte bir insan modeli yaratma amacı güdülmüştür.
Gençliğe ve de gerçekte toplumun tüm kesimlerine dönük çok yönlü bu saldırılar günümüzde de sürmektedir. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyadaki emekçi halk yığınları, dün olduğu gibi, bugün de çok yönlü saldırılarla ve bu kez de “ Terörle Mücadele” adı altında teslim alınmaya çalışılmaktadır.
Ancak baskının-zulmün olduğu ve de özellikle arttığı her yerde başkaldırı kaçınılmazdır gerçekliğinden hareketle, emekçi yığınların tüm bu saldırılar karşısında sisteme karşı hoşnutsuzluğu da giderek artmaktadır. Halkların dünyanın dört bir yanında yükselttiği ulusal-sosyal kurtuluş mücadeleleri ise, bu hoşnutsuzluğun ne boyutta olduğunun göstergesidir. Bu hoşnutsuzluk ise giderek büyümekte, halkların direnişlerindeki yükseliş, egemen sınıfların korkulu rüyası olmaktadır. Bu korkudandır ki, emperyalist-kapitalist sistemin sahipleri ve her türden uzantıları, halkların mücadelelerindeki bu yükselişin önünü kesmek için her türden yöntemle saldırmayı sürdürmekteler. Çünkü onlarda bilmekteler ki, sonlarını getirecek olan bu mücadelelerin zaferidir. İşçi-emekçi-genç yığınların bu zaferle birlikte, gerek 12 Eylül AFC’sinin gerekse tüm halk düşmanı politikaların, halklara dönük katliamların, işgallerin, itildikleri yoksulluğun, sefaletin hesabını soracağını onlar da çok iyi bilmekteler. Saldırıların dozunu artırmaları da işte bundandır!

genliğe notlar

BEKLENTİLERİMİZİN ÖLÇÜTÜ

Faaliyetlerimizin planlanmasında ve hayata geçirilmesinde nasıl bir hat izlediğimiz ve doğal olarak beklentilerimiz önemli bir yer tutmaktadır. Her işte hem onun nasıl gerçekleşeceği hem de nasıl sonuçlanacağı bu beklenti konusuyla açıklanabilir. Bu beklentiler, faaliyet için bizi heveslendiren faktörler olduğuna göre onların gerçekleşmemesi de demoralize olmamıza neden olmaktadır.
Kendi gerçekliğine hakim olamayan bireyin ya da örgütün beklentilerini abartması ya da gerçekliğin altında tutması, yaşanan coşkunun ya da demoralizasyonun da nedenidir. Yakın süreçte gerçekleşen iki çalışmada bu durumu görmek mümkündür. Munzur Festivali ile onun hemen akabinde gerçekleştirdiğimiz 4. YDG Yaz çalışmaları bu konuda iki farklı durumun örneklerini oluşturmaktadır. Munzur Festivalinde YDG’nin umulandan fazla bir sayıyla Dersim’de olması ve doğal olarak beklentilerin karşılanmasının yarattığı coşkuyu açıkça gözlemlemek mümkünken Mersin’de gerçekleşen yaz çalışmasında ilk beklentilerin karşılanamamasının yarattığı demoralizasyon ortadadır.
O halde mücadele içerisinde kimi zamanlar beklenilenden olumlu kimi zaman da beklenilenden olumuz “maddi koşullar”la karşılaşılması olasıdır. Bunların kimisi subjektif kimisi de objektif nedenlerden kaynaklanacaktır. Ancak her iki halde de olan durumu abartmanın bir faydası olmayacaktır. Olumlulukları süreklileştirmek, olumsuzlukları ise azaltmak uygulamamız gereken yöntemdir. Maddi koşulların daha elverişsiz olduğu durumlarda kendimizi bu duruma adapte ederek yeni bir hat belirlememiz, maddi koşulların daha elverişli olduğu durumlarda ise bu olumlulukları da kullanarak hızımızı arttırmamız gerekliliği bilimsel olan yöntemdir.
Beklentiler yani planlar ve hedefler, doğal olarak kuramsal (teorik) olmak zorundadır. Onların pratikte kusursuz uygulanmasını ya da gerçekleşmesini beklemek mantıklı olmayacaktır. Bazen beklentilerden daha farklı durumlarla karşılaşacağımız açık olduğuna göre mutlaka alternatif planlarımızın da olması gerekmektedir. Çok yönlü hazırlık yapmak kadar, anda karşılaşılan somut duruma göre planı değiştirmek de başvurmamız gereken yöntemlerdir.
Örneğin, ilk haliyle planlanan yaz çalışmasında hedeflenen birden fazla hedef, yaz çalışmasının gerçekliği içerisinde düşürülürse başarılı olunacağı açıktır. 20 kişiyle yaz çalışması süresince 5 semtte çalışma yürütmeyi planlıyorsak 10 kişiyle semt sayısını azaltmak ve yoğunlaşmayı arttırmak gerekecektir. Bunun yerine beklenenin olmaması durumunda demoralize olmak ise doğallığında hareketsizliği, uyumsuzluğu, isteksizliği ve başarısızlığı besleyecektir. Tercih yapmak tamamen bizim elimizdedir.
Yaz çalışmaları kapsamında kimi zaman yaşanılan demoralizasyon anlarında hareketsizliğin etkileri de kimi zaman da yaşanılan coşkunun etkileri de gerçektir ve açıkça gözlemlenebilmiştir. Yaz çalışmaları kapsamında morallerin yüksek olduğu anlarda beklentilerin üzerinde gerçekleşen YDG dağıtımlarında, ev sohbetlerinde, eğitim çalışmalarında da demoralize olunan anlardaki gerçekliğimizde de sayımızın değişmediği bir gerçekse bu bize sıkıntımızın kaynağını da göstermektedir. Sorunu, beklentilerin altında faaliyetçinin katılmasına bağlamak bu nedenle anlamsız olacaktır. Aynı katılımcı sayısıyla yüzlerce YDG dağıtılmış olması ve bazı anlarda ise hareketsizliğin tercih edilmesi, somutu kavrama konusunda yaşadığımız sıkıntının boyutuyla ilgilidir.
Gerçekten de maddi koşullar, bir faaliyetin verimliliği açısından önemlidir ancak devrimci, maddi koşulları değerlendirerek doğru yöntemi de bulabilir. Koşullar, devrimcilerin uğraşları sonucu olumsuzdan olumluya çevrilebilirdir ancak bunun beklemeyle, demoralizasyonla gerçekleşmeyeceği ortadadır. Bir alanda yeterince faaliyetçi olmadığı için moralini bozan, yakınan bireyin somutta tek başarısı, kendisinin ve yakındığı kişilerin başını ağrıtmak olacaktır. Öte yandan bu elverişsiz durum, kitle çalışması içerisinde kısa zamanda olumluluğa çevrilebilirdir.
Beklentiler konusunda aşırıya kaçmamak kadar karamsarlığa düşmek de aynı sonuca neden olacaktır. Şu bir gerçek ki her olumsuzluk olumluluğu içerisinde barındırır. Bu durumu görebilmek için nesnel değerlendirme yetimizin gelişmesi gerekmektedir. Nesnel değerlendirme yapabilmek, sürece hakim olabilmek ve yaratıcı olmak, sadece morali değil, çalışmaların verimliliğini de etkileyen konulardır.
Örneğin, genel politikanın, anın ve alanın durumuna göre somutlanabilmesi, nesnel değerlendirme yapabilmekle ilgilidir. Bunun için kitle çalışması söz konusu olduğunda kitlelerin görüşlerine, durumuna ve çelişkilerine hakim olabilmek gerekmektedir. Örneğin semt çalışmasında tek bir evden aldığımız olumlu tepkilere yaslanmak kadar, tek bir evden aldığımız olumsuz tepkiyle demoralize olmak da subjektif kaldığımızın kanıtıdır. Doğru politik yönelime rağmen bu sonuçlarla karşılaşmamız olasıdır ve sürece nesnel yaklaşıyorsak olumsuzluğun nasıl olumluluğa çevrileceğini de kavrayabiliriz. Sürece hakim olabilen bir örgüt, faaliyetçi sayısından bağımsız olarak başarılı olabilir. Ancak bunun için ana koşul, kitlelerin durumuna ve karşıt güçlerin hareket tarzına hakim olmaktır.
Oldukça popüler olan bir düşünce, kitlelerin anda ve alanda yaşadığı çelişkileri bildiğimiz ancak buna rağmen başarısız olduğumuz yönündedir. Ancak gerçekten çelişkilere hakim olabilen bir örgüt, onların çözüm yöntemlerini de bilecektir. O halde bu konuda yanıldığımız açıktır. Nasıl ki her çalışmada kaç faaliyetçinin katılacağı, çalışmada kimlerin olacağı konusunda beklentilerimiz oluyorsa, çalışmanın politik yönü ve sonucu konusunda da beklentilerimiz olmalıdır. Bu konuyu bireyin beklentilerinin yanı sıra çalışmayı örgütleyen tüm yoldaşların ortak beklentisine (örgütün beklentisine) çevirerek incelemek daha anlamlıdır.
Bir çalışmanın politik yönü ve sonuçları üzerine oluşturulan beklentiler, hedefler şeklinde algılanmalıdır. Bu beklentiler (hedefler) örgütün anda ve alanda somutladığı politika sonucunda örgütün ve kitlelerin beklentileri üzerinden kısa, orta ve uzun vadede neyi kazanacağımız, neyi gerçekleştireceğimizdir. Örneğin, yıkımlara karşı yürüttüğümüz çalışmada kısa, orta ve uzun vadede neyi hedeflediğimizi bilmeden bir çalışmaya başlıyorsak, önemli hatalar ve subjektif değerlendirmeler yapacağımız açıktır. Politikanın somutlanması, genel politik yönelim ışığında anda ve alanda kitlelerin beklentilerini öğrenerek ve bu beklentilere şekil vererek gerçekleştirilebilir. Bunun yanında yani kitlelerin beklentileriyle birlikte kendi somut gücümüzü de tahlil ederek bir plan oluşturabilirsek, o çalışmada hedeflediğimiz sonuca az çok ulaşabileceğimiz açıktır.
Yıkımlar sorununun olduğu bir alanda sadece bir faaliyetçimiz varsa ve biz kısa vadede beklentimizi “yıkımları engelleme” şeklinde belirliyorsak daha baştan başarısız olacağımız ortadadır. Ancak beklentilerimizi kısa vadede kitlelerin yıkım sorununa karşı duyarlılığını öğrenme ve bu çelişkiyi en fazla hisseden kesimle bağ kurma şeklinde belirlersek, bu hedefin daha somut ve başarılabilir olacağını söyleyebiliriz. Bu gerçeklik içerisinde çalışmamızın verimine göre kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerimizi değiştirebileceğimizi, değiştirmemiz gerekebileceğini de kabul etmek zorundayız.
Kişisel ve örgüsel beklentilerin, tüm kuramsal yanlarıyla ancak pratik içerisinde şekilleneceğini unutmamalıyız. İşte bir çalışmada esnekliği (hareket kabiliyetini de kapsayacak şekilde), morali ve doğal olarak başarıyı kuramsal olan beklentilerimizi, pratik içerisinde şekillendirerek kazanabileceğimizin kanıtı bu durumun ta kendisidir.

8. Munzur Kültür ve Doğa Festivalindeydik...

Geçtiğimiz ay Dersim’de yapılan 8. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’ne bizler de YDG’liler olarak katıldık.
Festivalin ilk günü, diğer illerden gelen yoldaşlarımızla buluşup sohbetler ettikten sonra festival süresi boyunca yapacağımız faaliyetin programını oluşturmak için bir araya geldik. Festival süresince düzenli ve verimli bir faaliyet yürütmek için yaptığımız program sonucunda, Dersim merkezde ve Mazgirt, Pertek, Ovacık ve Hozat ilçelerinde yapılacak etkiliklere katılacak gruplar oluşturduk, ajitasyoncular belirledik.
Görev dağılımlarını yaptıktan sonra Dersim merkezde sesli ajitasyonla yayın dağıtımımızı yaptık. Daha sonra akşam saatlerinde stadyumda yapılan etkinliğe tüm YDG’liler olarak yayınlarımızın dağıtımını yapmak için katıldık. Statta insanların bize karşı sıcak yaklaşımları ve ilgileri bizdeki coşkuyu daha da arttırdı. Dağıtımlarımızı coşkulu bir şekilde yaptıktan sonra hep birlikte konser alanına girerek ‘Munzur’da barajlara hayır!’, ‘Dersim onurdur, onuruna sahip çık!’, ‘Dersim’de koruculuğa hayır’ sloganlarını attık.
Yaptığımız program çerçevesinde festivalin 2. günü bir grup Mazgirt, bir grup Pertek, bir grup da Dersim merkezde yapılan etkinliklere katıldı. Mazgirt’te esnaflara yayın dağıtımı yaptıktan sonra ev ziyaretlerinde bulunduk, sohbetler ettik. Bize karşı yoğun ilgi gösteren Mazgirt halkının sahiplenici, faaliyetimizi destekleyici tavırları ve yapılan sıcak sohbetlerin bizde bıraktığı olumlu etkiyle oradan ayrıldık. Pertek’te esnaflara yaptığımız yayın dağıtımı sırasında sivil polislerin esnafları korkutmak amacıyla dükkan kapılarının önünde beklemeleri, bizden sonra yayınlarımızı sahiplenen insanları tehdit etmeleri de faşizmin bizden ne kadar korktuğunun bir göstergesi olarak yine karşımıza çıktı. Yine Pertek’te sesli ajitasyonla yayın dağıtımı yaparken, polis müdahale ederek faaliyetimizi engellemeye çalıştı. Baskılara rağmen bizler etkinlik sonuna kadar dağıtımlarımıza devam ettik.
Festivalin 3. gününde PŞTA’nın (Partizan Şehit Ve Tutsak Aileleri) Hozat’a bağlı Çığırlı (Zmex) köyünde TKP/ML şehidi Fevzi Koç’un mezarı başında yaptığı anmaya bizler de YDG’liler olarak katıldık. Fevzi Koç’un ailesinin de katıldığı ve yaklaşık 100 kişinin bulunduğu anmada Partizanların onurlu mücadeleleri anlatıldı. Anma sloganlarla ve marşlarla sona erdi.
Oradan devrime olan inancımız ve mücadeleye duyduğumuz azmimizle Hozat’ta yapılacak etkinliklere katılmak amacıyla ayrıldık. Öğlen saatlerinde, Hozat’a gelen herkesin ilk uğrak yeri olan çay bahçesinde yaptığımız yayın dağıtımından sonra Hozat merkezinde etkinliklerin yapılacağı alana gittik. Burada oluşturduğumuz gruplarla mahallelere giderek ev ziyaretlerinde bulunduk. İnsanların bizi sıcak karşılaması, sorunlarını bizlerle paylaşmaları ve bizleri sisteme karşı bir alternatif olarak görmeleri, mücadelemizi sahiplenmeleri, bizde olumlu etki yarattı. Onlarla Dersim’de yaşanan sorunlara ilişkin yaptığımız sohbetlerde de faşizmin baskıcı yüzünü, devrimci-demokrat insanlara tahammülünün olmadığını bir kez daha görmüş olduk. Yine Hozat ta etkinliklere katılarak halaylar çeken, marşlar söyleyen, sloganlarını haykıran YDG’lilere Hozat’ta yaşayan halkın ilgisi oldukça coşku vericiydi.
Festivalin son gününde Ovacık’ta yapılan etkinliklere de katılarak yaygın yayın dağıtımı yaptık ve ev ziyaretlerinde bulunduk.
4 gün süren festival boyunca yoğun bir faaliyet süreci geçirdiğimiz Dersim’den, bizi bağrına basan Dersim halkına bir dahaki festivalde buluşmak üzere verdiğimiz sözlerle, faaliyet süresince edindiğimiz olumlu deneyim ve izlenimlerle ayrıldık.
Çukurova’dan bir YDG’li

Dersim Festivalinden gözlemler

İstanbul YDG olarak katıldığımız ve bu sene 8.si düzenlenen “Munzur Doğa ve Kültür Festivali”nde Dersim halkının coşkusuyla coşkulandık ve kitle faaliyetinin önemini daha da kavradık.
İlk gün diğer illerden gelen yoldaşlarla bir toplantı alıp çalışma ekiplerini belirleyip Partizancı arkadaşlarla birlikte gazete dağıtımına çıktık. Dağıtım sırasında Dersim halkının sorunlarına yönelik yapılan sesli ajitasyon halk tarafından ilgi gördü. Akşam statta dağıtım esnasında kenarda gözleme yapan kadınların bizim partizan şapkalarımızı görünce “domane ma” (bizim çocuklar) diyerek ayağa kalkıp bizi alkışlamaları ve konser sırasında flamalarla çim alanda dolaşırken halkın bizleri alkışlamasıyla Dersim halkının bizleri ne kadar sahiplendiğini gördük. Dersim’de halk tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmamız festivalin diğer günlerinde daha motiveli çalışmamızı sağladı.
İkinci gün üçe ayrılan gruplardan Pertek’e giden grup şehit mezarlarının yapılmasına yardımcı oldu. Pertek merkezde kitlesel yapılan dağıtım esnasında polisin baskıları bizlere geri adım attırmadı, aksine sistemin korkularının daha da gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Ve polisin halk üzerinde uyguladığı baskıya rağmen evlerinde gazete alamayan halk daha sonradan standımıza gelip gazetemizi aldılar. Ayrıca burada birçok gençle tanışıp sohbet etme imkânı bulduk.
Mazgirt’e giden grup ise orada çok sıcak karşılandı ve köylüler arkadaşlarımızı “biz köylülerin arasında bazı sorunlar var, siz Partizancısınız, bize bu sorunların çözümünde yardımcı olun” diye çağırdılar. Merkez’de kalan grup da PŞTA’nın kampanyası olan “bilinmeyen şehit mezarlarının bulunması ve yapılmayan mezarların yapılması” için esnafa bağış amaçlı çıkan PŞTA’lı yoldaşlara yardımcı oldu.
Üçüncü gün hep beraber Hozat’a giderken su içmek için durduğumuz yerde halay çektik. Hozat’ın Zımex (Çayırlı) köyündeki Fevzi Koç’un mezarı başında PŞTA’nın yaptığı anmaya biz de katıldık. Sonra tekrar otobüslere binip festival alanına gittik. Hozat belediye başkanının bizi konukseverce karşılamasının ardından kahvaltımızı yapıp dağıtıma çıktık. Dağıtım esnasında bazı teyzeler bizlere “nerede kaldınız, gözümüz yollarda kaldı” dediler. Anmaya gittiğimizi ve bu nedenle geç kaldığımızı söylediğimizde ise “neden bizim haberimiz olmadı, biz de gelirdik” deyip bizi tüm sıcaklıklarıyla kucakladılar.
Mahallelere dağıtıma çıktığımızda her çaldığımız kapı bizi büyük bir sıcaklık ve özlemle karşıladı. Sürekli bir şeyler ikram edip bizi evlerine davet ettiler. Bu sene daha kitlesel oluşumuz onların da hoşuna gitti ve bu memnuniyetlerini dile getirip onlara sürekli gitmemizi talep ettiler.
Akşam konser alanında da tek sıra halinde elimizdeki gazeteleri kaldırarak dağıtımlara çıkmamız kitlenin dikkatini üzerimize çekti. Ayrıca yoldaşlarla beraber çektiğimiz halaya halk da katıldı ve halay sonunda Dersim’le ilgili attığımız sloganlara coşkuyla eşlik ettiler. Düşmanın dikkatini üzerimize daha fazla yoğunlaştırmamak için flama açmadığımız konser Emekçi’nin türküleriyle son buldu.
Son gün Mersin’e köy çalışmasına gidecek yoldaşlar dışındakilerle Ovacık’taki programa katıldık. İlk olarak Cemevi’nin açılışına katılıp Gözeler’e gittik. Yine tek sıra halinde ve kitlesel bir şekilde ellerimizde gazetelerimizle dağıtıma çıktık. Burada da halkın alkışlarıyla karşılandık. Orada Dersim yerelinden genç bir kadın “Bak oğlum bunlar Partizancı, biz de Partizancıyız.” diyerek oğluna bizleri gösterdi. Akşam üzeri Ovacık Merkezdeki dağıtım esnasında 94’te köyleri yakıldığı için merkeze taşınan yaşlı bir amca ve teyze bir yoldaşımızı tutarak “Sen bizim yanımızda kal, Partizancılar bizim çocuğumuzdur, sen de bizim çocuğumuz ol.” diyerek bizleri çok sıcak karşıladılar.
Gün boyu sıcağın altında tarlada çalıştıktan sonra evlerine yorgun dönmelerine rağmen onların kapılarını çaldığımızda bizleri sıcacık bir gülümsemeyle ve dingin bir halde karşılamaları, aynı zamanda tüm yoksulluklarına rağmen bizleri evlerine davet edip ellerinde ne var ne yok sofraya koymaları bizleri çok mutlu etti.
Zamanında Dersim’de yaratılan değerlerin hâlâ korunduğunu görmek, doğru yolda olduğumuzu bizlere bir kez daha gösterdi. Ayrıca herkesin kolektif ve örgütlü bir şekilde hareket etmesinin hem faydasını kendi içimizde gördük hem de kitlelerin daha fazla sahiplenmesi açısından önemini anladık. Dersim festivalinin ardından tüm yoldaşlar alanlarına daha coşkulu ve motive olmuş bir şekilde döndüler.
İstanbul’dan bir YDG’li

Rüşvet ve düzen

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Sakarya milletvekili Şaban Dişli hakkında CHP’nin ortaya çıkardığı rüşvet belgesi Ağustos ayında ülke gündeminde öne çıkan konular arasındaydı. Silivri’de bir arsanın imar durumunu değiştirme karşılığında 1 milyon dolarlık iş takibi ücreti talep eden Dişli iddialara inanılır cevaplar veremediği için AKP yönetiminden istifa etmek zorunda kaldı.
Konu üzerine medyada çıkan yazılarda AKP’nin yolsuzluklara göz yummasından CHP’nin muhalefetini bu şekilde sürdürmesi gerektiği üzerine çeşitli yorumlara da sıkça rastladık. Oysaki bu lafların hiçbir anlamı yoktur. Rüşvet, yolsuzluk gibi kavramlar bu düzenin kuruluşundan bu yana oldukça geçerli olan, yaygın şekilde başvurulan ve düzenin yağmacı, soyguncu karakterinin sonucu olan gerçeklerdir. Dolayısıyla Dişli’nin suçlanmasına şaşırması veya kendisini özel bir savunma ihtiyacı duymaması hiç de şaşırtıcı değildir.
Halkımız da çok iyi bilmektedir ki, ülkemizde zenginlik alınteri ile kazanılan bir olgu değildir. Alavere dalavere ile bir şekilde yolunu bulan, hatırı sayılır koltuklarda tanıdığı-hemşerisi olan, hiçbir cimriliğe başvurmadan elde edeceği rantı paylaşmaktan gocunmayan birçok kişinin bir anda zenginlik basamağında büyük sıçramalar sağladığını ve bir anda “saygın”, “sözü geçen” zatlar arasına karıştığını herkes bilmekte, görmektedir. Dolayısıyla düzenin kurallarına uyan ve alışveriş merkezi için bir sermaye grubunun işine aracılık eden ve “lüzumsuz” bürokratik engelleri aşmak için emek harcayan Dişli’nin hakkını istemesi kadar doğal ne olabilir ki?
Bu düzen yukarıdan aşağıya kadar böyledir. Düzenin sahipleri veya bir başka adıyla egemen sınıflar da devlet mekanizmasını efendileri emperyalistler için seferber etmiyorlar mı? Büyük emperyalist tekellerin ülkemizin kaynaklarını yağmalaması, halkımızı sömürmesi için her türlü düzenlemeyi yerine getirmiyorlar mı? “Aman yabancı sermaye kaçmasın” diyerek ortalığı velveleye verenler, bağımlı olduklarının talep ettiği aracılığı hakkıyla yerine getirmek için halkımızın üzerinde her türlü işkenceyi, zulmü uygulamıyor mu? Büyük bir aşkla bağlı oldukları emperyalist efendilerini kırmamak için Çankaya’daki bahçesinden bile fedakarlık edeceğini ilan eden eski cumhurbaşkanı Demirel’in icraatları bu düzenin zaten yağmaya, sömürüye dayalı olduğunu göstermiyor mu? Zaten düzene komprador niteliğini kazandıran da bu değil mi?
En yukarıdan aşağıya doğru indikçe kalabalık ve derin bürokrasinin ağında, meclisin koridorlarında, bakan koltuklarında yer edinenlerin tüm ülke çapında yağmayı ve soygunu sürdürmesi, yakınlarını, tanıdıklarını “görmesi” şaşırtmamalıdır. Bu, temeline kadar çürümüş olan sistemin gerçekliğidir.
Bu koltuklar, mevkiler hayır için işgal edilmemektedir. Bu büyük rantlar gözün kaşın karalığına vurularak dağıtılmamaktadır. Her şeyin karşılığı vardır. “Sen beni göreceksin ki ben de seni göreyim, işimi bileyim” anlayışı hakim olan hükümdür. Gerisi yalandır.
Bu nedenle AKP’li belediyeler, bakanlıklar, bürokrasi halkımızı sömürerek ve ezerek elde ettikleri rantları paylaştırmaya yetişememektedir. Bu nedenle Şaban Dişli üzerine gidildiği için şaşırmakta, suçlu olmadığını iddia etmektedir. Hiçbir arkadaşı da açıktan suçlu olduğunu ifade edemez, “son sözü adalete bırakmakla” yetinir. Çünkü bir kere Dişli ayıp bir iş yapmamış, 80 yıllık devlet geleneğine uygun hareket etmiştir. Sözünü tutmuş, yaptığı protokole sadık kalmış, payını talep etmiştir. Açıktır ki ya Dişli suçsuzdur yada bu düzen tamamen suç üzerine kuruludur.
Sistemin gelenekleri, kendi iç işleyişi aşağılara, yerellere indikçe daha bariz ve somut şekilde karşımıza çıkmaktadır. Taşra dediğimiz küçük kent ve kasabalardaki belediyelerde, il meclislerinde yağma, talan ve soygun hiç tatil olmamaktadır. Ülkemizin en güzel yerleşim yerleri, madenleri, ormanları yıllardır tüketile tüketile bitirilememiştir. Yabancı sermaye ile “ortaklık” sağlayarak güzelim orman arazilerine kondurulan tatil köyleri, halkın sağlığına hiçe sayarak kazılan maden ocakları, neredeyse bedavaya çalıştırılan emekçiler bu düzenin üretime ve güzelliğe düşman yüzünü sergilemektedir.
İşte bire bir gözlemleyebildiğimiz yerel yönetimler için seçimlerin yaklaştığı bu dönemde yine her bölgedeki yağmacının, hırsızın elleri kaşınmakta, daha büyük paylar iştahla talep edilmektedir. Burada ilke yoktur. Ne de olsa yerel seçimlerde partiye değil adaya göre seçim yapılır. Aşiretler, “güçlü” ve “köklü” aileler vb yerel kodamanlar, tüccarlar, ağalar, tefeciler büyük bir heyecanla var olan gücünü korumaya, pekiştirmeye odaklanmaktadır.
Mart ayındaki yerel seçimlerde turizmle geçinen bir kasabanın belediye başkanlığına aday olmak isteyen muhtara partisini sorduğumuzda, “Daha net değil. Görüşmelerimiz sürüyor” diyor. “Peki, bölgenin zengin, bilindik aileleri aday çıkarmayacak mı?” dediğimizde üzüntüyle bu olasılığın büyüklüğünden bahsediyor. Kendi adaylığının önündeki en büyük engel de işte budur, parasının yeterince olmamasıdır. “Malum bu işler paraya bakar.”
Sonra şu anki belediye başkanı hakkında atılır tutulur. Yiyordur, kendini düşünüyordur, kendi villalarının yolunu asfaltlıyor, çalıyor çırpıyordur. Ama halk hizmet görmüyordur. Ne de olsa hükümet partisinden biri başkan olsa şansı daha fazla olurmuş, hükümet partisinin adayı da yermiş ama belki halk da bundan pay alabilirmiş.
Halkımızda genel bir taleptir, çalsın ama bari biraz da çalışsın. Hep bana hep bana olmaz. O zaman koltuğu koruyamazsın. Rakip tüccar seni alt eder, o 5 yılda kazandığınla yetinmek zorunda kalırsın…
Belediye başkanının makbulü bakanlıklarda hatırı sayılır kişilerle, mümkünse de müsteşarlarla iyi ilişkiler kurabilmesidir. Şayet bunu başaramıyorsa en azından bu kişilere ulaşabilen insanlarla iş yapabilmesidir. Yine bir turizm kentinin belediye başkanı kanalizasyon projesi adı altında bakanlıktan kopardığı 1o trilyondan fazla parayı projenin iznini almaya yardımcı olan ancak kirli işleri nedeniyle defalarca hapse girip çıkan müsteşarın kadim dostu ve hemşerisi bir zatla çalışması sayesinde elde ettiğini rahatlıkla belirtebilmekte, fakat söz konusu kanalizasyon projesinin 3 yıldır neden bir türlü başlamadığını açıklayamamaktadır. Ve bu işbirliğinin karşılığında müsteşarlıktaki bürokratlarla söz konusu yardımcının 10 trilyondan hatırı sayılır bir miktarı paylaştığını da açıkça ifade edilebilmektedir. İşte bu bizim ülkemizde bir belediye başkanının övünebileceği bir gelişmedir.
2-3 yıl önce yanan ormanların üzerine tatil köyü açma iznini koparan MNG Holding benzeri gelişmeler hiç de istisna değildir. Eski bir AKP milletvekilinin bir güney kasabasına bağlı bir dağın başında ayda birkaç ay yağan kar nedeniyle kayak merkezi kurmaya karar vermesi ve projeyi bakanlıktan geçirebilmesi büyük bir başarı olarak kamuoyuna yansıtılmış fakat milletvekilinin AKP’den ayrılması üzerine bu proje beklemeye alınmış hatta rakip bir proje olarak aynı bölgede baraj kurulması projesi de bakanlıkça kabul edilmiştir. Burada ters olan mesele şudur: aynı bakanlık önce kayak merkezi için izin vermiş ve bir bütçe belirlemiş ardından da bölgenin havasını ılımanlaştıracak baraj projesi için onay çıkarmıştır. Burada tüm mesele ise siyasi çıkarlar, rant ve dönen rüşvettir. Çünkü sonradan ortaya çıkmaktadır ki kayak merkezi projesi için çaba harcayan milletvekili daha kamuoyuna duyurulmadan bölgede büyük arsalar almış ve otel yapımı için hazırlığa başlamıştı. Fakat yaptığı siyasi hata tüm hedefleri riske atmıştır.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak tüm örnekler aynı yargıya hizmet etmektedir. Bu düzen bozuk bir düzendir. Yağmaya, soyguna dayanmaktadır. Halkımızın ve ülkemizin aleyhinde ellerinden geleni yapmaktadır. B tüccarlara, soygunculara karşı mücadele elbette devrimci gençlerin önemli bir gündemidir.
Bir YDG’li

kolektifin sesi

SORUNLARIMIZIN ÇÖZÜMÜ BİLİMSEL YÖNTEMLERDEDİR

Sınıf mücadelesi içerisinde her dönem, çeşitli sorunlar yaşayacağımız açıktır. Bunların kimisi tabiri caizse “önemsiz sorunlar” olacakken, kimisi de mücadelenin doğasına uygun ve beklenebilir sorunlar olacaktır. Önemsiz görünen sorunların da kendi içerisinde mutlaka bir anlamının olduğunu bilemediğimizde veya “çözemeyeceğimizi” düşündüğümüz sorunlarla karşılaştığımızda karamsarlığa kapılmamamız mümkün değildir.
Sınıf mücadelesi içerisinde karşılaştığımız her sorun, bir çelişkinin farklı ifadesinden başka bir şey değildir. O halde sorunsuz ya da anlaşılır bir deyimle çelişkisiz mücadele beklentisi bilimsel bir beklenti değildir. Önemli olan çelişkileri çözebilme yetisidir. Diyalektik yöntem bize, çözemeyeceğimiz çelişkilerin karşımıza çıkmayacağını öğretir. Bu öğreti, karşılaştığımız her sorunun bir çözüm yöntemi olduğunu anlatmaktadır. Çelişkisiz bir süreç beklemek kadar çelişkilerin çözüm yöntemini bulamamak da bilmeme durumundan kaynaklanır. Bilim, çelişkilerin varlığını anlattığı kadar onların çözüm metotlarını da önümüze serer. O halde bilimsel yöntem ve bilme eylemi, küçümsenecek bir durum değil, bilakis sürekli başvurmamız gereken bir kılavuzdur.
Bilme eylemi, sadece teorik kaynaklarla edinilemez. Teori, daha önceki pratiklerin sentezi olduğuna göre, pratik de bilme eyleminin içerisinde, hiç de azımsanamayacak bir yerde durur. Sürekli kitap okuyan birisinin subjektif olmayacağını zannetmek hatadır. Oysaki olay ve olgulara mümkün olduğunca çok yönlü bakamayan birisinin subjektif olması normaldir ve bu durumun sadece okumakla bir alakası yoktur. Her yönüyle bakabilme yetisi, iyi gözlem ve her görüşü dinleme, değerlendirme yetisidir. Görüldüğü üzere bilimsel yöntem, daha önceki pratiklerin sentezi olan teori kadar, anın hakimiyetini de zorunlu kılar.

“Küçük sorunlarla” uğraşmak...
Yazının ilk paragrafında belirttiğimiz sorunların kıstası, pratikte ortaya çıkan durumun kendisi olduğuna göre, bu sorunları ortaya çıkaran nedenlerin olması da oldukça doğaldır. “Hâlâ neden bu küçük sorunlarla uğraşıyoruz?” yönlü bir serzeniş bu nedenle anlamlı değildir. “Küçük sorunlar”ı ortaya çıkaran nedenleri zamanında göremediğimiz ve müdahale edemediğimiz müddetçe benzeri sorunlarla uğraşılacağı bilimsel bir durumdur. O halde “küçük” görünen sorunlar aslında küçük değil, anın sorunlarıdır ve onlar çözülmeden niteliği değişen çelişkilerle karşılaşmayacağımız açıktır.
Varsayalım ki bir alanda niteliğimiz oranında 50 kişiye hitap ediyoruz. Niteliğimiz gelişmediği sürece bu 50 kişilik çevreyi genişletemeyeceğimiz açıktır. Hatta konuyu karmaşıklaştırarak şöyle ifade edelim, 50 kişiden fazla insana ulaşabiliriz ancak tabiri caizse “başa çıkamayacağımız” için tekrar 50 kişiye hitap etmeye başlarız. Eğer ilk anda örgütlediğimiz 50 kişi içerisinde bir nitelik artışı sağlarsak bu sefer çevremiz daha da genişleyecektir. Bu durumda 100 kişiye ulaştığımızı düşünelim. İlk andaki niteliğimizin artması sayesinde yeni ulaştığımız 100 kişiye hakim olabilmemiz, onların sorunlarıyla ilgilenebilmemiz de mümkün olacaktır. Bu durum, kadro sorunlarında da böyledir. Kadro sorununu çözemeyen bir örgütün kitleselleşmesi (istediği biçimde) mümkün değildir. Kadro sorununu çözemeyen bir örgüt açısından kitleselleşme sorunu bir üst çelişkiyi ifade eder. Eğer örgütün yeterli kadroları yoksa kitlelerden gelen talepleri karşılaması, onlara yetişmesi ve cevap olabilmesi de mümkün olmayacaktır. Burada anlattığımız durum, her çelişki için geçerlidir ve her sorunda olaya böyle bakılması gereklidir. Kitleselleşme çelişkisi, diğer başlıkları bir kenara bırakırsak (doğru politik yönelim vs) kadro sorunuyla ilgiliyse, bu çelişkiyle karşılaşan örgütün, çözümü de kadro yetiştirmede araması gerekecektir. Şu unutulmamalıdır ki burada anlattığımız biçim ve örnekler, tüm yönleriyle irdelenen biçimler değildir. Burada anlatmak istediğimiz esas konu, çelişkilerin çözüm yöntemlerine örnekler verme kaygısından kaynaklanmaktadır. Yoksa kadro sorununun da her şeyden çok kitle çalışması içerisinde çözüleceği bilinen bir gerçektir.

Çözüm için nedenleri öğrenmek...
Sınıf mücadelesinde bilimsel bakış açısı ve değerlendirme yetisi, olmazsa olmaz bir yerde durmaktadır. Tüm sorunlarda onu yaratan nedenleri bilmeden çözüme ulaşabilmek mümkün değildir. Bu nedenle karşılaştığımız sorunlarda mümkün olduğunca çok yönlü düşünmek, çok yönlü bir inceleme içerisinde bulunmak ve dinlemek ve yine dinlemek gerekmektedir. Çözümün, sorunun içerisinde gizli olduğu gerçeği, onu yaratan nedeni bulabilmekle ilgilidir. Olaya sadece görünen yönleriyle bakmak ve onu incelememek, çözüm yöntemini de bulmayı zorlaştırır. Böylesi bir durumda yani yeterince incelemeden çözüm yöntemi üretme girişimi, çözümü rastlantılara bırakmak anlamına gelmektedir. Örneğin yürümeyen birisinin yürümemesinin nedeni yorgunluğundan kaynaklı olabilir ama aynı zamanda sakat olmasından da kaynaklı olabilir ya da sorun, kişinin tembel olmasından da kaynaklanabilir. Dışarıdan bu olgunun nedenini sadece gördüğü ile yorumlayan birisi daha başka belki de onlarca neden arasında aklına yatan ilk nedeni geçerli sayacağı ve büyük ihtimalle de yanılacağı açıktır. Eğer kişi sakatsa çözüm ona araç bulmakken, yorgunsa dinlenmesini beklemek, eğer tembelse de direk kişiye müdahale etmek çözüm olacaktır. Görüldüğü üzere her durumda çözüm farklılaşmaktadır. Elbette ki her durumda çözüm farklılaşmayabilir ancak yine de sorunu yaratan nedeni bulmanın önemi, bu örnekte de açıkça görülmektedir. Sakat olduğu için yürüyemeyen birisine “çalışkan olmak gerektiğini, yürümek gerektiğini” anlatmak anlamsız olduğu kadar, o kişinin kırılmasına, tepkiselleşmesine de neden olacaktır.
Her olayda doğru çözümü bulamamak, çözümü engelleyeceği gibi ek sorunların da ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu durum, örgütsel konularda da geçerlidir. Sorunu tam olarak göremeyen bireyin-kolektifin, yanlış yerlerde çözümü araması ve dolayısıyla örgüt içerisinde de sorunları çözememesi ve hatta yeni sorunların oluşmasına vesile olması hiç karşılaşmadığımız bir durum değildir.
Bilimsel yöntem, sorunları görememenin veya onları olduğundan büyük görmenin yegane panzehiridir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir sorunu zamanında görememek ve müdahale edememek, o sorunun keskinleşmesine, çözümünün “zorlaşmasına” ya da daha istenmeyecek biçimlerde çözümlenmesine neden olacaktır. Örneğin iki yoldaş arasında çeşitli nedenlerle başlayan sorunları görememek ve zamanında müdahale edememek, zamanla o sorunun büyümesine, birikmesine ve aşırı tepkiselleşmelere neden olacaktır. Sorunun ilk andaki çözüm yöntemiyle bu son halindeki çözüm yöntemi de doğal olarak farklılaşacaktır.

Bilimsel yöntem karamsarlığın panzehiridir...
Bunun yanı sıra sorunları olduğundan büyük ya da çözülemez görmek de karamsarlığa, umutsuzluğa neden olacaktır. Nesnel ve bilimsel olmayan her bakış açısı bu nedenle zararlıdır. Örneğin bir alanda sürekliliği sağlanmış kitle çalışmasına rağmen kitleleri örgütleyemiyorsak bizi içten içe saran “kitleler örgütlenmezler” düşüncesi aşırı karamsar ve subjektif bir düşünce olacaktır. Bilimsel yöntem, çelişkiyi doğru çözümlememizi salık verdiğine göre örnekteki alanda da sorunun başka bir yerde aranması gerekmektedir. “Kitleler örgütlenmezler” belirlemesi, sorunu olduğundan büyük görmektir. Bizi, “kitleler sisteme güveniyorlar”, “halkın sistemle keskinleşmiş çelişkileri yok” demeye kadar götürecek bu karamsarlık, çözümü de mücadelenin anlamsızlığına ve gereksizliğine bağlayacaktır (mantıklı olarak). Oysa sürekliliği sağlanmış çalışmaya rağmen yanlış politikalar ve yanlış üsluplar kullanıyorsak kitlelerin örgütlenmemesi doğaldır. Görüleceği üzere kitle ile yaşadığı çelişkide sorunu böyle göremeyen birisinin sorunu çözmek bir yana daha boyutlu bir sorunun oluşmasına neden olacağı (mücadelenin gerekliliğini sorgulamak gibi) açıktır.
Bilimsel düşünmek, ideolojiye hakim olmakla birebir aynı anlama gelmektedir. Yani bilim, dünün olduğu kadar günün ve de yarının da konusudur. Ona her yönüyle hakim olabilme çabası, istisnasız tüm çelişkilerin somut çözüm yöntemlerini de bulabilme yetisini beraberinde getirir. Bilim, ezberlenemeyecek kadar hayata dairdir ve bu nedenle onun asla kalıpları yoktur. Ona sağlamca tutunamayanların onu geliştirme adına çeşitli sapmalara nasıl da ön ayak olduklarının tarihte onlarca örneği bulunmaktadır.
Sınıf mücadelesi, devrimci örgüt gerçekliğiyle ve kitleler olgusuyla anlam ifade eder. Mücadelenin ve kitlelerin çelişkilerini anlamak, dahası sınıf düşmanlarının çelişkilerini irdelemek ve bunu durmaksızın yapmak ve bu çabadan yorulmamak, çözüm yöntemlerinin de doğruluğunu temin eden tek çalışma tarzıdır. Keza bilimsel bakış açısı mücadeleye bağlılığın ve devamlılığın da gıdasıdır. Ağırlıklı olarak duygusal nedenlerle girilen sınıf mücadelesinde onu yaratan nedenleri de çözümleyecek bir çalışma içerisinde olmak gerekmektedir.

Bilim ve gerçekler...
Bilimsel her değerlendirme, gerçeğin reddedilemeyecek kadar açık olduğunu ortaya çıkaracaktır. Sömürü düzeninin haksızlığı, adaletsizliği, artık alışkanlık yaratan katliamlar, haksız gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler karşısında yılgınlığa kapılmak mümkün olduğu gibi bilimsel düşünen birisinin ilk yapacağı şey ise tüm bunlara sistemin neden başvurduğu olacaktır. İşte aynı baskılar karşısında yılgınlık ve direniş eylemlerinin çeşitli biçimlerde ortaya çıkmasını sağlayan şey, sınıf mücadelesinin haklılığına olan bağlılıktır. Tüm baskılar içerisinde mevcut durumun değişmeyeceğini, halkın mücadeleye destek vermeyeceğini düşünen bireyden direniş beklemek hatalıdır. O, kendi sınırında sürdürdüğü direnişi eninde sonunda bitirmekle karşı karşıyadır. Öte yandan kurtuluşun uzak olmadığını ve tüm haksızlıkların kitlelerin örgütlenmesiyle, direnmesiyle biteceğini bilen bireyin “mucizevi” direnişlere imza atması asla şaşırtıcı değildir.
Her gün yaşanan onlarca olayı, halkımızın yaşadığı acıları görmek, onların tek kurtuluş yolunun ne olduğunu da açıkça görmemize yardımcı olacaktır. Emperyalist-kapitalist sistemin her gün attığı adımlar, çelişkiler, sınıf mücadelesinin ünlü ustalarını defalarca kez haklı çıkaran gelişmeler biçiminde yaşanmaktadır. Tüm bunları bilmek ve eyleme dökmek, yapmamız gerekenleri özetlemektedir. Karşılaştığımız her çelişkide ve her sorunda dinlemek, düşünmek, araştırmak ve yaratıcı olmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.

YENİ DEMOKRAT GENÇLİK 4. YAZ ÇALIŞMASINI GERÇEKLEŞTİRDİ!

Emperyalizmin derin krizinin kontrol altına alınması için saldırıların daha pervasız olarak arttırıldığı bir sürecin içinden geçmekteyiz. Ve doğallığında bu saldırılarının birincil hedefi geniş emekçi yığınları ve dolayısıyla geleceği yaratacak olan gençlerdir. Bizler genç devrimciler olarak bunun bilincinde olduğumuz için yaz dönemini tatille doldurmak yerine örgütümüz YDG’nin kolektif şekilde örgütlediği 1 aylık bir yaz çalışmasıyla dolu dolu geçirmenin mutluluğunu yaşadık.
4–30 Ağustos tarihleri arasında Yeni Demokrat Gençlik olarak, Mersin’de merkezi bir “Yaz Çalışması” örgütledik. Ancak birçok alandan beklediğimiz katılımın olmaması belirli sıkıntıların yaşanmasına sebep oldu. Bunun etkilerini tüm çalışma boyunca hissederken çalışmanın ilk günlerini daha yakıcı bir şekilde etkiledi. Örneğin çalışmanın ilk günlerine kendiliğindenci bir hava hakimdi. Bir sonraki gün hangi çalışma konusunu alacağımızı uzun uzun tartışıyor ama bir sonraki gün eğitim çalışması yapıldığında aynı uzunlukta bir tartışma yürütemiyorduk. Bunun esas nedeni konuyu sunacak arkadaşın tek gece çalışma imkânı bulması ve diğerlerinin de konu hakkında ön hazırlık yapmamasıydı. Verimsiz geçen bir eğitim çalışmasının ardından hangi mahallede dağıtım yapmaya gideceğimizi tartışıp o mahalleye isteksiz bir biçimde dağıtıma çıkıyorduk.
Fakat birkaç gün sonra bu olumsuz durumdan ders çıkartarak müdahalede bulunduk ve tüm çalışma konularını elimize alıp hangisinin hangi gün ve kim tarafından verileceğini önceden belirledik. Aynı zamanda işlerin daha düzenli ilerlemesi için ajitasyon-propaganda, yayın ve iaşe komisyonları oluşturduk.
Çalışmanın ilk günü Mersin’de faaliyet yürüteceğimiz bölgeler hakkında genel bir sohbet yaptık. Bu mahalleler Kürt halkının yoğunlukta olduğu, feodal bağların kuvvetli olduğu mahallelerdi. Bunun için oralara gittiğimizde nasıl giyinmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini konuştuk. Kürtçe bilmeyen arkadaşların zorluk yaşayabileceğini öğrendik. İnsanların genel olarak ulusal harekete ilgi duyduğunu göz önüne alarak politik çalışmalarımızı planladık. Kendi içimizde “ulusal sorunu” nasıl ele aldığımızı daha da netleştirmek için bir gün sonrasına eğitim çalışması olarak Partizan dergisinin son sayısında çıkan “ulusal hareketlerin politik niteliği sorunu” makalesini aldık. Konuyu anlatan arkadaş bizim yaklaşımımızı özetledi. Bu bağlamda “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının” önemini vurguladı. Ayrıca sınıf savaşında da hangi ulustan olduğuna bakılmaksızın ezilen tüm insanların birlikte mücadele etmesinin gerekliliğini anlattı. Sınıfsal mücadele ile ulusal mücadeleyi iç içe ve doğru şekilde ele almanın üzerinde durduk.

Kitle Çalışmalarımız
Bu seneki yaz çalışması bizim için önemliydi ve daha farklıydı. Daha önceki yıllarda yapılan 3 köy çalışmasından farklı olarak bu seneki yaz çalışmamızda “kitle çalışmasına” yoğunlaştık. Önceki yıllarda üretim çalışması esası oluşturmakta, kitle çalışması daha arka planda kalmaktaydı. Bu sene daha farklı bir yöntemle yaz çalışmasına başladık.
Yoksulluğun, sefaletin arttığı, halk karşıtı uygulamaların yoğunlaştığı, krizin derinleştiği bu dönemde kitle çalışmasındaki sıkıntıları belirlemek ve aşmak, daha aktif, daha inisiyatifli ve daha kolektif bir çalışma tarzını hakim kılmak için kitle çalışmasının ağırlık kazandığı bir çalışmayı önümüze koyduk. Öğrenci gençlikten yoldaşların ağırlıkta olduğu örgütsel yapımızdan kaynaklı, yoksul halkımızı daha yakından tanımak, halktan öğrenmek ve politikalarımızı taşımak için bu çalışmaya önem verdik.
Bizler tarihi yazanın kitleler olduğunun bilincindeyiz. İnsanın insan tarafından ilk olarak esaret altına alınmaya başladığı günden bugüne kadar baktığımızda kitlelerin neler başardıklarını ve kendilerinde olan o gücün açığa çıkarılıp doğru bir şekilde yönlendirildiği zaman önüne set çekilemeyen bir sel haline nasıl dönüştüğünü biliyoruz. İşte kitle çalışmasına yoğunlaşmamızın nedeni tam da bu noktada önem kazanıyordu, kitleleri dinleyip onların öğrencisi olup onlardan öğrenmek ve sonrasında tekrar onlara gidip öğrendiklerimizi onlarla paylaşmak; kitle çalışmasını öğrenmek.
Her gün eğitim çalışmasından sonra mahallelere dağıtıma gidiyorduk, ilk zamanlar salt dağıtım şeklinde giden çalışmamızdan kendimiz rahatsız olup bu rahatsızlığımızı dile getirdik. Yaptığımız tartışmalar sonrasında insanlarla oturup sohbet etmenin, onların dertlerini dinlemenin ve ortak rahatsızlıkları üzerinden tekrar onlara gitmenin gerekliliği üzerinde netleştik. Ortak bir ajitasyon dili oluşturup onları sorunları etrafında nasıl bir araya getirebileceğimizi konuştuk.
Dağıtıma çıktığımız iki mahalle vardı: Çilek ve Demirtaş Mahalleleri. Demirtaş Mahallesinde gazetemizi iyi denebilecek oranda dağıtıyorduk ve gazetenin parasını alabiliyorduk; Çilek Mahallesinde ise insanların çoğuna gazeteyi ücretsiz bırakıyorduk fakat bu mahalle daha duyarlıydı ve yakıcılığını hissettikleri bir sorunları vardı: kentsel dönüşüm kapsamında yıkım tehdidi duruyordu karşılarında. Biz de gücümüz oranında faaliyet yürütürsek daha yararlı sonuçlar alabileceğimizi düşünerek kitle çalışmasında Çilek Mahallesi ve genel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için maddi kazanç noktasında her iki mahalleye de yoğunlaşma kararı aldık. Bu nedenle Çilek Mahallesinde anahtarını bize bırakıp kendileri mevsimlik işçi olarak fındık toplamaya giden bir ailenin evine taşındık.
Mahalleye ilk girdiğimizde çocukların “öğretmenler geldi”, “gazeteciler geldi” diyerek arkamızdan koşmaları bizi mutlu etmişti. “Öğretmenler geldi” diye bağırmalarının nedeni; Mersin’deki arkadaşların okuma-yazma bilmeyen kadınlara okuma-yazma öğretmeleri ve mahallenin çocuklarına kitaplar verip onların okuma alışkanlığı kazanmaları için yardımcı olmalarıydı.
Çilek Mahallesinde gazetemizi alıp almamalarına bakmaksızın insanlara yıkımlarla ilgili ne düşündüklerini sorduk. Bu bağlamda insanların çoğu evlerini yıktırmak istemediklerini, bunun için örgütlü bir mücadele gerektiğini fakat mahalle sakinlerinin örgütlü bir duruş sergileyemeyeceğini düşündüklerini söyledi, bir kısmı ise yapılacak bir şey olmadığını, herhangi bir mücadelenin başarı getirmeyeceğini söyledi. Biz de onlara İzmir ve Ankara örneklerini vererek aslında omuz omuza örgütlü bir duruş sergilendiği zaman neler başarılabileceğini anlatmaya çalıştık.
Bir de mahallede doğalgaz için geldiğini söyleyerek evlerin fotoğraflarını çekip, ölçülerini alan, bahçedeki ağaçları bile sayan bir ekip dolaşıyordu. Biz de bunu bir ajitasyon malzemesi olarak kullanıp, Mersin’in en lüks yerlerinde bile doğalgaz yokken böyle bir mahalleye doğalgaz getirmelerinin imkansız olduğunu söyledik ve bu işin içinde başka şeylerin olduğunu anlatmaya çalıştık ve bu noktada başarılı da olduğumuzu düşünüyorum.
Mahalledeki çoğu aile bizi çok sıcak karşıladı. Bazı anaların bizi gördükleri zamanki coşkusu bize de yansıyordu. Hatta öyle ki isteksiz bir şekilde çıktığımız birçok dağıtımda bizi motive eden onların konuşmaları, coşkuları ve davranışlarıydı. Tüm yoksulluklarına rağmen bizlere yardım edebilmek için her şeylerini koyuyorlardı ortaya, birçok aile bize erzak yardımında bile bulundu.
İki kere de pazara çıkıp sesli ajitasyonda bulunduk ve gazete-dergi dağıtımı yaptık. Bu, insanların gerçekten çok ilgisini çekmişti. Her ne kadar daha öncesinde konuşmadan anlık ve yeterince örgütlü olmadan pazara çıkma kararı olumsuzluk olsa da kitlenin dikkatini çekme noktasında bizim için bir olumluluktu.

Eğitim Çalışmalarımız
“Politik-örgütsel olarak seviyemizi yükseltelim” ve “politikleşmede okumanın önemi”: Eğitim çalışmasında dünyayı kendi pratiklerimizden ve dolaylı olarak başkalarının pratiklerinden öğrendiğimizi, dolaylı öğrenmeyi kitap, dergi, deneyim aktarımı vb. şeylerle gerçekleştirdiğimizi ele aldık. Sonrasında “başkalarının deneyimlerinden yararlanmak bizim için neden önemlidir?” sorusuna cevap olarak; bizim yaşadığımız olayların benzerlerini daha önce başkalarının bazı özgünlükler dışında yaşadığını, önemli olanın onların tecrübelerinden dersler çıkarmak ve aynı hatalara tekrar düşmemek olduğunu ve bizim amacımıza daha çabuk ulaşmamızın yolunun geçmişi bilmekten geçtiğini söyledik.
Daha sonra teorinin bize kattığı birikimin pratik kadar yeterli olmadığını, teorik bilgi birikimimizle olaylara daha iyi yön verebileceğimizi, yanlış anlayışlarımızı araştırma-inceleme yoluyla değiştirebileceğimizi ve pratik olarak başarıya ulaşabileceğimizi anlattık.
Politikanın amacının bir değişimi, ilerlemeyi ya da kendi karşıtına direnmeyi içeren bir eylemsellik yaratmak olduğunu, politika ve örgütlülüğün birbirinden kopmaz bağlarla bağlı olduğunu vurguladık.
“Yeni demokrasi kültürü”: Eğitim çalışmasında yeni demokrasi kültürünün ne olduğu üzerine tartışma yürüttük. Bu bağlamda egemen sistemin bize dayattıklarını reddedip, devrimci bir yaşam sürmenin, eleştiri-özeleştiri mekanizmasını oturtmanın tam da bu kültür hizmet ettiğini söyledik.
“Müdahalecilik ve kolektivizm”: Eğitim çalışmasında sürece müdahale edemeyen, yoldaşlarını harekete geçiremeyen bir tarzın kolektif çalışma tarzını baltalayacağını, hedefimizin kendimizin ve birlikte mücadele ettiğimiz YDG’lilerin örgütlülük düzeyini yükseltmek olduğunu ve buna paralel olarak da halk kitlelerini örgütlemek olduğunu vurguladık. Çalışmamızı komisyonlar gibi kolektif mekanizmalar kurarak örgütleyebileceğimizi ve komisyondaki her yoldaşın fikirlerinin alınması gerektiği üzerinde durduk.
Kendisini ve yoldaşlarını örgütleyemeyen, bunun için çaba sarf etmeyen bir yoldaşın kitleleri örgütlemesinin mümkün olamayacağını söyleyerek işleri ortaklaştırarak yapmanın, geride kalan yoldaşları pratik faaliyete katmanın, işbölümü yapmanın önemini vurguladık.
“Yoldaşlık bilincimiz ve ilişkilerimiz üzerine”: Eğitim çalışmasında “ben” olmaktan çıkıp “biz” olgusuna ulaşabildiğimiz oranda yoldaşlık bilincine ulaşabileceğimizin üzerinde durduk. Her bir yoldaşın hatasının tüm örgütün hatası, aynı zamanda başarılarının da tüm örgütün başarısı olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurguladık. Kişileri tartışmaktan ziyade kişilerin yaşadığı maddi zemini tartışmanın gerekli olduğunu ve yoldaşlık bilincinin ideolojik-politik-örgütsel bilinçle doğru orantılı olarak gelişeceğini söyledik. Aynı zamanda kendi davranışlarımızı ve yoldaşlarımızla olan ilişkilerimizi sorgulayıp nasıl olması gerektiğini tartıştık.
“Statükoculuk ve alışkanlıklarımız üzerine”: Eğitim çalışmasında ilk olarak statükonun tanımını yaptık. Statükonun var olanı koruma, onunla yetinme isteği ve yeniyi yaratamamanın ta kendisi olduğu üzerinde netleştik. Aynı zamanda bunun kendine güven problemini de içinde taşıdığını, yeniye açık olmama, politik gerilik, tembellik, sorgulamama, eleştiriye kapalılık, kitlelere kapalılık vb. zaaflarda statükocu anlayışın önemli bir etkisinin olduğunu tartıştık.
Yaptığımız yanlışları kabul ederek, sorumluluk alarak ve yeniye açık olarak statükoculuğu kırabileceğimizin vurgusunu yaptık. Aynı zamanda aracı amaç haline dönüştürdüğümüzde de statükoculuğa düşeceğimizi, amacı iyi kavrayarak ve buna göre politik bir hat izleyerek statükoculuğa düşmeyeceğimizi söyledik.
“Eleştiri-özeleştiri üzerine”: Eğitim çalışmasında eleştirinin üslubundan ziyade içeriğine bakmamız gerektiğini vurguladık. Aynı zamanda eleştirilere açık olmak gerektiğini, çünkü yapılacak en geri eleştiride bile alabileceğimiz önemli kısımların olabileceğini, yapılan eleştirilerin çoğunun bizim iyiliğimiz, hatalarımızı tekrarlamamamız için yapıldığının bilincinde olmamız gerektiğini ele aldık.
Verdiğimiz özeleştirilerde de liberal bir çizgi izlemememiz ve hatalarımızı değiştirebileceğimiz bir tarzda vermemiz gerektiğini, fakat asıl önemli olanın sadece söylemde kalmasına izin vermemek olduğunu ve verdiğimiz özeleştirileri bundan sonraki pratik faaliyetimize yansıtmak gerektiğini söyledik.
“Tasfiyecilik üzerine”: Eğitim çalışmasında Partizan’ın son iki sayında çıkan makalelerden yararlandık. İlk olarak tasfiyeciliğin tanımını yaptık. Tasfiyeciliğin bir şeyin içini boşaltma, özünden kopma olduğunu söyledik.
“Gönüllü bir iş yapıyoruz-devrimci fedakârdır”: Eğitim çalışmalarında örgütlülüğümüzün yaşadığı yer, para vb. sorunların kitlelerle bağımızın kopuk olmasından bağımsız olmadığını, politik yetersizliğin, halk yığınlarına ve örgüte güvensizliğin devrimciliği özümsememekten kaynaklandığını söyledik. “Mücadelede yaptığımız fedakârlıktan anladığımız nedir? Örgüt kimin için var? Devrimci fedakâr mıdır/fedakâr olmak zorunda mıdır? Ya da fedakârlık kıstasları nelerdir?” sorularına yanıtlar bulmaya çalıştık.
İlk olarak kendimiz için ve dolayısıyla da halk için bir şeyler yaptığımızı söylüyorsak, halk adına karar vermenin ve onları küçük görüp onlara tepeden bakmanın yanlışlığı üzerinde konuştuk. Ne iş yaptığımızdan ziyade işin neye hizmet ettiğini kavramamızın gerekliliğini, dolayısıyla da yapacağımız en ufak bir işi bile küçümsemememiz gerektiğini konuştuk.
“Ajitasyon-propaganda üzerine”: Eğitim çalışmasında ajitasyon ve propagandanın tanımlarını yapıp aralarındaki farkları ortaya koyduk. Bu bağlamda ajitasyonun genel bilgiler içerdiğini yani olayların can alıcı noktalarını yakalayıp anlatmak olduğunu; propagandanın ise daha çok sistemli bilgiler içerdiğini ve örgütlemeye dönük olduğunu söyledik.
“Kitle örgütlerinde çalışmaya ilişkin, kitleleri anlamak ve değiştirmek, örgüt kimin için var”: Bu eğitim çalışmasını 2 güne yayarak işledik. Bu bağlamda kitle örgütlerinin halk kitlelerinin ve özellikle işçi sınıfının, sömürücü sınıflara karşı mücadelesi sürecinde yaratılan öz direniş odakları olduğunu, bu nedenle DKÖ’lerin birleştirmeyi amaçladıkları çalışma alanındaki emekçi yığınların mümkün olan en geniş kesimini kucaklamaya çalışmasını gerektiğini belirttik. DKÖ’lerin kitleleri örgütlü mücadeleye sevk ederek çalışma ve sosyal yaşam şartlarında olumlu yönde değişiklikleri yaratmayı ve demokratik haklar kazanmayı amaçlaması gerektiğini söyledik.
Kitle örgütlerinde çalışmaya ilişkin olarak da, partinin doğrudan siyasi iktidar mücadelesi yürüten ve buna bağlı olarak örgütlenen bir araç; kitle örgütlerinin de devrim ve iktidar mücadelesine doğrudan değil, dolaylı yoldan hizmet eden araçlar olduğunu, dolayısıyla ikisinin çalışma koşullarının farklı olduğunu vurguladık. Başta ilerici saflarda olan kitle örgütleri olmak üzere, düşman olarak nitelendirdiğimiz örgütler dışındaki tüm kitle örgütlerinde çalışmaya önem vermemiz gerektiğini vurguladık.
“Siyasete ilgi üzerine”: Eğitim çalışmasında siyaset sözcüğünün anlamının yurt işlerini yürütmek için yöneticilerin tuttukları yol veya çıkar sağlamak için başkalarına karşı tutulan davranış tarzı olduğunu söyleyip örnekler verdik. Mesela; 8 saatlik işgünü talebi, işçi sınıfının talebidir, tek tek işyerlerinde patronların kabul etmesi ekonomik bir kazanımken, bunun yasal bir hak halini almasının siyasi bir kazanım olduğunu söyledik. Ayrıca bizler dünyayı değiştirip-dönüştürmeyi amaçlıyorsak eğer, dünyada neler olup bittiğine ilgisiz kalmamamız ve koşullarımız oranında müdahale etmemiz gerektiğini söyledik.
“Faşizm üzerine”: Eğitim çalışmasında faşizmin tanımını, Komünist Enternasyonal’in 13.oturumunda belirtildiği gibi “finans kapitalin en gerici, en bağnaz, en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğüdür” olarak yaptık. Aynı zamanda egemenlerin kriz içindeki yönetimlerini kurtarmak, sömürgeciliklerini devam ettirebilmek, emperyalist paylaşımı yeniden gerçekleştirerek pazar paylarını artırmak ve hepsinden önemlisi de ülke içindeki devrim mücadelesini yok etmek ve artık yönetemez durumda oldukları ülkeyi yeniden yönetebilir bir potaya aktarmak için “faşizme” ihtiyaç duyduklarını söyledik.
Ayrıca faşizmin bir tercih meselesi olmadığını; sosyal, ekonomik, siyasi koşulların dayatması sonucu ortaya çıkan bir yönetim biçimi olduğunu vurguladık. Yarı-feodal yarı-sömürge ülkemizde faşizmin özgünlüğü üzerinde durduk.
“Kadın sorunu”: Eğitim çalışmamızda sınıf mücadelesinde kadının yerinden, kadına dayatılan güzellik anlayışından ve devrimlerde kadının rolünden bahsettik.
Önceden belirlemiş olduğumuz “YDG-Partizan ilişkisi”, “Demokrasiyi doğru kavramak”, “Önce kendi duvarını yık” ve “Liseli gençlik çalışması üzerine” eğitim çalışmalarını daha olumlu koşullar yaratamadığımızdan kaynaklı alamadık.

Günlük programımız
Çalışmanın ilk günlerinde sabahları 8’de kalkıp kahvaltımızı edip 10’da büroda toplanıyorduk. İlk olarak bir önceki günkü kitle çalışmasının değerlendirmesini yapıyor ve 14’e kadar eğitim çalışması konumuzu alıp tartışmamızı yürütüyorduk. 15’te de o gün gideceğimiz mahalleye gidip 19’a kadar gazete-dergi dağıtımı ve kitle çalışması yapıyorduk. Akşamları herkes kaldığı eve gidince de akşam yemeğini yiyip 11’e kadar serbest çalışma yapıp 12’de yatıyorduk.
Çalışmanın ilerleyen zamanlarından itibaren mahalledeki eve taşınınca hep beraber yaşama fırsatı bulduk. Yine 8’de kalkıyor, kahvaltımızı yapıp 10’a kadar serbest çalışma yapıyorduk. 10’da evde kalmayan yoldaşlar da geliyor ve yine bir önceki günkü kitle çalışmasını değerlendirip o günkü eğitim çalışmasına geçiyorduk. 12’de öğle yemeğimizi yiyip 16’ya kadar eğitim çalışmasına ve tartışmalarımıza devam ediyorduk. Tartışmamızın erken bittiği zamanlarda kendi içimizde oyunlar oynuyorduk. Saat 16 olunca da kitle çalışmasına çıkıp 20’ye kadar devam ediyorduk.
Bazı akşamlar mahalledeki düğünlere davet ediliyorduk. Gittiğimiz düğünlerde insanlarla birlikte halaylar çekiyor ve fırsat bulduğumuz oranda da onlarla sohbet etmeye çalışıyorduk. Aynı zamanda düğün evi bizi evlerine çağırıp bize yemek veriyorlardı.
Bazı akşamlar mahalledeki ailelere gidiyorduk veya onlar bize geliyordu. Gece yarılarına kadar sohbet ediyor sonra da bağlama çalıp türküler söylüyorduk. Bazı geceler de kendi içimizde tartışmalar yürütüyorduk, pratiğimizdeki yanlışlıklar ve eksikliklerle ilgili olarak.

Bazı izlenimler
Çalışma sırasında maddi kazanç sağlayabileceğimiz bir iş bulamamamız biraz canımızı sıkmıştı. Daha öncesinde bölgedeki arkadaşlarımız çalışılacak tarla için araştırma yapsalar da bölgede iş olmadığı için vazgeçmek zorunda kaldık. Aslında önümüzde birkaç iş vardı: çöp toplama, broşür dağıtma, anket yapma gibi. Ancak aldığımız bazı işlerin şartlarının fazla olması ve maddi katkısının az olması gazete dağıtımına daha fazla zaman ayırma kararı almamıza sebep oldu.
Aslında olumsuzluğun kaynağı tam olarak da özgüven sorunuydu. Kitle çalışması sırasında gözlemlenebilen isteksizliğin altında da bunun etkisi vardı. Yaptığımız tartışmalarda da bunun esas nedenini kendimize olan güven eksikliği olarak koyduk.
Bu çalışma sırasında bazı konularda olumlu adımlar da attık. Mesela kolektif yaşama bilincimizi biraz daha oturttuk, evde kalırken kadın-erkek ayrımı yapmaksızın herkesin bir gün nöbetçi olmasını sağladık. Nöbetçinin görevi de o günün yemeklerini hazırlamak, çayları yapmak ve bulaşığını yıkamaktı. Aynı zamanda elimizdeki paraları bir elde toplayarak ortak ihtiyaçlarımızı karşılamak gibi bir uygulamaya gittik. Çalışmanın sonlarına doğru bir değerlendirme toplantısı ve eleştiri-özeleştiri toplantısı aldık. Bunlar da bizim için önemliydi. Çünkü kendi gerçekliğimize gerçekten de objektif bir gözle bakabilmiş ve kendi hatalarımızı, eksikliklerimizi dillendirmekten çekinmemiştik.
Çalışma boyunca yaşadığımız komik şeyler de vardı. Çilek’teki eve taşındığımızda hamam böcekleriyle giriştiğimiz kavgada veterinerlikte okuyan bir yoldaşımızın böceğin üstüne terlik atması sonucu böceğin bacağının kırıldığı tespitini yapması ve veterinerlerin görevinin hayvanları iyileştirmek olurken bu yoldaşımızın öldürme eğilimi bizi neşelendiren şeylerdi. Yine aynı yoldaşımızın gece yatağından kalkıp yanındakini “kalk kirve kalk, tarla teli lazım bize, yoldaşlara yollayacağım, satıp para kazanacaklar” demesi ve aradan bir dakika bile geçmeden gerçekten uyandığında dediği hiç bir şeyi hatırlamaması yaşadığımız komik bir olaydı.
Çalışmanın ikinci gününde İstanbul’dan giden iki kişinin “evde unutulması”, büroyu tek başlarına bulmaya çalışmaları ve neden unutulduk sorusuna da “özgüven kazanmanız için” cevabının verilmesi bir diğer komik olay olarak hafızalarımızda kaldı.
Yine bir yoldaşın da her gün 13.00 sıralarında eğitim çalışmasını bölüp “alakasız bir şey soracağım ama öğle yemeğinde ne yiyeceğiz?” diye sorması ve yemek hazırlandığında da çok konuşmaktan pek yiyemediği için sofradan hep en son kalkması ve “neden hep en son ben kalıyorum?” diye sorması bizim için komik anılardan sadece bir kaçıydı.
İstanbul ve Erzincan’dan gelen birer yoldaş zaten çalışmanın ortasında gitmişti. Diğer bölgelerden gelen yoldaşların da dönmesiyle çalışmayı bitirdik. Böyle bir çalışmayı ilk kez denediğimiz için içinde bazı eksiklikleri barındırsa da hem kişiler için hem de örgütlülük için iyi bir deneyim oldu.
İstanbul’dan bir YDG’li

haluk zorusevmez

BEN YDGLİ’NİN DANİSKA’SIYIM

Pekin Olimpiyatları’nın Ardından

Merhaba sevgili YDG’liler.
Bu ay okullar açılıyor ve yine yorucu bir dönem başlıyor. Yaz süreci belirli bir durağanlığın damgasını vurduğu bir süreç olsa da bu sene oldukça anlamlı organizasyonlara da tanıklık etti. İşte Pekin Olimpiyatları, 2008’in en sıcak aylarında gerçekleşti hatta havalar o kadar sıcak oldu ki bu sene ünlü futbolcu Maradona, bu sıcakta maç yapılmasının zorluğu üzerine bazı demeçler verdi basına. İşte zaten ne olduysa bu sıcaklar yüzünden oldu ve ülkemiz, büyük bir hevesle gittiği Pekin’den umduğunu bulamadan döndü.
Efendim, geçtiğimiz haftalarda sevgili Hasan Celal Güzel, kadim dostum, bu konuda bir yazı yazdı gazetede. Hayır, biraz kendisine kızmadım değil, olimpiyatların son günlerinde, eski arkadaşlardan kim kaldı diyerek kendisini aradım ve dertleşmek istedim. Dedim ki “Hasan, bu spor olayı bence önemli, bu konu ülkemizin namusudur, gururudur. Olimpiyatlardaki başarı, hepimizin başarısı, başarısızlıklar da hepimizin başarısızlıkları oluyor. Sen bilirsin beni, hükümetin sıkı bir taraftarıyım ama spora yeterince önem verilmediğini düşünüyorum. Şu Türkiye’nin Pekin başarısızlığını da içime sindiremiyorum. İşte böyle çok canım sıkıldı seninle dertleşeyim diye aradım” dedim, kendisi de bana, “yahu Halukçuğum ben hiç o açıdan düşünmemiştim vallahi çok haklısın” demişti.
Sonra bir baktım o pazar günü Hasan kendi köşesinde bu konuyu işlemiş. Hatta bakın alıntı yapayım siz de görün, “Efendim, biliyorum, ‘Bunun milliyetçilikle ne alâkası var?’ diye itiraz edenler olacaktır. Hatta bazıları da büyük bir pişkinlikle, ‘Canım, ne var bunda bu kadar üzülecek? Top yuvarlaktır, gelecek sefer de biz kazanırız’ diyeceklerdir.Lâkin kazın ayağı öyle değil... Daha önce de yazdığım gibi, olimpiyatlar ve milletlerarası spor müsabakaları, aynı zamanda siyasî bir rekabeti aksettirir. Bu müsabakalarda sadece sporcular değil, milletler, ülkeler ve devletler de yarışırlar.”, “Türk sporcuları, yalnız Türkiye’nin değil, 250 milyonluk Türk Dünyası’nın ve 1,5 milyarlık İslâm Camiası’nın da gururu olmalıdırlar. Haydi, bunlar geri dursun desek de, 75 milyonluk Türkiye’nin dünya olimpiyatlarında birkaç madalya ile temsil edilmesi kabul edilemez.” Ben Hasan’la geçmişten beri arkadaşım, onunla bazı fikir ayrılıklarımız da yok değil, o kendisini milliyetçi muhafazakar olarak tanımlıyor, ben de sizlerin de bildiği gibi ulusalcı, muhafazakar, devrimci, orta yolcu bir sosyalistim. Ancak bu fikir ayrılıklarımıza rağmen dostluğumuz hiç gölgelenmedi bugüne kadar. Şimdi biraz kırılmadım değil, tabii ki de Hasan kendi köşesinde benim düşüncelerimi yazabilir, ben bundan gurur da duyarım ama bir not düşüp de “Haluk Abimin katkılarıyla yazdım” falan deseydi fena mı olurdu? Çok uzatmayacağım efendim bu kırgınlık meselesini.
Hasan yazısında, bu olimpiyat meselesi önemli, devletler buna çok önem veriyor ve bakın fazla madalya alan ülkeler hep büyük devletler (Düvel-i Muazzama) demiş. Gayet haklı bu tespitinde efendim, Türkiye’nin olimpiyatlardaki sıralaması bildiğiniz gibi 31. Bakın Türkiye’nin üzerinde hangi devletler var: Güney Kore 3., Gürcistan 10., Çek Cumhuriyeti 11., Romanya 16., Slovakya 17., Zimbabwe 23. diye gidiyor. İşte bu ülkeler, 2008 Pekin Olimpiyatları sonuçlarına göre dünyanın yeni büyük devletleri arasına girmişlerdir. Hasan ile ben bu konuda böyle düşünüyoruz efendim.
Bunların yanı sıra anlayamadığım bazı şeyler var, mesela güreşte ve halterde istediğimiz başarıyı elde edemedik, onu biliyoruz ama diğer ata sporlarımızda adımız dahi geçmedi sanki. Ata sporlarımız olan cirit, tavla, okçuluk, (geleneklerimizden ötürü) ata binme, yakar top müsabakalarında madalya alamadık mı yahu biz? Ben bugün yarın Sayın Bakanlarımızı arayıp bu konuyu soracağım.
Bir de bu koşu meselesine kafam çok takıldı. Elvan adlı kızımız, bildiğiniz gibi madalya getirdi ama biz koşu sporuna uygun bir millet değiliz ki? Koşuyla en yakın ilgimiz, çocukken oynadığımız “yakalamacılık” oyunlarıydı. Onlarla da madalya alacak kadar idmanımız olduğu söylenemez. Biz Türkler bacakları kısa ve hep at üstünde yetişmiş bir milletiz. Binicilikte adımız bile yokken koşuda madalya almamıza çok şaşırdım efendim. Mesela karatede aldığımız madalya hakkımız. Hepimiz Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu, Kara Murat filmleri sayesinde karateye nasıl meyilli olduğumuzu biliyoruz. Bu nedenle alınan gümüş madalyaya şaşırmak bir yana beğenmedim bile. Bizler Malkoçoğlu, Kara Murat, Tarkan ve Kurt ardılı bir millet olduğumuza göre karatede de altın madalya almamız gerekiyordu. Zamanında içlerine büyük korkular saldığımız ve uzaydan görünen tek insan varlığı olan Çin Seddi’ni yaptırdığımız Çinlilerin olimpiyat birincisi olduğunu hatırladıkça içim içimi yiyor efendim.
Neyse gençler, yazımı bitirmeden önce medyada büyük olay yaratan Sayın Başbakanımızın “Ben çevrecinin Daniska’sıyım” lafına değinmek istiyorum. Baktım gazetelerde Sayın Daniska’nın ismi yanlış yazılmış, öncelikle medya organlarını bu nedenle eleştirmek istiyorum. Daniska, özel isim olduğuna göre Daniska’dan sonra kesme işareti koymak zorundalar efendim. Eskiden böyle miydi? Güzel Türkçemize önem verilirdi, yanlış göremezdiniz efendim medya organlarında.
Şimdi bilmeyenler için açıklayayım; Daniskas, 1765 ile 1820 yılları arasında yaşamış ve maalesef genç yaşta hakkın rahmetine kavuşmuş çok ünlü bir Alman profesördür. Kendi alanında ordinaryüs olan Mr. Daniskas, başarıları sonucunda kalıplaşmıştır ve zamanla bir işin profesörü demenin kısası olan “Daniska’sıyım” lafzı kullanılır olmuştur. Mr. Daniskas’ın isminin sonundaki “s” harfi ise ünsüz önemsizliği sonucu göz ardı edilmiştir. İşte Sayın Başbakanımız, kendisine gelen eleştirilere cevaben, bırakın siz o işleri, ben bu işin profesörü sayılırım anlamında “ben çevrecinin Daniska’sıyım” demiştir. Hemen bazıları ertesi günlerde yaşanan bir iki olayı hatırlatarak Başbakanımızın bu lafzı ile dalga geçmişlerdir. Sinop’ta sözde çevreci özde ise amaçları belli olmayan ecnebi grubun, çıplak denize girmeleri nedeniyle kovulmaları ve Sayın Enerji Bakanımızın Nükleer Enerji Ön Bilgi Toplantısı düzenlemesi bu lafız ile birleştirilmiş ve adeta gazetelerden hükümete nanik yapılmıştır.
Ne alaka efendim, nükleer enerji ile çevrenin ne alakası var? Bizim ülkemizde rüzgâr yok, güneş yok, akarsu yok. Hayır, akarsu var ama ona da baraj yaptırmıyorlar. Yok, Hasankeyf sular altında kalacakmış, bırakın Hasan keyfine baksınmış, Fırtına Vadisiymiş, Munzurmuş, her seferinde nerede bir enerji planı, orada protesto. Nerede hükümet bir baraj yapacak olsa, nükleer santral ihalesi açacak olsa kıyamet kopuyor. Ama evlerinde otururken elektrikleri kesilse başlıyorlar hükümete veriştirmeye.
Efendim bu insanlar bizim iyiliğimizi istiyorlar. Başka enerji kaynakları olsa nükleer santral yapılmaz tabii ki yine başka alternatif olsa Hasan’ın keyfiyle kimse uğraşmaz efendim. Bilmeden kınamak kolay.
Evet, sevgili gençler, daha da yazacaklarım vardı ama bana ayrılan yeri fazlasıyla işgal ettiğim için yazımı burada noktalamam gerekiyor. Yoksa Sayın Başbakanımızdan esinlenerek ben de “YDG’nin Daniska’sıyım” adlı derlememi sizlerle paylaşmak istiyordum. Artık başka sefere. Hepinizin gözlerinden öperim.