İlanı önceden malum olan rektör atamaları klasik bir Cumhurbaşkanı-YÖK paslaşması sonrası olağan haliyle gerçekleşti. YÖK Başkanlığı ile başlayan kadro değişikliğinin bir devamı niteliğinde olan bu süreç rektör atamalarıyla bir adım daha ilerleyerek boyutlanmış oldu.
Tozu dumana katanlarla, mutlu ve mesut olanlar arasındaki rollerin yer değiştiği bir seçim, daha doğrusu "seçme" dönemi geride kalmış oldu. Her seçim sonrası demokrasi, özgürlük, bilim gibi evrensel değerler üzerinden atanmamasını eleştiren rektör adaylarının bir kısmı (özellikle bürokratik kemalist kadro) geçen senelerdeki rollerini "can düşmanlarıyla" değiş tokuş ediveriyorlardı. On yıllardır hukuksuzluk üzerine kurulmuş YÖK sistemi üzerinden "hak" iddia etme gafletinde dahi bulunabiliyorlardı. Yani bu sefer kardeş çocuklarından olan Ahmet değil Mehmet mızıkçılık yapıyordu. Tek fark bu.
Rektörlük koltuğuna oturamayanların, veryansın edenlerin bugüne kadar üzerlerinde eğreti duran demokrasinin "d" sine haiz olamayan tutumları bu konuda daha da gün yüzüne çıkmış oluyordu. Ardımıza baktığımızda ise görüntünün "demokrasicilik oyunu" olduğu, bu her iki kliğin karşılaştıkları tüm çıkar mevzilerinde bu oyunun tekrar takrar oynandığına bir kez daha şahit olduk.
Eski rektörlerin son salvosu da kendilerine yakışır türdendi. En acıklı olanın ise rektörlük koltuğuna elveda diyenlerin son sözlerinin hiç bir bilimsel hedefi öngörmemesi, artlarında bırakabildikleri iki lafın sadece "laiklik" ve "cumhuriyetin temel değerleri"nin ötesine geçememesi, (ne yazık ki) bilimin "yüzyılın en önemli deneyi" olarak yorumladığı, İsviçre'nin CERN kentinde yapılacak olan çarpışma deneyinin "evrenin gizine" ışık tutmasını beklediğimiz şu günlerde, 21. yy Türkiye üniversitelerinin resminin ne kadar hazin ve utanç verici olduğuydu. Bilim tarihi ülkemizi ne yazık ki bu şekilde kayıt ediyordu.
Rektör olabilmek için profesörlerin can attığı ülkemizdeki (yeni kurulan 23 üniversite için 671 profesör başvurdu) bu "vakayı" yorumlamanın tek bir izahı olabilir. Statü, ayrıcalıklar, ekstralar bir yana, rektör olmanın piyango vurmakla eş değer olduğu, rektörlerin küçük birer servete sahip oldukları bakın nasıl mümkün oluyor: "Rektörler, döner sermaye gelirine saat 14’den sonra katkı koymaları halinde ise bir ayda alacakları aylık (ek gösterge dahil), ödenek (geliştirme ödeneği hariç) ve her türlü tazminat (makam, temsil ve görev tazminatları hariç) toplamının on katına kadar pay alabiliyor. Döner sermayeye katkı koymayan rektörler ise 4 kat döner sermaye alma hakkına sahip." (Radikal, 14.08.08)
"Türkiye demokrasinin" şahikalarından geriye A. N. Sezer'in sadece 1 oy alabilen rektör adayını Kastamonu Üniversitesi'ne, 4 oy alabilenini ise Yozgat Bozok Üniversitesi'ne ataması kaldı. Bu utanç resmini ise söze gerek bırakmayan şu satırlara yer vererek devam edelim. Yeni Şafak yazarlarından Taha Kıvanç 08.08.08 tarihli köşesinde C. Arcayürek'in "Geri Gidişe İzin Yok" adlı kitabını referans alarak aktarıyor. Arcayürek, (67.s): “Oktay Ekşi telefon etti. Samsun'da 19 Mayıs Üniversitesi'ne 1. gelen ismi değil, Naci Gürses'in atanmasını istedi. (..) SD (Süleyman Demirel)- (Önüme bir sayfalık yazı koydu. Şöyle bir göz attım: Üniversite rektör adayları için bazı notlar. 19 Mayıs Üniversitesi'ndeki 1. ve 2'incileri aynı derecede olumlu ve başarılı diye gösteriyordu yazı.) Bana bunu MİT verdi. Ama Oktay'ın söylediklerini not edeyim.”, (s. 72): “Öğleden sonra Oktay Ekşi aradı. İstanbul'a dönmüş (12 Temmuz 1996). Anlattı: YÖK'te rektör atamaları üzerinde liste yapılırken, YÖK başkanı Kemal Gürüz dışarı çıkıp gelmiş ve 'Cumhurbaşkanı, Naci Gürses'i listeye koymayın' diyor demiş. Rezalet oldu. Galiba Necdet Seçkinöz'ün marifeti. Tam bir saray entrikası.”
MİT'in ve bir takım "sözcü" pozisyonundaki yazarların dahi rektör seçimleriyle nasıl alakadar oldukları açıkça görülürken diğer yandan her defasında öğrencileri yok saymak, onlar adına karar vermek ve üstüne de fırsatını bulduğunda gençlik üzerinde nutuklar atmayı becerebilmek "çevreciliğin" olmasa da pespayeliğin daniskası olmayı hak etmektedir!
Yeni rektörlerin önündeki görevinin Bologna Süreci'nin Türkiye formülasyonunu ifade eden "Strateji Raporu"nu uygulamak olduğu C. Başkanı Abdullah Gül tarafından şöyle savunuluyordu:
“Üniversitelerimizin kendi aralarında olduğu gibi dünyanın saygın üniversiteleriyle de bilimsel çalışmada bir rekabet ve yarış içerisine girmeleri büyük önem taşımaktadır. Bu bağlamda Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde Yükseköğretim Kurulu tarafından hazırlanan ve geleceğe dönük projeksiyonlar sunan Strateji Belgesi'ni önemsiyorum, üniversitelerimizin Strateji Belgesi'ne uygun olarak yükseköğretim alanında Avrupa Birliği standartlarının yakalanması, bilimsel seviyenin yükseltilmesi ve araştırma-geliştirme alanında dünya ile yarışacak bir düzeye ulaşılması amacıyla daha fazla çaba göstermeleri gerektiğini düşünüyorum."(Yenisafak-06.08.2008)
Emperyalizmin yükseköğrenim üzerindeki planının ne olduğunu dergimizde defalarca anlatmaya çalışmıştık. Yüksek öğrenimin uzak olmayan bir zaman içerisinde giderek pahalılaşacağı aşikar durumda. Bu nedenle yeni rektörler önlerindeki bu süreç için hazırlanmaya başladılar bile. Yeni kadro emperyalist eğitim politikalarına hız verirken bizlerin yarınki hedefimiz de bu sürecin teşhirine hız vermek olmalıdır. Özellikle yeni dönemin başlayacağı şu günlerde kitle faaliyetinde daha kararlı ve ısrarcı olmalı, bu politikaları boşa çıkarmaya çalışmalıyız. Tutukluğun, cesaretsizliğin, tükenmişliğin üretimsizliği ve yozlaşmayı beslediğini farkında olarak kitle çalışmasının önemini bir kez daha vurgulamalıyız.
17 Eylül 2008 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder