12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın (AFC) üzerinden tam 28 yıl geçti. İnsanlık tarihinin ülkemiz coğrafyasındaki en karanlık sayfaları olarak da adlandırılması gereken 12 Eylül AFC’sinin toplum üzerinde yarattığı tahribatların etkisi ise günümüzde hâlâ sürmekte. Özellikle de gençlik üzerinde yaratılan tahribatın boyutlarının üst seviyelerde olduğu bilinmekte.
Tüm ülkeyi açık bir hapishaneye çeviren, yüz binlerce insanın işkencelerden geçirilmesine, onlarca insanın katledilmesine neden olan, işçi-emekçi yığınların kazanılmış haklarının bıçakla kesilmiş gibi ortadan kaldıran, tüm insan temel hak ve özgürlüklerine bir balyoz indiren, toplumun üzerinden buldozer gibi geçen 12 Eylül AFC’sinin, hangi politikaların ve de hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktığını anlamak için gerçekleştirildiği koşulları iyi irdelemek gerekmektedir. Çünkü bu irdeleme olmaksızın, ne özelde 12 Eylül AFC’si ile ne de bir bütün olarak sistemle hesaplaşmaya gidilemeyeceği kesindir.
Bugün ülkemiz egemen sınıfları arasında süren hegemonya çatışmalarının ürünü olarak ortaya çıkan “Ergenekon” operasyonunun ardından yükselen “darbe karşıtı” çıkışlar ve bu çıkışların sorunu neredeyse sadece 12 Eylül faşist darbecilerinin yargılanmasına hapseden yaklaşımlar söz konusudur. Bu yaklaşım ise beraberinde 12 Eylül AFC’sinin gerçek yaratıcılarına karşı mücadelenin göz ardı edilmesini getirmektedir.
Adım adım neo-liberal politikalarına doğru
Faşizm, emperyalist-kapitalist sistemin siyasal-ekonomik krizine paralel olarak tüm dünyadaki yükselişini sürdürmektedir. Bu yükseliş, sistemin krizinin her derinleştiği dönemde dünya emekçi yığınlarına karşı çok yönlü saldırılar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Egemen sınıfların en faşist-gerici kesimleri böylesi süreçlerde iş başına gelmekte-getirilmekte, böylece ezilen yığınlar en baskıcı yöntemlerle teslim alınmak istenmektedir.
Günümüzde başta Ortadoğu olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde yaşanan işgallerle halklar katledilmekte, hem emperyalist ülkelerde hem de emperyalizme bağımlı ülkelerde gerçekleştirilen emperyalist patentli neo-liberal ekonomik-sosyal saldırılarla, buralardaki geniş yığınların yoksulluğu, açlığı, sefaleti derinleştirilmektedir.
Neo-liberal politikaların son yıllarda ülkemizde de giderek daha yoğun bir biçimde hayata geçirildiğine şahit olmaktayız. Başta özelleştirme, taşeronlaştırma, eğitimin paralı hale getirilmesi vb. olmak üzere, çok sayıda sosyal yıkım saldırısını içinde barındıran neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinin zemini ise bundan 28 yıl önce, 24 Ocak kararları ile atılmıştır. Aynı yılın Eylülünde gerçekleştirilen 12 AFC’sinin önemli nedenlerinden de biridir bu kararlar. Çünkü 12 Eylül AFC’si aynı zamanda bu kararların uygulanmasının önünü açmıştır.
Ancak bu faşist cunta sadece bu amaçla sınırlı tutulamaz. 12 Eylül AFC’si çok daha kapsamlı bir operasyondu. Hem de doğrudan ABD gibi, emperyalizmin öncü güçleri tarafından organize edilmiş olan, toplumda ciddi bir travma yaratan, kanlı bir operasyon.
“Bizim çocuklar yönetime el koydu”
1970’li yıllar boyu yükselişte olan devrimci mücadele, egemen sınıfları korkutmaya başlamıştı. Bu korku sadece ülkemiz egemen sınıflarını değil, onların uşaklık ettiği emperyalist güçleri de sarmalamaya başlamıştı. Çünkü dünyadaki gelişmelere paralel olarak bölgede yaşanan gelişmeler, emperyalistlerin, özellikle de ABD emperyalizminin bölgesel projelerini, daha doğrusu bölgesel çıkarlarını tehdit eder boyutlara ulaşmıştı.
‘70’li yılların sonlarına doğru yaşanan, RSE’nin (Rus Sosyal Emperyalizminin) Afganistan işgali, İran İslam Devrimi gibi gelişmeler, Batı emperyalizminin bölgedeki hegemonya planlarına ciddi bir darbe indirmişti. Türkiye’de ise devrimci mücadelenin önlenemez yükselişi sürüyordu.
Bu yükselişin önünü kesmek için yaratılmaya çalışılan kardeş kavgasının ilk sinyalleri, ‘77’ 1 Mayıs’ı ve 1978’deki Maraş katliamı ile verilecek, aynı süreçte devlet destekli sivil faşist güçler devrimcilere ve de halka dönük daha bir dizi katliam gerçekleştirecekti.
O yıllarda ülkeyi bilinçli olarak kaosa sürükleyen bu kontra faaliyetlerin CIA tarafından bizzat planlandığını ve de örgütlendiğini, hayata geçirilmesinde fiili olarak rol alındığını da, burada ayrıca not düşmek gerekmektedir.
Yaratılan bu kaos ortamının amacı ise çok açıktı: Halkı yılgınlığa, korkuya iterek, faşist darbenin zeminini hazırlamak. Çünkü ancak böyle bir darbe emperyalist politikaların hayata geçirilmesini kolaylaştıracaktı. Ekonomik-siyasal krizi giderek derinleşen emperyalist ve yerli (komprador) sermaye ancak bu şekilde rahat bir nefes alabilecekti. Rahat nefes alabilmenin yolu ise, toplumsal muhalefeti sindirmekten, ezmekten, temel hak ve özgürlüklere dair ne varsa rafa kaldırmaktan geçiyordu. Ve bu öyle bir sindirme-ezme olmalıydı ki, kimse kafasını bile kaldırmaya cesaret edememeliydi.
1980 yılının ilk günlerinde alınan 24 Ocak kararları darbenin ilk ayak sesi olmuştu. Bunu izleyen aylarda, tarihler 12 Eylül’ü gösterdiğinde egemen sınıfların beklediği “büyük gün” gelmiş, faşist TSK ülke yönetimine el koymuştu. Bu el koymanın başarıyla sonuçlanması ise, en çok da ABD emperyalizminin temsilcilerini sevindirecek ve kendi tezgahladıkları faşist darbeyi aynı saatlerde, “Bizim çocuklar yönetime el koydu” sözleriyle karşılayacaklardı.
Faşist darbenin şefi Orgeneral Kenan Evren ve emrindeki diğer faşist cuntacılar sözde; “Anarşiyi önleyip, kardeş kavgasına son vereceklerdi!”
Faşist cuntanın ilk faaliyeti TBMM’yi fesih etmek olmuştu. Tüm partiler kapatılmış, partilerin ileri gelenleri (kısa süre sonra bırakılmak üzere) hapse atılmıştı. Ancak darbenin hedefinde ne sistemin dayanaklarından olan TBMM ne de yine sistemin uzantısı partilerin yöneticileri olmadığı kesindi. Gerek partilerin kapatılması gerekse yöneticilerinin tutuklanması “usulen” gerçekleştirilen bir işlem olmanın ötesinde değildi. Faşist darbenin gerçek hedefi çok kısa sürede açığa çıkacaktı.
“Ülkenin bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini yeniden tesis etmek, demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” gibi “yüce amaçlar” için faaliyete geçilmekte gecikilmedi ve ev baskınları, gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar, infazlar birbirini izledi.
Bu süreçte 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. 21 bin 264 kişi örgüt üyeliğinden hüküm aldı. Tüm sendikaların yanı sıra, on binlerce dernek kapatıldı. Devrimci-sosyalist yayınlar başta olmak üzere, tüm ilerici yayınlar illegal sayıldı. On binlerce kişi “sakıncalı” görülerek, işten atıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 171 kişi işkencede, 299 kişi hapishanede katledildi, 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam verildi ve 50 kişi idam edildi.
Cuntanın faşist şefi Kenan Evren’in o dönem idamlar özgülünde söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü ise, faşist darbecilerin beslendiği zihniyetin de özeti olacaktı. Hem o dönem hem de yıllar sonra bile, 12 Eylül’den bahsedilirken hatırlanacaktı bu sözler.
Ülkenin tüm hapishaneleri tıka basa dolmuş ve de hepsi birer işkence merkezi haline gelmişti. Özellikle de Diyarbakır zindanlarındaki siyasi tutsaklara, insan aklının alamayacağı, hayal bile edilemeyecek türden işkenceler gerçekleştirilecekti.Böylece devletin “otoritesi” yeniden tesis edilmişti. Çünkü egemen sınıflar için için “otorite” demek, başta ilerici-devrimci güçler olmak üzere, tüm işçi-emekçi yığınlara dönük, gözaltılar, baskılar, işkenceler, katliamlar demekti.
Aynı günlerde karar altına alınan, ama toplumsal muhalefetten dolayı hayata geçirilemeyen, neo-liberal politikaların projesi olan 24 Ocak kararları da hayata geçirilmeye başlanacak, komprador patronlardan Halit Narin bu durum karşısında duyduğu memnuniyeti “Şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” sözleriyle açığa vurarak, aslında 12 Eylül AFC’sinin gerçek amacını da özetleyecekti.
12 Eylül faşizmi kurumsallaşıyor
12 Eylül faşizmi kurumsallaşma çabalarını olanca hızıyla sürdürüyordu.
Bu kurumsallaşma sadece hak ve özgürlüklere dönük saldırılar, yargısız infazlar, idamlar, gözaltılar ve daha bir dizi fiili saldırıyla sınırlı kalmayacaktı.
Ekonomik-siyasal saldırıların tahribatını büyütmek ve süreklileştirmek gibi bir amaç daha vardı. Bunun başarılması ise ancak ideolojik-kültürel saldırılarla mümkün olacaktı. Bu yönlü saldırıların hedefinde ise en başta da, toplumun sindirilmesinin yanı sıra, apolitikleştirilmesi, yozlaştırılması, hak arama bilincinden uzaklaştırılarak, bencil, bananeci bir toplum yaratılması yatıyordu.
Bugün neredeyse her mahalleyi kuşatması altına alan, yozlaşma, çeteleşme, uyuşturucu, fuhuş gibi ideolojik-kültürel dejenerasyonun tohumları da işte o günlerde atılacaktı. Toplum bir yandan böylesi bir dejenerasyona tabii tutulurken, diğer yandan dinle uyuşturma çabaları devreye girecekti. İmam hatip okullarının sayısı görülmemiş bir hızla artacak, din dersi zorunlu hale getirilerek, dinle uyuşturma politikası, 12 Eylül faşizminin temel politikalarından biri haline gelecekti.
Burada önemle vurgulamak gerekmekte ki, bugün toplumu laik-anti laik olarak bölmeye dönük çabaların öncülüğünü yapan çalışan faşist TSK, aynı zamanda bugün “karşı çıktığı” din bezirganlığının da gerçek sahibidir.
Toplumu ideolojik-kültürel anlamda çürütmeye, yozlaştırmaya ve de uyuşturmaya dönük bu politikaların başlıca hedefinde ise gençlik vardı. Özellikle de öğrenci gençlik.
YÖK kuruluyor
Böylece, 6 Kasım 1981'de, 12 Eylül faşist cuntası tarafından bütün üniversitelerin yönetim kurulları tasfiye edilerek yerlerine bizzat askeri cuntanın atadığı rektörler getirildi. Yine cuntanın çıkardığı 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarında “köklü değişiklikler” yapılarak, faşist rejimin istediği tipte bir şekillenme yaratmanın zemini oluşturulmaya başlandı.
Amacını, “Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak” ve bu amaçla “yüksek öğretim kurumlarının organize edilmesi, eğitim ve öğretimle ilgili tüm detayların belirlenmesi” görevini yerine getirmek olarak ilan eden YÖK'ün ilk icraatı; üniversitelerde okuyan ve çalışan ne kadar sosyalist, devrimci, demokrat ve ilerici unsur varsa bunları üniversitelerden atmak, bununla da yetinmeyerek, bu kişileri bizzat kendi elleriyle polise teslim etmek oldu. Gerici-baskıcı- faşist 12 Eylül rejiminin çıkardığı 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile birlikte 3 binden fazla eğitim emekçisi işten atıldı, bununla da yetinilmeyerek, üzerlerinde yoğun baskılar hayata geçirildi.
12 Eylül faşist askeri rejimi, darbenin ilk yıllarında halka dayatılan bir referandumla 12 Eylül Anayasası olarak bilinen anayasanın onaylanmasını sağladı. Halkın, çeşitli biçimlerde manipüle edilerek, evet oyu vermeye zorlandığı bu anayasa aynı zamanda YÖK’ün temel dayanağını oluşturuyordu.
YÖK, 12 Eylül faşizminin ruhuna uygun bir yönelimi hayata geçirerek, üniversitelerde eğitim ve öğretimle uzaktan yakından ilgili her şeyi kendi denetimi altına almaya çalışıyor, üniversitelerdeki en önemli baskı aracı olma işlevi görüyordu.
YÖK kurallarının geçerli olmadığı okullar ise, emniyete ve TSK’ne bağlı okullardı. Bunlar YÖK’ün kapsamı dışında tutulmuşlardı.
Yüksek öğrenime dönük bu düzenlemeyle birlikte, yüksek öğretim sisteminin tepesine YÖK oturtulmuş ve bu alanda atılacak her adımda karar verici tek mercii olarak tayin edilmişti. YÖK'ün bileşimi de cumhurbaşkanı tarafından belirleniyor, böylece üniversiteler tam anlamıyla egemen sınıfların denetimi altına alınıyordu. Onlara göreyse; “anarşi ve terör” ortamı sona erdiriliyor, üniversitelerde “huzur ve düzen” tesis ediliyordu!
12 Eylül faşist cuntası yüksek öğretimin amacını, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, TC devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” gençler olarak belirliyor ve bu doğrultuda gençler yetiştirmek için kolları sıvıyordu.
Yüksek Öğretim Kanununun 53. maddesine göre, “İdeolojik amaçlarla devletin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne kasteden, din, dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanarak cumhuriyeti yıkmaya çalışan faaliyetlerde bulunanlar” derhal okuldan atılıyor ve cumhuriyet savcısına teslim ediliyordu. Ayrıca bu sebeplerle üniversiteden atılan bir öğrenci ya da eğitimci bir daha başka bir üniversitede de okuyamıyor veya çalışamıyordu.
Okuldan atılma veya uzaklaştırma cezası almak için, “Yükseköğretim içinde veya dışında yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunmak, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlamak, kurumların sükun, huzur ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılmak, bunları teşvik ve tahrik etmek, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz etmek veya saygı dışı davranışlarda bulunmak ve anarşik ve ideolojik olaylara katılmak veya bu olayları tahrik ve teşvik etme” gibi “suçlardan” birini işlemek yetiyordu.
Yine YÖK kuralları kapsamında, öğrencilerin ve öğretim elemanlarının üniversitelerde “parti faaliyetinde bulunmaları ve parti propagandası yapmaları” yasaklanıyor, herhangi bir siyasal partiye üye olan öğrenci ve öğretim elemanlarının üniversitelerde yönetici görevler almaları da engelleniyordu.
Böylece öğrenciler ve de öğretim görevlileri, örgütlenmelerinin önüne konulan bu yasaklarla, her türlü hak ve özgürlükten mahrum edilmeye çalışılıyor, bununla da yetinilmeyerek, gelecek kuşakların gelecekleri de ipotek altına alınıyordu.
Şu çok açıktı ki, 12 Eylül faşist askeri rejiminin ürünü olarak ortaya çıkan YÖK’ün asıl amacı, 1960'lı yıllardan itibaren hızla yükselen toplumsal muhalefetin ilerleyişini durdurmaktı. İşçi sınıfı hareketinin siyasallaşmasına paralel olarak üniversitelerde de öğrenci gençliğin egemen sınıfların ideolojisinden kopup, devrimci hareketin saflarına katılmasını engellemekti. Egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket eden faşist askeri diktatörlüğün, toplumsal yaşamın her alanına dönük başlattığı saldırıların bir ayağını da, üniversitelerdeki devrimci yükselişi kesmek oluşturuyordu.
Bunun içindir ki, sonraki yıllarda yetişen genç nesillerin bilincinde muazzam bir çarpılma oluşmuş, tarihsel hafıza yitirilmiş, gençlik depolitize edilerek siyasal hayatın dışına itilmiş, toplumsal sorunlara duyarsızlaştırılmış ve pasifize edilmiştir.
Sonuç olarak: 12 Eylül faşizmi, politikadan ve örgütlenmekten korkan, hakları uğruna mücadele etmek yerine edilgen bir şekilde egemen sınıfların politikalarını hiç sorgulamadan kabul eden, kendine ve topluma yabancılaşmış, toplumsal yaşamdan koparak bireyselleşmiş ve birbirinden yalıtılmış bir toplum, yeni bir kuşak yaratma çabasında oldukça önemli bir mesafe kat etti denebilir. Egemen ideolojinin yoğun bombardımanı altında iyice sersemleyen toplumu, özellikle de gençliği, bu baskı ve yozlaştırma cenderesi ile yıllar boyu ezerek, tam da egemen sınıfların hedeflediği-istediği tipte bir insan modeli yaratma amacı güdülmüştür.
Gençliğe ve de gerçekte toplumun tüm kesimlerine dönük çok yönlü bu saldırılar günümüzde de sürmektedir. Sadece ülkemizde değil, tüm dünyadaki emekçi halk yığınları, dün olduğu gibi, bugün de çok yönlü saldırılarla ve bu kez de “ Terörle Mücadele” adı altında teslim alınmaya çalışılmaktadır.
Ancak baskının-zulmün olduğu ve de özellikle arttığı her yerde başkaldırı kaçınılmazdır gerçekliğinden hareketle, emekçi yığınların tüm bu saldırılar karşısında sisteme karşı hoşnutsuzluğu da giderek artmaktadır. Halkların dünyanın dört bir yanında yükselttiği ulusal-sosyal kurtuluş mücadeleleri ise, bu hoşnutsuzluğun ne boyutta olduğunun göstergesidir. Bu hoşnutsuzluk ise giderek büyümekte, halkların direnişlerindeki yükseliş, egemen sınıfların korkulu rüyası olmaktadır. Bu korkudandır ki, emperyalist-kapitalist sistemin sahipleri ve her türden uzantıları, halkların mücadelelerindeki bu yükselişin önünü kesmek için her türden yöntemle saldırmayı sürdürmekteler. Çünkü onlarda bilmekteler ki, sonlarını getirecek olan bu mücadelelerin zaferidir. İşçi-emekçi-genç yığınların bu zaferle birlikte, gerek 12 Eylül AFC’sinin gerekse tüm halk düşmanı politikaların, halklara dönük katliamların, işgallerin, itildikleri yoksulluğun, sefaletin hesabını soracağını onlar da çok iyi bilmekteler. Saldırıların dozunu artırmaları da işte bundandır!
17 Eylül 2008 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder