17 Eylül 2008 Çarşamba

Katledildiğin ilk gün gibi aklımızdasın…

25 Eylül 1965’te doğmuştu Erdal Eren. 12 Eylül’ün kanlı karanlık yıllarında 17 yaşında idam edildi. Erdal, 17 yaşındaki gencecik bedeniyle hafızalarımızda kaldı. Ve hep öyle kalacak… Onu katledenler mi, onlar çoktan öldü…

12 Eylül 1980… Koca ülkenin tedirgin bir kalp gibi çarptığı, postal ve süngü seslerinin gecenin kalbini ürpertiyle doldurduğu zamanlar. O zaman ki, her sokak başında bir insan düşer, karanfiller ta orta yerlerinden kanar. Radyo saat başı “anarşistlerin” karıştığı olayları duyurur. Babalar korkusundan çocuklarının “yasaklı” kitaplarını yakar, şarkılar bir bir toprağa gömülür.
12 Eylül dönemine tanık olmaya yaşımız yetmese de, mutsuzluğumuzun uzun hikâyesinin bir dönemeci olduğunu biliyoruz 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın… Ana-babalarımızın yaşadığı o korkunç dönem yaşadıklarımızla değil belki ama okuduklarımızla hafızalarımızda pek çok iz bıraktı.
Şimdi “Türkiye’de darbe dönemi kapandı, 12 Eylül’ü unutmalıyız” diyorlar. Unutmayacağız! Ne bütün köşelerinde kanlı asker postallarının dolaştığı o korkunç günleri, ne yapılan tarifsiz işkenceleri ne de verilen idam kararlarını. Ve ne de “beslemeyip de astıkları” Erdal Eren’i… Katledildiğimiz her gün gibi o günü de unutmadık. Takvimlerin o yapraklarını hâlâ sökmedik…
Tepeden tırnağa yağız yürekli bir gencin, gözlerini yumarken türküler kadar soylu bir ülkenin savaşçısının, beyaz elleri, ateşten düşleriyle ölümsüzleşen bir yiğidin kısacık yaşam öyküsünden bahsetmek istiyoruz.
Erdal Eren’i idam sehpasına götüren süreç 30 Ocak 1980’de Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi Sinan Sümer’in, MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in korumasının kurşunlarıyla katledilmesiyle başlar. Olayın duyulmasının ardından Sümer’in öldürüldüğü yerde bir protesto gösterisi yapılır. Göstericiler arasında Erdal Eren de vardır. Gösteriye müdahale eden askerlerle eylemciler arasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge ölürken, Erdal Eren’le birlikte 24 kişi gözaltına alınır. Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, tarihin belki de en hızlı yargılamasıyla, 19 Mart 1980’de idama mahkum edilir.
Erdal Eren idam edildiğinde henüz 17 yaşındaydı. Babası onu okula erken gidebilmesi için 6 ay büyük yazdırmış, nereden bilsin olacakları. Mahkeme gerçek yaşının tespiti için kemik tahlili yapılmasını engelledi. Ve karar haki renkli binaların kapalı kapıları ardında verildi. Karar, farklı bir ideolojiye reva idam cezası. Karar, yani ferman, yani ceza, yani tahammülsüzlük. Karar, 17 yaşında gencecik bedeni darağacına gönderen yargıcın soğuk, ruhsuz, duygusuz sözcükleri. Bir gencin düşüncelerini cezalandıran resmi ideoloji eksenindeki birkaç söz.
Tarihe bir hukuk katliamı olarak geçen karara dünyanın dört bir yanından tepkiler yükseldi ama her şeye rağmen infaz Ankara Merkez Cezaevi’nde gerçekleştirildi. O, Erdal, insanın apaçık gerçeğidir, sözsüz ve yalansız gerçeği… Oyuna gider gibi ölümün soğuk yüzüne neşesini kaybetmeden koşan çocuk yüzlü genç bedenine o ilmeği geçiren eller ne kadar zavallı şimdi. Ne hissetmişti acaba celladı ince narin boynuna ilmeği geçirirken. Dünya kurulduğundan bu yana tüm cellatların yerine getirmek zorunda kaldığı, insanın içini burkan üzücü bir görevi özveri ve bağlılıkla yerine mi getirmişti yoksa 17 yaşındaki genç bedenini darağacında sallandırmak için kendine karşı şiddet mi kullanmıştı?

Erdal Eren’in idamı kitlelere karşı gözdağıydı
Şiddet; ezen, sömüren “ötekileri” kişi saymayanlarca başlatılır. Terörü başlatan teröre maruz kalanlar değil, iktidarları sayesinde “hayatın reddedilmişlerini” ortaya çıkaran egemenlerdir. Ve ezenler için terörist, bölücü, yıkıcı ya da kalleş olanlar aslında ezilenlerdir. Erdal Eren’in katliamı egemenler tarafından potansiyel “terörist” olan ezilenlere karşı bir güç gösterisiydi. Onun katliamı geniş kitleler üzerinde estirilen baskı ve terör dalgasının somut bir ifadesiydi. Postal sahiplerinin demokrasi, insan hakları ve özgürlük için halkın mücadelesi hakkındaki kararı Erdal Eren’e giydirilen idam gömleğiydi.
Peki, yaşanan sadece yaşanmış mıdır? Bütün yazılanlar hayatın kıyısında bir süs gibi mi kalacaktır, geçip gitmiş midir her şey? Bize, bugüne geçmişten kalan, üstümüze sinen, bizimle birlikte yaşayacak bir imge yok mudur? Birilerinin yaşadıklarından kalan bir imge, bir gün bizim de bir imgemiz haline gelemez mi?
Bazen kendimizi zamana gömülmüş olarak yaşar buluruz. Sanki tarih üstümüzde yer alıyor, hayatlarımızı yönetiyor ve acımasızca düzenliyormuş gibi. Bu bizi hareketsizleştiren, boğan, sonunda da öldüren bir kadercilik değil midir? Tarih böyle bir şey olamaz, hiçbir gücü yok onun. Marks’ın söylediği gibi, tarih bizi yönetmez, tarihi biz yaparız. Biz tarihi yaparken o da bizi şekillendirir. Tarihin nesneleri olmayı tamamen durduramayız belki ama özneleri de olmamız gerek. Bunun için de önce unutmamamız gerek.
Erdal Eren ve daha niceleri, insanlığın özgürleşmesi yolundaki bu savaşa elleri temiz olarak girdi, kendilerinden önce gidenlerin ve inanmışların temizliğiyle. Ve savaşanlar bu savaştan elleri temiz olarak çıkacak, haksızlığa karşı kazanılmış büyük bir zaferin temizliğiyle.
Zafer savaşanların olacak, bunda kuşku duyulacak bir şey yok. Tarih bunu defalarca kez kanıtladı. Ama unutmamamız gereken bir şey daha var. Zafer, ancak; yaşanan bozguna, haksızlığı gördüğümüz ve ders aldığımız acılara borçlu olarak kazanılacaktır.
Sömürüsüz bir dünya için ölenleri görmek, ölmeyi göze almak, sabah karanlığı idam sehpasına giderken hapishane koridorlarından arkadaşlarını yüreklendiren bir devrimcinin duyduklarını duymamız gerekir. Ancak ödediğimiz şey tam anlamıyla bizim olur. Biz pahalı ödedik ve daha da ödeyeceğiz. Ama buna rağmen inancımızı güçlendirdik/güçlendirmeliyiz. Tıpkı bir istiridye gibi. İstiridyenin içine kum tanesi girer, canı yanar istiridyenin ve etrafına bir salgı yayar. Biz bu salgıya inci diyoruz. İşte hayat da böyle bir şey. Canımız yanmalı ve biz bu acıdan bir inci çıkarmalıyız.
Çukurova’dan bir YDG’li

Hiç yorum yok: