Osmanlının nal sesleri ile Faşist TC’nin uçakları ve tank paletleri ile karış karış ezmeye çalıştığı ancak bir türlü başaramadığı Dersim… Bağrına acı ve kederin bıçak gibi saplandığı Dersim… Taze fidanları boy vermeden kırılan ama yeniden filizlenen… Bebeklerin hayat denilen acımasız dünyada önce süngülerle karşıladığı coğrafya…
Ve bu coğrafyada elleri nasırlı ve yüreği kadar büyük yaşlı bir adam… Yüzü tarihin acılarıyla derinleşmiş çizgilerle kaplı yaşlı ve bilge… Bilgeliğini zulmün acımasız öğretmenliğinde aldığı derslerden edinmiş… Otuz sekizde çocukmuş. Düşlerine acıların, gözyaşların zorla konuk edildiği, öğretmeni zulüm olan, ilk derslerini uygulamalı olarak alan küçük bir öğrenciye anlatmış ona hocası o ise dinlemiş. Öğrenmiş adının faşizm, adının Kemalizm, adının devlet olduğunu, askerin kimin askeri olduğunu... Amca öğrenmiş, tüm Dersimliler gibi çok iyi öğrenmiş… Zihinlerinden ve coğrafyalarından hiç silinmeyecek bomba izleriyle mühürlenmiş diplomaları…
Güzel ve güneşli bir mayıs günü sabah kahvaltısının ardından oturmuş çay içiyoruz. Yaşlı adam gözünü bir an bile ayırmadığı kendi köyünün manzarasına hüzünle bakarken derin bir iç çekiyor. Suskunluğuna son verip sanki hiç bitmesini istemediği bir öyküyü anlatmanın telaşını yaşarcasına başlıyor.
“Otuz sekizin Dersiminde bizim köyde aksakallı bir pir vardı. Bir gün kaymakam haber salmış köye ve piri çağırtmış yanına. Ancak pir umursamamış ve uzun bir süre varmamış devlet kapısına. Devleti de kaymakamı da sevmediğinden varmamış o kara kapıya. Bir süre sonra kaymakam köye askerlerini salarak piri zorla huzuruna çıkarmış. Önce çağırdığı halde gelmediği, emrine itaat etmediği için hakaretler yağdırmış pire. Ve sakallarını en kısa zamanda kesmesini emretmiş. Pir şaşırmış, ‘sakal benim inancım, sakal benim parçam, kesemem’ demiş. Kaymakam bağıra çağıra ‘ya kesersin ya da sonuçlarına katlanırsın’ diye tehdit etmiş. Kaymakamlıkla köyün arası bitmek bilmeyen bir yol iken daha bir uzun gelmiş pire. “Nedir bu devletin sakallarımdan istediği” ama karar vermiş pir, “bu işin ucunda ölüm de olsa bana kimse sakallarımı kestiremez, kesmeyeceğim” demiş.
Birkaç gün sonra asker köyü basmış piri ve ailesini toplamışlar. Sorgusuz sualsiz, çoluk çocuk, yaşlı kadın demeden hepsini samanlığa doldurup kapıyı kapatmışlar. Bütün köyü de zorla seyre getirmişler. Samanlık tahta bir baraka... Önce silahla taramışlar barakayı. Sonra barakanın etrafına ağaç ve kuru otlar yığmışlar. Korkulu gözler zorla seyre getirilmiş barakanın etrafına… Benzin dökmüşler ve ateş… Baraka bir anda alev topuna dönmüş. İçerdekilerin bağrışmaları ve yalvarmaları, çocuk çığlıkları zorla seyre duranların kulaklarını sağır etmiş. Kulakları sağır olanlar askerlerin üzerine atılmış. Sağır kulaklar kurşun yemiş askerden ve geri itilmiş.
Alev topunun içinden bir genç dışarı atılmış aniden… Yanık yaraları, kurşun yaraları, kan akarken kaçmaya çalışmış ancak zalim devletin zalim askeri onu kurşunla değil ateş topuyla öldürmeye meraklıymış… Üzerine çullanıp atmışlar yanan barakanın içine. Çığlıklar bir süre sonra yerine sadece yanan odun seslerine bırakmış. Akşamüstü askerler çekilmiş. Zorla seyre getirilenler kımıldayamamış saatlerce. Kuşlar susmuş rüzgar esmez olmuş…”
Yaşlı adam da sustu. Bitmek bilmeyen öyküsünü bitirmişti sanki. Donuk gözleri donmuş dudakları titriyordu. Zorla seyre getirilen gözlerdi gözleri. Uzun bir süre kaldı öylece. Kendine geldiğinde köstekli saatine baktı. “Ve artık iş zamanı... Bahçeye inmek gerek”.
Şimdi çalışmak, acıları unutmak değil, acılara dalmaktı. Ve o unutmak değil unutmamaktan yanaydı. Bu acıyı her anımsayışta kendini işe verir. Ve hiç yorulmak bilmezdi.
***
“On beş horoz arka arkaya dizilmiş gidiyorlarmış. Köyden uzaklaştığını gören kartal üzerlerinde bir tur attıktan sonra ‘ben bunların başını bulup alayım. Onlar o zaman dağılır’ diye düşünmüş ve dalmış. Önde yürüyen horoza ‘başınız kim’ diye sormuş öndeki ‘ben’ demiş, ikinciye sormuş o da ben demiş. Bu durum sonuncuya kadar gitmiş, sonuncu da ‘ben’ demiş. Kartal aldığı cevaplardan şaşırmış ve bunların kendi saldırısına gerek kalmadan zaten dağılacağını düşünerek saldırmaktan vazgeçmiş.
Kartal uçarken başka bir horoz grubuyla karşılaşmış. Bir de bunlara sorayım diye düşünmüş ve dalmış horozların üzerine. Öndekine sormuş; başınız kim diye? Öndeki ‘arkadaki’ diye yanıt vermiş. İkinciye sormuş, o da arkadaki diye yanıt vermiş, bu da sonuncuya kadar böyle gitmiş. Sonuncu horoz da sorulan soruya en öndeki diye yanıt verince ve kartal şaşırmış. Acaba hangisini alsam diye kararsız kalmış. Aralarındaki birliği görüp saldırısının bir işe yaramayacağını düşünerek vazgeçmiş.” diyerek konuşmasına başladı yaşlı adam.
“Partimizde 94 darbe sürecinin yaşanması tam da iç birliğin sağlanamadığı, herkesin kendini dayattığı, kendini merkez olarak ortaya koyduğu bir sürecin sonucu olarak ortaya çıktı.” dedi. Elinde tuttuğu tabakasından bir sigara sarıp yaktı. Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmasının etkisini ölçmek istercesine etrafı süzdü. Dikkatle dinlediğimi görüp memnuniyetle gülümsedi. Genel olarak çevresinde otoritesi, saygınlığı olan ve sevilen biriydi. Dobra dobra konuşması ve dürüstlüğü ile bilinirdi. Yaşlı adam kaldığı yerden konuşmasına devam etti “Bu işler çok başlılıkla olmaz. Herkes kendi başına horoz kesilirse örgütün ne anlamı kalır? İbrahim bu partiyi kurarken herkes onun otoritesini tanıdı. Parti bu zamana geldi. Düşmanın yapamadığını kendimiz yaptık. Onca gücü, onca olanağı, onca emeği, inanan insanı harcadılar. Kan ve canla yaratılan değerler heba oldu gitti. Ne uğruna? Bir hiç uğruna. Neymiş ben doğruyum, benim dediğim olacak. O zaman örgüte ne gerek var? O zaman orduya ne gerek var? ‘38 Dersim niye yenildi? Aşiretler birbirine düşürüldü. Halk bölüp parçalandı. Sonuçta direniş ezildi. 94’de yaşanan buydu. Yaşlı adam bunları söylerken şakakları titriyordu. Sinirlenmişti. O günkü yaşananları hala kabullenemediği belliydi. Gerçi kim onca gücün, otoritenin, halkta yaratılan devrimci duyguların kırılıp yok edilmesini kabullenebilirdi ki? Hangi emekçi, hangi işçi, köylü, devrime, partiye gönül vermiş hangi yürek kabullenebilir? Kim kurtuluştan uzaklaşmak, yoksulluğun ve sömürünün kalın zincirlerini boynunda taşımak ister ki? Bu zincirleri istememek yetmez. Ezilenlerin birliği ve mücadelesi ile kırılır bu zincir. Gün ayrılıkların değil birlik olmanın günüdür.
***
Amcayı son gördüğümde hastaydı. Doktora gitmişti. Henüz hastalığının ne olduğuna dair bir teşhis konmamıştı. Sonrasında konulan teşhis ise yanlıştı. Her şeyin paraya ve sömürüye dayandığı bu sistemde Hipokrat yemini hükmünü çoktan yitirmişti. Amca sağlık durumunun doktorların söylediğinden daha kötü olduğunu hissediyordu. Hastalığı gün be gün ilerliyordu. Amca çökmüştü. Bir gün bahçede gezinirken onu gördüm, başında kırmızı beresi, üzerinde şalvarı ve yeleği vardı. Her zaman olduğu gibi giyimine dikkat ederdi. Beli hafifçe bükülmüştü. Ellerini arkasına atmış dalgın dalgın yürüyordu. Yanımdan geçerken fark etmedi bile. Oysa başka zamanlarda mutlaka fark ederdi. Aslında amca etrafına karşı oldukça duyarlıydı. Ancak amca o günlerde oldukça dalgındı. Sanki dünyanın ağır yükünü omuzlarında taşımanın ağırlığıydı onu yoran. Omuzlarında taşıdığı bir hamalın yükü değildi. Taşıdıklarının karşılığını alamamanın ağırlığıydı onu yoran. Biraz ilerdeki küçük bir tepenin üzerine çıktı, etrafı şöyle bir süzdü ve uzaklara daldı. Tepeleri dereleri sanki bir daha göremeyecekmiş gibi, sanki oralarda bir daha dolaşamayacakmış gibi doyasıya seyrediyordu. Tam karşısında çobanlık yaptığı, 7-8 yıl öncesine kadar gittiği yayla yeri vardı. Gençliğini anımsadı. Hafiften gülümsedi. “hey gidi hey” diyerek iç geçirdi. “70 yıl” diye hayıflandı. “Tamı tamına geçen 70 yıl”… Neler yaşamamıştı ki bu topraklarda. Annesinden ilk dayağını aşağıdaki mezrada yemişti. Güzel bir kıza burada sevdalanmıştı. Yine burada evlenmişti o güzel nazlı kızla. İlk çocuğunun doğum haberini çobanlık yaparken komşusundan almıştı. O anki heyecanını tekrar yaşıyor gibiydi. Sevinç ve hüzün karışımı ince bir ılık duygu kapladı bedenini.
Bir an düşüncelerinden kurtulup eskiden bu yana ne kaldı diye iç geçirdi. Geçmişin ağır hüznü amcayı durduğu yerde bir beşik gibi sallamaya başladı. İki çeyrek asır boyu zulme, terörist olarak damgalanmaya direnen bir çınar gibi direnmişti. Tüm bu ağır ve haksız saldırıları göğüsleyerek direnen bu yaşlı çınar yüreği geçmişin ağır ve acı dolu hüznüne direnmekte zorlanıyordu. Bir eksiklik vardı, yaşadık yaşattık. Ama yetmedi. Yeniyi güzelliği yaratamadık. Kendini suçladı, bir an. Biraz da devrimcilere sitemi vardı. Yapamadık elimizden geleni yeterince yapamadık, dedi. Büyük ayrılıklara neden olan küçük düşünüşlere sitem etti. Telafisi on yıllar alacak olan yıkımlara neden olanlara sitem etti.
“Ama bu dağlarda çocuklarımız var oldukça inancımızdan bir şey yitirmedik. Biz yapamadık, bizden geçti belki. Ama bu gençler düşmanın ümüğünü sıkıp onu dize getireceklerdir.”
Yok, amca yok, bunu sadece bizler değil, halk yapacak. Birlikte yapacağız ki senin de yaptıkların az değil. Bu gençler, sen ve senin gibi devrimin sessiz emekçilerinin sesi, çığlığı olacaklardır. Ve bu çığlık büyüyecek gelişecek, sömürünün ve zulmün suratına bir tokat gibi patlayacaktır.
· Bu anlatı, Dersim’li SÜLEYMAN ELMA amcanın anısına yazılmıştır.
Bir TİKKO gerillası
5 Eylül 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder