Eğitim sisteminin sınav maraton ayı olan Haziran ayı gerek sınav karşıtı eylemlerle gerekse de sınavların içinden geçerek geride bıraktık. Öğrenci gençliğin en zor dönemi olan bu sınav maratonu, içerisinde bu sene birçok yenilik de barındırıyordu. Adaletsiz bir gelir dağılımına sahip olan Türkiye’de halk gençliğinin diğer kesimlerle eşit olmayan şartlarda eğitim görmesi kaçınılmazdır. Bir de buna ek olarak “herkese eşit” düzeyde bir sınav uygulanması bu adaletsizliği ve eşitsizliği derinleştirmektedir.
Bu sene “Ortaöğretim Geçiş Sınavı (OGES)” diğer adıyla “Seviye Belirleme Sınavı (SBS)” ilk defa uygulanmaya başlandı. Ve son kez OKS yapıldı. Yani sekizinci sınıflara son kez bir sınavla Anadolu ve Fen Liselerine geçiş hakkı tanındı. Bu seneden itibaren liselere geçiş için altıncı ve yedinci sınıflarda da sınavlara girilmeye başlandı. Bu durum neyi doğurur?
Bu sistemin önce maddi yönünü ele alırsak; emekçi aileler, eğer çocuklarını iyi bir liseye göndermek istiyorlarsa (ki; sistem o kadar çarpık ki, tamamı anti bilimsel, öğretilicilikten uzak ve birçok olumsuz niteliğe sahip olmasına rağmen okullarını kendi içerisinde bile, taşıdığı olumsuz niteliklerine göre sınıflandırmıştır. Mesela meslek liseleri en kötü, düz liseler kötü, Anadolu ve fen liseleri, kolejler vs. daha az kötü…) elbette ki bunun yolu öğrenciyi sınava sokmak ve daha az kötü bir liseye yollamaktır. Çünkü çocuğunun geleceğini, üniversitesini düşünen bir emekçi aile, bu sistemin üniversite kapılarını açmak için öğrenciyi ne denli zor bir yola soktuğunu ve o yolu aşmak için de “iyi bir temel”e ihtiyacı olduğunu bilmektedir.
İyi bir temel sistem açısından şu anlama gelmektedir: eğitim sistemi öğrenciden, üniversite için, kendi çarpık ve anti bilimsel bilgilerini kendi adı gibi ezberlemesini istemektedir. Bu anti bilimsel bilgileri ezberlemesi için de öğrenciye bunu en iyi biçimde “öğreten” okullara gitmek düşmektedir. Bunun içinde ÖSS’de olduğu gibi ek bir eğitim kurumuna ihtiyaç vardır: Dersane. Şimdiye kadar sadece sekizinci sınıfta dersaneye giden kesimler artık altıncı ve yedinci sınıfta da dersanelerin kasalarını doldurmak zorunda kalacaklardır.
Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda işin içinde en az diğer yüz kadar acımasız bir durum ortaya çıkmaktadır. Devrimci hareketin en hareketli kesimi olma potansiyelini taşıyan halk gençliğini susturma, uyutma, uyuşturma politikalarına bir yenisini eklemek anlamına gelen bu sınavlar, sistem egemenlerinin saltanatlarını sürdürmek amaçlı oluşturulmuş bir sahneden farklı değildir.
Bugün gençliğin hareketlenmeye başladığını gören sistem, uyguladığı birçok uyutma-uyuşturma politikalarının (ÖSS, YDS, KPSS vs…) bu durumu artık durduramadığının farkındadır. Evet, bir bireye altı yaşından itibaren eğitim sistemiyle dikte ettirmeye çalıştığı politikaları elbette işe yarıyor ancak kendine muhalif hiçbir güç istemediğinden bunu yeterli bulmuyor, bu yüzden de kanlı gözlerini çocuklara dikiyor onları her yoldan uyuşturmaya çalışıyor.
Bu sistemle bir yirmi yıl sonrasını düşünsenize! Oyuncaklarla hiç tanışmamış çocuklar kendilerini ve kişiliklerini hiç geliştirmeden sistem adamı olup çıkmışlar karşımıza. Dar kafalı, ruhsuz ve birbirinden farksız milyonlarca genç olup iş hayatına atılmışlar. Kimi doktor olacak ve biz ona can emanet edeceğiz; kimi mimar olacak, malzemeden çalıp ev yapacak ve biz o evde oturacağız; kimi de ziraatçı, çiftçi olacak, daha çok kazanmak için hormon vs gibi zararlı madde kullanacak da biz de bu ürünleri afiyetle(!) tüketeceğiz. Milyonlarca birbirine yabancı insanlar olacak, gençlik şu anda yaşadığı bunalımın katbekat fazlasını yaşayacak. Çünkü biz bu sistemle bireycileşecek, bencilleşeceğiz. Zaten sistemin istediği de bu.
Peki, bizi insanlıktan çıkaracak olan bu sistemin gidişatına; sadece bir kenardan oturup seyrederek veya en iyi ihtimalle entelektüel bir gevezelik, sohbet (!) sırasında konuşarak mı dur diyeceğiz! Bu mümkün değil! Eğer sistem bir çocuğu oyuncaklarından, sevgilerinden ayıracak kadar acımasızsa (gerçi bu sistem bebekleri bile parçalayan zihniyetin bir ürünü olduğuna göre bu acımasızlığı “normal”dir.), bir işçinin aylarca ter dökerek emeğinin karşılığı bile olmayan cüzi miktardaki parasına bile göz koyacak kadar namussuzsa; bizler de biraz cüretkâr olmalıyız. Cüretkâr olup örgütlenmeli ve çevremizdekileri örgütlemeliyiz. Bu sistem acımasız olabilir, namussuz olabilir, hatta bizden kat kat güçlü olabilir ancak örgütlü bir halk karşısında hiçbir şeydir. Eğer mücadele etmezsek kazanma şansımız zaten yoktur ve kaybettik demektir. Oysa geleceğimizi onurumuzla kurmamız gerekiyor. Egemenler haksız olmalarına rağmen politikalarını uygulamada bu kadar kararlı iken, cesurken; geleceği söz konusu olan bizlerin susması, geri çekilmesi anlaşılır değildir.
Örgütlenmek ve örgütlemek; sistem karşısında kararlı ve cesur olduğumuzun en büyük göstergesi, geleceğimiz için onurlu bir şekilde mücadele edeceğimizin ve dorukları fethetme cüretini göstereceğimizin kanıtıdır.
Öğrenci gençlik için “tatil” anlamına gelen yaz süreci bu ay itibariyle başladı. Tabii bu tatil, biz emekçi çocukları için değil. Bizler bu yazı ya bahçede, ya tarlada ya da emeğimizi çok çok ucuza satarak, aile bütçesine katkıda bulunmak amacıyla işyerlerinde olacağız. İşsizliğin diz boyu olduğu Türkiye’de bu “şanslara” erişemeyenlerimiz de olacaktır. Devrimci hareketin de durgunlaştığı bir dönemdir yaz süreci. Ancak artık durgunluğa yer bırakmamak gerekiyor. Bu dönemi kitle faaliyetleriyle, politik seviyemizi yükseltmek amaçlı yapacağımız çalışmalarla dolu dolu geçirmeliyiz.
Biz, liseli gençlik olarak üniversitelilerden daha avantajlı konumdayız bu dönemde. Çünkü ilişkide olduğumuz insanlarla genellikle aynı semtlerde oturmaktayız. Bu da bizim sürekli bir kitle faaliyeti içerisinde olmamızı zorunlu kılmaktadır. (bu zorunluluk, örgütlenme bilincimizle doğru orantılıdır.) Bu dönemde umutsuzluğa kapılmamalı ve pratiğimizi geliştirmeliyiz. Ondan kurtulmanın tek yolu teorik bilgilerimizi geliştirme ve bunu pratikte sergilemektir. Bunun içinde bu yaz mutlaka kendimize bir okuma listesi hazırlamalı ve bunların tamamını okumalıyız.
Ünlü Rus yazar Anton Çehov, bir kitabında şöyle diyor: “Çalışmak gerekir çalışmak. Emeğin ne olduğunu bilmediğimiz için mutsuzuz böyle, yaşam böylesine karanlık gözüküyor bize.” Evet, eğer çabalarsak o karanlığı yırtacak ve aydınlık günlere doğru yol alacağız.
5 Eylül 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder