26 Nisan 2009 Pazar

Newroz ateşiyle isyanı kuşan!



Amed
Her yıl olduğu gibi bu yıl da gözler Kürdistan’ın kalbi Amed’deydi. Bu yılki kutlamalara 1 milyon kişi katıldı. Amedliler, sabah saatlerinden itibaren kutlamanın yapılacağı Newroz Parkı’na doğru akmaya başladılar. 7’den 70’e herkes alanı doldurdu. Belediye araçları kitleyi alana sorunsuz getirebilmek için ücret almadan yoğun şekilde Newroz alanına çalışıyordu. Yetersiz kalan belediye araçlarının yardımına kamyonlar, taksiler, dolmuşlar ve şehir dışı taşımacılığı yapan Diyarbakır firmaları yetişiyor ve bu durum yer yer konvoyların oluşmasına neden oluyordu. İnsanlar geldikçe alan dar gelmeye başlıyor ve kitle alandan taşıyordu. Polis barikatları ve arama noktaları ise bu kitle karşısında çoktan acze düşmüş, işlevsizleşmiş haldeydi. Alanda renkli görüntülere Kürdistan bayrakları eşlik ediyor, sloganlar atılıyor, hep birlikte türküler söyleniyor ve halaylar çekiliyordu.
Bizler de İşçi-köylü ve YDG okurları olarak alanda yerimizi alıp Kürt halkının mücadele ve coşkusuna ortak oluyoruz. Sesli ajitasyonla yaygın gazete dağıtımı yaparak buluşuyoruz kitleyle.
Amed İK ve YDG okurları
Erzincan
Newroz Erzincan belde ve köylerinde coşkuyla kutlandı. İlk kutlama öğlen saatlerinde Ulalar beldesinde DTP tarafından DTP seçim bürosu önünde gerçekleşti. Akşam ise Yalınca köyü, Çağlayan ve Kavak yolu beldelerinde kutlamalar gerçekleştirildi.
Partizan tarafından örgütlenen Çağlayan beldesindeki kutlama saygı duruşuyla başlayıp okunan metnin ardından çekilen halaylarla devam etti. Kavak yolu beldesinde ise jandarmanın tüm baskı ve engellemelerine rağmen halk Newroz’u kutladı. Erzincan merkez İzzet Paşa Mahallesi’ndeki kutlamaların polis tarafından engellenildiği öğrenildi.
Erzincan YDG
Mersin
Mersin’de 22 Mart günü Metropol miting alanında düzenlenen Newroz kutlamalarına yaklaşık 80 bin insan katıldı. Uzun süreden sonra Mersin’deki Newroz kutlamalarının bu kadar yoğun katılım gösterilmesi olumluydu. Mersin’deki kutlamalara DTP Eş Başkanı Emine Ayna ve DTP Mersin Belediye Başkan Adayları da katıldı. Eylem alanında kadınların yöresel kıyafet giymeleri ve alana hâkim olan sarı, kırmızı, yeşil renklerde eyleme görsel açıdan ayrı bir hava katmıştı. Bizler de “Örgütlü güzümüze inanalım! Alternatifsiz değiliz. Oylar DTP’ ye-Partizan” imzalı pankartımızla katıldık, pankartımıza yönelik insanların ilgisi de bizi coşkulandırmıştır.
Eyleme devrimci, demokrat, yurtsever insanların katılımı Mersin’de birçok insanı bir araya getirmiş ve halkların kardeşliği şiarı alanda bir kez daha faşizme karşı bir duruşla gösterilmiştir. Polislerin yoğun güvenlik önlemleri aldığı da dikkat çekmiştir. Bülent Turan’ın ve Rojda’nın söylediği türküler ve halaylar eşliğinde eylem sona olaysız bir şekilde sona ermiştir.
Mersin YDG
Beytepe
Bu sene Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde Newroz şenliği ilerici, devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenciler imzasıyla ortak bir şekilde kutlandı.
Bu seneki Newroz şenliği YDGM’nin önerisi ile Hacettepe Üniversitesi öğrencisi ve Newroz şehitlerinden olan Mazlum Doğan anısına kutlandı. Etkinlik afişinde de arka fonda Mazlum Doğan resmi ile ‘Beytepe Newroz ateşiyle geleneğini selamlıyor’ şiarına yer verildi.
18 Mart Çarşamba saat 12’de Yıldız Amfi’de buluşarak kütüphane önüne ‘Newroz Piroz Be’ ve ‘Eşitlik Kardeşlik Kürt Ulusuna Özgürlük’ pankartları ile bir yürüdük. Basın açıklamasının ardından ateş yakıp, davul zurna eşliğinde halaylar çektikten sonra yaklaşık iki saatlik süren etkinliğimizi bitirdik. Katılım iyiydi.
Aynı gün saat 18’de yurt kantini önünde bir etkinlik daha düzenledik. Ateş yakıp, müzik dinletisi ile halaylar çektik. Katılım sabahki kadar olmasa da gene de yüksekti. Ancak etkinliğimizi bitiremeden ODTÜ’den bir öğrencinin gözaltına alındığını öğrendiğimizden, etkinliği yarıda bırakarak toplu bir şekilde ODTÜ’ye gittik.
ODTÜ’ye vardığımızda jandarma çoktan A4 kapısını abluka altına almıştı. İçeri girerken bizi almak istememeleri üzerinde jandarma ile çatışarak içeri girip diğer öğrencilerin arasına katıldık. Yaklaşık iki buçuk saat boyunca jandarma üzerimize panzerle su sıkıp, gaz bombası attı. Biz de jandarma panzerlerine kaldırımları kırarak elde ettiğimiz taşları attık.
Saat 22.30 civarında jandarma ile görüşmeye bir avukat göndererek, 15 dakika bekledik. Avukata jandarmalar A4 kapısından geri çekildiğimiz dahilinde arkadaşımızı serbest bırakacaklarını söylemişler. ODTÜ inisiyatifi de geri çekilmemizi onayladı ve yurtların önüne doğru geri çekildik.
Yurt önünde ateş yakıp, halay çektik ve ıslanan arkadaşlarımız bir şekilde kurulandılar. Kimi arkadaşlar sabaha kadar ODTÜ’de kalırken, kimi arkadaşlar da ayrılmak zorunda kaldılar.
Ertesi gün gözaltındaki arkadaşın serbest bırakılma haberini aldık.
Hacettepe’den bir YDG’li
Dersim
Newroz Dersim’de Devrimci Demokratik Güçbirliği (DTP, Partizan, HKM ve ESP) ve ÖDP, EMEP, Eğitim-Sen tarafından kutlandı. Yeraltı Çarşısı üzerinde bir araya gelen kitle Kışla Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Tertip Komitesi adına yapılan konuşmadan sonra sahneye çıkan ortak aday Edibe Şahin “Dersim kadınla özgürleşecek” sloganlarıyla karşılandı.
Son olarak söz alan DTP Dersim Milletvekili Şerafettin Halis, halkın bayramını kutlayarak konuşmasına başladı. Kardeş Türküler’in sahne aldığı coşkulu program sloganlar eşliğinde son buldu.
Dersim Partizan
Malatya
Malatya’ da Newroz PARTİZAN, ESP, DTP tarafından Malatya Şeker Stadı’nda düzenlenen bir mitingle kutlandı. KESK’e bağlı sendikalar, ÖDP ve EMEP de mitinge gönderdikleri mesajlarla destek verdi.
Mitingde Tertip komitesi, ESP, Partizan adına konuşmalar yapıldı. Bizler de İşçi-Köylü ve YDG okurları olarak ‘Orta doğunun İsyancı Halkları Newroz Ateşiyle Emperyalizmi Yenecek. PARTİZAN’ imzalı pankartla ve flamalarımızla alandaki yerimizi aldık. Alanda gazete ve bildiri dağıtımı yaptık. Alana giriş ve çıkışta (iki kez) özellikle İşçi-Köylü okurlarına uzunca kimlik kontrolü yapıldı.
Malatya YDG
Çanakkale
20 Mart günü 18 Mart Üniversitesi Terzioğlu Kampüsü’nde eylem düzenlendi. Yoğun jandarma ablukasına rağmen dirayetli bir duruş sergileyen devrimci-demokrat öğrenciler baskılara rağmen halaylarla türkülerle Kawa’dan aldığı isyan ateşini üniversitede harladı. Sivil polislerin görüntü alarak taciz etmesine karşın öğrenciler türkülerini hep bir ağızdan haykırdı.
Çanakkale YDG
İzmir
İzmir’de 21 Mart Cumartesi günü Buca Hipodrom’da bir araya gelen binlerce kişi Newroz’u coşku ile kutladı. İzmir Birlikte Başarabiliriz İnisiyatifi tarafından örgütlenen mitinge Partizan, Alınteri ve Mücadele Birliği Platformu da katılım sağladı.
Partizan eyleme “Newroz ateşi ile isyanı kuşan” pankartı ile katıldı.
Konuşmaların ardından etkinlik Mezopotamya Kültür Merkezi müzik grubunun ve Koma Azad’ın ezgileri ve çekilen halaylar ile sona erdi.

12-16 Mart anıldı

Hesap sorulacak

Gazi Mahallesi
14 yıl önce 12 Mart’ta faşist devletin eli kanlı katilleri, mahallemizdeki kahvehanelere kurşun yağdırarak başlamışlardı katliamlarına. Başta Alevi-Sünni çatışmasıymış gibi yansıtılmaya çalışıldı. Fakat Alevi-Sünni, Türk-Kürt bütün emekçiler dayanışma göstererek her tarafı eylem alanına dönüştürdüler. Olaylar sırasında 17 kişi yaşamını yitirmiş ve yüzlercesi yaralanmıştı. Diğer bir çok semtte de eylemler, çatışmalar yaşandı. 1 Mayıs Mahallesindeki eylemlerde de 5 kişi ölümsüzleşti.Bu yıl da 12 Mart Gazi Platformu’nun katliamı lanetlemek için 10,11,12 Mart’ta yapmış olduğu programlara bizler de katıldık. 10 Mart günü Cem evinde saat 20’de panel gerçekleştirildi. Panelde şehit aileleri, Gazi olaylarının tanıkları ve platform sözcüsü konuşma yaptı.11 Mart’ta Gazi Nalbur Durağı’nda, tüm devrim ve komünizm şehitleri için yapılan 1 dakikalık saygı duruşuyla etkinlik başladı. Daha sonra sinevizyon gösterimi ve çeşitli müzik gruplarının dinletisinin ardından yapılan meşaleli yürüyüşle program sonlandırıldı.12 Mart günü Eski Karakol’da saat 10’da toplanıldı. Bizler de Partizan kortejinin arkasında “Gazi, Beyazıt, Halepçe katliamlarını unutmadık, unutturmayacağız-YDG'' pankartı ile yerimizi aldık.Yürüyüş boyunca sık sık ''gazinin katili patron-ağa devleti'', ''yaşasın gençliğin örgütlü gücü YDG'' vb sloganları haykırdık.
Gazi Mahallesi Liseli YDG

Erzincan
12Mart 1995’te Gazi ve 1 Mayıs Mahalleri’nde, 16 Mart 1978’te Beyazıt’ta ve 16 Mart 1988’de Halepçe’de yapılan katliamları kınamak ve katliamlarda yaşamını yitirenleri anmak için 14 Mart günü Erzincan Tunceliler Derneği’nde Partizan ve YDG olarak bir etkinlik düzenledik.
Saygı duruşuyla başlayan etkinlik katliamların nasıl gerçekleştiğini anlatan metnin okunmasından sonra etkinliğe katılan arkadaşların düşüncelerini belirtmesiyle devam etti. Etkinlik birlikte söylenen marş ve türkülerle sona erdi.
Erzincan YDG

İzmir
Halepçe, Beyazıt ve Gazi katliamları 16 Mart Pazartesi günü saat 18’de Kemeraltı girişinde yapılan bir basın açıklaması ile lanetlendi. Partizan, ESP, DHF, Alınteri ve Mücadele Birliği Platformu’nun ortak örgütlediği basın açıklamasında kurumlar adına hazırlanan ortak metinde Gazi Mahallesi, Halepçe ve Beyazıt’ta gerçekleştirilen katliamların tarihçeleri anlatıldı.
Aynı gün saat 17.30’da Konak Sümerbank önünde bir araya gelen İHD İzmir Şubesi üyeleri ise Halepçe katliamı bir kez daha lanetledi.

Mersin
Mersin Üniversitesi’nde Halepçe ve Beyazıt katliamının yıldönümü dolayısıyla eylem yapıldı. DSG, DPG, YDG, SGD, ÖGD, YDGM, DGH ve EHP’nin örgütlediği eylem başlamadan önce, katliamlarla ilgili resimlerin olduğu bir sergi hazırlandı. Ardından saygı duruşu yapıldı. Basın açıklaması ve müzik dinletisinin ardından eylem sonlandırıldı.
Mersin Üniversitesi YDG
A
rtvin
Artvin Gençlik Derneği, Halkevi, YDG, Yurtsever Gençlik ve EMEP’in organize ettiği basın açıklamasında 16 Mart katliamı, Gazi Mahallesi katliamı ve Halepçe katliamı protesto edildi. Basın açıklamasında katliamlar anlatılarak faşizm teşhir edildi. Mücadele çağrısı yapıldı.
Artvin YDG

Çanakkale
16 Mart Pazartesi günü 18 Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde devrimci-demokrat öğrenciler tarafından bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasına yaklaşık 60 öğrenci katılım gösterirken basın açıklamasında Beyazıt katliamının asıl faillerinin devlet olduğunu dile getiren öğrenciler Gazi ve Halepçe katliamını da unutmadıklarını belirttiler. Jandarma ablukasının da olduğu basın açıklamasında öğrenciler okuldan toplu şekilde çıkarak eylemi sonlandırdılar.
Çanakkale YDG

Bölgede sendikal mücadelenin sorunları ve görevlerimiz

Dünya genelinde yaşanan ekonomik bunalımın giderek ağırlaştığı ve ülkemiz gibi yarı-sömürge yarı-feodal ülkelerde etkisini giderek daha fazla hissettirmeye başladığı bir dönemde bulunuyoruz. ABD merkezli başlayan ekonomik bunalımın 2009 yılıyla beraber derinleşerek artık ülkemizi de etkileyeceğini sadece bizler değil burjuva ekonomistler de söylemek zorunda kalıyorlar. Başbakan her ne kadar krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğini, Türkiye’deki etki boyutunun psikolojik olduğundan bahsetse de ekonominin patronlarının artık devletin ekonomiye müdahale etmesini beklemeleri bize krizin ülkemiz üzerindeki boyutlarını göstermektedir.
İçerisinde bulunduğu krizden kurtulmanın faturasını işçi ve emekçilere ödetmeye çalışan sistem, uyguladığı politikalarla işçi ve emekçiler tarafından krizin daha da derinleşmesine neden olmaktadır. Art arda yapılan elektrik, doğalgaz vb zamlar, işten çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi, alım gücü düşük olduğu halde yıllık enflasyonun düşük olmasından kaynaklı verilmeyen enflasyon zamları bizlere krizin faturasının kime kesildiğini göstermektedir.
Emperyalistlerin ve onların ülkemizdeki uşakları olan hakim sınıfların saldırılarını tek bir merkezden yönelttikleri gerçeği bize bu saldırılara karşı birleşik, örgütlü bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. İşçi ve emekçi sınıfın ilk örgütlenecekleri yerler olan sendikalar ve onların sürece yaklaşımları kriz döneminde kimin kârlı, kimin zararlı çıkacağını gösterecektir. Emperyalist tekellerin dediği gibi ‘krizler fırsat zamanlarıdır, güçlenerek çıkabiliriz.’ Bu sözü sendikal örgütlülüğe göre yorumlarsak bizler de mevcut örgütlülüklerin hem nicel düzeylerini hem de nitel düzeylerini geliştirmek için krizi bir fırsat olarak kullanabilmeliyiz. Sendikaların mevcut örgütlülük düzeylerine baktığımızda çalışan kesimin ancak küçük bir kesimini örgütlediklerini görmekteyiz. Bu durum da işçi ve emekçi kitleleri direnişlere yöneltecek ve yönlendirecek kesimin gücünü bizlere göstermektedir.
Ancak ülkemizdeki bölgesel farklılıkları ve sendikaların yönetimine çöreklenmiş sarı-sendikal anlayışları düşündüğümüzde işimiz daha da zorlaşmaktadır. Ülkemiz egemen sınıfların imha-inkar saldırılarına maruz kalan Kürt halkının vermiş olduğu ulusal mücadelenin de etkisi ile T. Kürdistanı’nda gelişen bir demokratik hareketin varlığı ve bu ulusal hareketin kendisini sendikal mücadelenin içerisinde var etmesi olumlu yönleriyle beraber olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Elbette tek olumsuzluğu, ulusal hareketin sendikalar içerisinde faaliyet yürütmesi oluşturmuyor ama bunun da etkisi yadsınamaz derecede kendisini hissettiriyor. Bununla beraber bizlerin de sendikal faaliyetler üzerine olan deneyimsizliklerimiz ve yanlış anlayışlarımızın da etkisiyle gerek sendikaların örgütlenmesini gerekse de DDSB’nin örgütlenmesini yeteri düzeyde gerçekleştiremiyoruz.
Örgütlenme noktasında yaşadığımız sorunların temelinde yatan sebep kitle çizgimizdeki sıkıntılardır. Bu, örgütleyeceğimiz kitleyi yeterince tanımamaktan ileri gelmektedir. Kitleleri örgütlemenin yönteminin kitleleri temel sorunları etrafında harekete geçirmek olduğunu teorik olarak birçok defa söylemişizdir. Ancak iş pratiğe geldiğinde, teorik olarak söylediğimiz doğruların çok uzağında bir pratiğimiz olmuştur. Sendikaların başına çöreklenmiş olan sarı-sendikal anlayışların da etkisiyle, kitleyi pasifize eden sendika yönetimlerine karşı muhalefette kaldığımızdan dolayı çoğu zaman ya küsmüşüzdür, ya kendimizi daha pasif kılmışızdır ya da sendikadan uzaklaşmışızdır. Bu yaptıklarımızın da pratik olarak sarı-sendikal anlayışa hizmet ettiğini söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Sınıf sendikacılığı anlayışını savunduğumuzdan kaynaklı sendika yönetimleri ile ters düşmemiz olağan bir durum olarak karşımızda durmaktadır. Sendikalarda sarı-sendikal anlayışın hakim olduğundan bahsettik ancak bu demek değildir ki yönetimlerinde devrimci anlayışların bulunduğu sendikalar yok demektir. Ancak yeterli düzeyde değil ve genel olarak İstanbul bölgesinde bulunmaktadır. İstanbul dışında geri kalan bölgelerde ya bulunmamaktayız ya da oldukça pasif durmaktayız. Bu durum da işçi ve emekçi kitlelerin sınıf bilinci ile donanıp sınıf mücadelesine aktif katılımlarını engelleyen bir durum oluşturmaktadır. Sınıfa ulaşmada önümüze ket vuran bir durum olmaktadır. Bu durumla kitle hareketliliğinin gelişkin olduğu T. Kürdistanı bölgesinde de karşılaşmaktayız.
Bölgede Ulusal Hareketin kitleler üzerindeki etkisinin genişliğinden dolayı mevcut sendikalar içerisinde örgütlü bulunan kitlenin büyük bir kısmı ve sendikaların yönetimlerinin geneli Ulusal Hareketi destekleyen kitleden oluşmaktadır. Sendikaların niteliğinin bu durumda olmasından dolayı sendikaların hareket alanı da ulusal sorunlar etrafında olmaktadır. Bundan kaynaklı sınıf sendikacılığından ziyade ulusal hareketin bir yan kurumu gibi işletilmektedir sendikalar. Bölge özgülünde hakim olan bu durum bir yönü ile ilerici bir yön taşırken bir yönü ile de olumsuz bir durum oluşturmaktadır.
Buradaki olumsuzluklar sadece yönetimlerin yanlış sendikal anlayışlarından kaynaklanmamaktadır. Bizim de buralarda yeterince örgütlenemememizdendir. Bizim buralardaki örgütlülüğümüzün yetersiz oluşu kitleleri yanlış anlayışlarla baş başa bırakmakta ve onları devrimden, sınıf sendikacılığından uzaklaştırmaktadır. Bu çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bir yönü kitlelerin sendikaların yönetimlerine olan tavırlarından kaynaklı sendikaya üye olmak istememeleri, bir diğer yönü de üye oldukları halde aktif bir şekilde mücadelenin içerisinde yer almamalarıdır. Gerçi bu ikincisi genel bir sorun olmakla beraber bölge özgülünde kendisini daha çok hissettirmektedir.
Bu saydığımız sorunları görebilmek için bölgenin gerçekliğine bakmamız gerekmektedir. Bölgede ulusal hareketin etkin olmasına, gerçekleştirdiği eylemlere yüz binleri aşan sayıda insanın katılmasına, gerçekleştirilen direnişlerin, serhıldanların günlerce sürmesine rağmen bölgede bulunan illerde sendikaların örgütlenmeleri yok denecek kadar azdır. Var olan sendikaların durumu da Eğitim Sen’in dışında herhangi bir varlık göstermemektedir. Bir diğer yönüyle de merkezi olarak gerçekleştirilen eylemlere bölgeden katılımın oldukça düşük olması ve katılan kesimin de sendikal ve mesleki özlük haklarından yani gündem konularından ziyade ulusal hareketin politikalarını dile getiren sloganlar atması bölgedeki sınıf sendikacılığı bilinicinin geri bir düzeyde olduğunu bizlere göstermektedir.
Sınıf sendikacılığının sendikalarda hakim bir anlayış olmaması genel olarak yaşadığımız bir sorundur. Bu durum da sistemin işçi ve emekçilere yönelik saldırılarında kitleleri pasifize edecek eylemselliklerle yetinmelerine neden olmaktadır. Bunun en son örneğini SSGSS saldırısına karşı sergilenen tutumlarında görmekteyiz. Milyonları ilgilendiren bir konuda kitlelerin tepkisine rağmen eylem yapmak isteğinde bulunmayan, yapılanları da zoraki kabul etmek zorunda kalan sendika yönetimleri sınıf karşıtı duruşlarını, işbirlikçi tutumlarını sergilemeye devam etmektedirler.
Burada bize düşen görev yaşadığımız bu sorunlara karşı sınıf sendikacılığı anlayışını daha da derinleştirerek sendikalarda egemen kılmaya çalışmak olmalıdır. Sınıfın örgütlenmesini gerçekleştirebilmek için sınıfın yaşamış olduğu sorunların neler olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bu da kitleleri kendi sorunları etrafında örgütleyebilmemiz demektir. Bunu yapabilmek için işçi ve emekçi kitlelerine yönelik uygulanan saldırı politikalarının nerelerden geldiğini bilmeli ve bu politikaların neler içerdiğine hakim olmamız gerekmektedir. Bugün sistemin uyguladığı politikalara yeteri kadar hakim olamazsak kitlelere anlatabileceğimiz bir konu ya da onları yeteri kadar bilinçlendirebilme durumumuz olamaz. Bu öncelikle yapmamız gereken ve eksik olduğumuz bir konudur.
Bununla beraber kitlelere alternatif politikalarla gidebilmeliyiz. Gerek sendika yönetimini gerekse de sistemin politikalarını eleştirdiğimizde kendi alternatifimizi de ortaya koyabilmeliyiz. Bu bizim kitlelere yönelik bir alternatif olabilmemiz açısından oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Kitlelerle temas kurmaktan kaçınmamalı, onların soracağı her türlü soruya cevap verebilmeli ve onları alternatifler doğrultusunda yönlendirebilmeliyiz. Yapmamız gereken, uygulanan politikaların işçi ve emekçi kitleleri hangi yönden etkilediğini anlatabilmek ve onları harekete geçme noktasında ikna etmektir.
Mardin YDG

Ülkemiz egemenlerinin gerçekliği ve işkence

Lenin, Devlet ve Devrim adlı eserinde “sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca güç aletleridir” der. Bu tespit, burjuva demokrasisinin yaşam bulduğu bir yerde, ezilenlerin bilincinde yer etmemiş ve bu anlamıyla oradaki kitlelerde yanılsamalı bir bilinç oluşturmuş olabilir. Ancak ülkemizdeki ezilen kesimler açısından bu olgu çok net bir şekilde bilinçlerde yer etmiştir. Kürt coğrafyasında içinde böylesi soruların olduğu bir anket gerçekleştirilse, verilebilecek muhtemel cevaplar da kıyım yapanın, zulmedenin asker, polis ve devlet olduğu vurgularını görme olasılığı yüksektir. Kürt halkının bilincinde asker, polis, devlet vurgusu deyim yerindeyse eş anlamlı hale gelmiştir.
“Devlet iktidarının başlıca güç” aleti olarak kolluk güçleri ve düzenli ordunun en önemli güç aleti de şüphesiz işkencedir. Ülkemiz egemenlerinin mevcut yapısal gerçekliği, ülkemizdeki insan hakları ihlalinin, batı medeniyeti olarak atfedilen, burjuva demokrasisinin yaşam bulduğu emperyalist ülkelerdeki –ki krizin büyümesine paralel bu ülkeler de saldırganlaşmaktadır- ortalamanın her zaman çok çok üstünde yer almıştır.
AB uyum yasaları ile birlikte, ülkemiz egemenleri ve kalemşorlarınca “demokratikleşiyoruz” vurgusu, bilinçli bir şekilde uygulanan politikalar sonucu düşme eğilimi gösteren insan hakları ihlalleri son dönemlerde tekrar çıkışa geçmiştir. Demokratikleşiyoruz vurgusunun sahteliği de 3-5 yıl içerisinde gözler önüne serilmiştir.
Ülke coğrafyasının bütünü ve özellikle Kürt coğrafyası ölüm tarlalarına çevrilmiştir. Ülkemiz devrimci demokratik kamuoyu açısından failleri belli olan ancak “resmi raporlarda” failleri meçhul olan ölümlerin sıradanlaştığı bir ülkeden ve egemenlerinden bahsediyoruz, ülkemizi ve egemenlerini tarif edebilmek için. Toplam “faili meçhul” cinayetlerinin sayısının on yedi bin civarında olduğu bir ülkedir burası.
En son Engin Ceber örneğinde olduğu gibi, gözaltlarında yahut hapishanelerdeki ölümler, ülke egemenleri açısından her zaman başvurulan bir şiddet türüdür. Her ne kadar ülke yöneticileri ve temsilcileri tarafından böylesi durumlar münferit olarak ifade edilse de herkes bilir ki yaşanılanlar hiç de münferit olaylar değildir.
Bu söylediklerimiz de ayakları havada sözler değildir. Rakamların dile getirdikleri açıktır. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) açıkladığı rakamlar ortadadır. Verileri değerlendirirken, AKP’nin hükümete geldiği ve AB uyum yasalarının geçmeye başladığı 2002-2003 dönemini baz alarak değerlendirmek, ülkemizin ne kadar demokratikleştiğinin (!) göstergesi olacaktır.
2008 yılında “faili meçhul” cinayete kurban gidenlerin sayısı 29’dur. Bu sayı 2005 ve 2006 yılında yaşananlardan daha fazladır. “Faili meçhul” olan saldırılarda yaralananların sayısı da 187’dir.
“Faili meçhul” olanların yanında yargısız infaz, işkence sonucu, köy korucuları tarafından, kuşkulu ve gözaltında ölümlerin sayısı ise 65’dir. Ki bu sayı 2002 yılına göre yaklaşık yüzde 60 daha fazladır. Kaldı ki bir şekilde, kolluk görevini yerine getiren güçlerin elinden yaralı olarak kurtulanların sayısı da 56’dır.
İşkence veya kötü muameleye maruz kalanların sayısı ise, ülkemiz egemenlerinin ne kadar saldırganlaştığının göstergesi, bir nevi karnesidir. Bu sayı ise son on yılın en yüksek sayısı olup 1546’dır.
Gözaltına alınanların sayısı ise 2003’ten sonra azalırken 2006’dan sonra ise tekrardan artışa geçerek neredeyse 2003 yılının sayısına ulaşmıştır. Tutuklananların sayısı 2002 yılını da aşarak 2387 olmuştur.
Ki vurguladığımız rakamlar, yukarı da yazdığımız gibi İHD’den alınmıştır. Böylesi durumlarda çeşitli nedenlerden kaynaklı, gerçek sayının çok daha fazla olduğu ise bilinen bir gerçektir.
Vurguladığımız noktalar sadece, ülkemiz egemenlerinin, devrimci-demokrat kişilere yönelik saldırısı değildir. Aksine bu sayıların içerisinde örgütlü olmayanlar da bulunmaktadır. Ülkemiz egemenleri, halkımızı iliğine kadar sömürürken aynı zamanda da saldırmaktadır. Ne de olsa temsilcilerinin “kadın da çocuk da fark etmez saldırın” mealinde sözler sarf ettiği bir ülkede yaşamaktayız.
Ekonomik krizin büyümesi ile beraber, ülkemiz egemenlerinin daha da saldırganlaşacağının tespiti için alim olmaya gerek yok. Ayinesi iş olan ülkemiz egemenlerinin lafına bakmaya gerek yoktur. Saldırı dalgasının hedefi elbette daha dinamik olan örgütlü kesimlere yönelik olacaktır. Ancak ülkemiz egemenlerin halka yönelik saldırganlığı boyutlanacağından kaynaklı yeni demokrasi ve sosyalizm mücadelesi daha önemli olacaktır. Ve halkla bütünleşmenin de zemini çok daha fazla açığa çıkacaktır.
Ülkemiz egemenleri ne kadar saldırganlaşırsa saldırganlaşsın, devrimci mücadelenin büyümesini engelleyemeyeceklerdir. Çünkü ezilenler tarih sahnesinde son sözlerini söylemediler.

UFUK

AYNI GEMİDE MİYİZ?

Ekonomik krizin dünyayı kasıp kavurduğu şu günlerde, ülkemizde “kriz teğet geçecek”, “beceriksiz yöneticiler” ya da “işini bilmeyen patronlar” söylemleriyle geride bıraktığımız yerel seçimler sonrası halk gerçek tablodaki yerine bir kez daha döndü. Patron kulüpleri devletin kendilerini kurtarmalarını istemekte ya da çıkarılacak düzenlemeleri bizzat söyleyerek devlete yol haritası çizmekteler. Tabii ki egemenlerin çizdiği bu yol haritası emekçi halkımızın daha fazla ezilmesi anlamına gelmektedir. Bizler halkları sömürerek varlık zeminini yaratan emperyalistlerin azami kâr hırsıyla yarattıkları krizi ve bizim gibi yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerdeki komprador uzantılarının yaşanılan bu krizin etkileri sonucu tüm faturayı halka keserken oluşacak öfkeyi bertaraf etmek için savurdukları “aynı gemideyiz” söylemindeki sahtekârlığı teşhir etmeliyiz. Evet, aynı gemideyiz ama biz olsa olsa geminin dibindeyizdir.
Ülkemizde binlerce işçinin her geçen gün işsizler kervanına katıldığı, çalışma koşullarının kriz sebebiyle oluşan yedek iş gücü nedeniyle kötüleştiği, yine 2010 yılına ilişkin işsizlik rakamları tahminlerinde milyonların ifade edildiği bu tabloda, çevremizde yığınlarca genç işsiz yada ebeveynleri işsiz gençlerle karşılaşmamız tesadüfi olmayacaktır. Yaratılan bu tablodan mağdur olan geniş emekçi kesimlerin yer aldığı semtler bu nedenle önemli bir yerde durmaktadır. Semtlerdeki işçi-işsiz, öğrenci halk gençliğine bulunduğu her alanda gitmeli, yaşadıkları olumsuzluğa karşı çaresiz olunmadığının mesajını vermeliyiz.
Yine bu tabloda ön plana çıkan bir diğer araç ise DKÖ’lerdir. Yerellerdeki bu DKÖ’ler krizden etkilenmiş kişilerin buluşma noktası olabilmektedir. Bu kitle örgütlerinde çalışmalar yapmamız oldukça önemlidir.
Yine bir diğer önemli konu ise; semtlerde krizden maddi ve manevi olarak ilk etkilenen kadınların örgütlenmesine özen göstermemizdir. Sistem tarafından ezilen, işten atılan kadın; krizin toplumsal etkilerinden nasibini almaktadır. Bu çalışmalarda, 19 Nisan’da gerçekleştireceğimiz 2. Genç Kadın Buluşmasını özel bir gündem olarak ele almalı, buluşmaya buradaki faaliyetimizin sonucunda oluşacak nitel ve nicel katkıyı taşımalıyız.
Bunların yanı sıra bu tür dönemlerde egemenlerin sıkça başvurduğu, halkın gündemini değiştirme sahtekârlıklarına anlık refleks eylem ve araçlarla cevap verebilmeliyiz. Kriz nedeniyle yaratılması düşünülen “ulusalcı” dalga kendi çıkarları çerçevesinde şovenist histeriye çevrilebilmektedir. Kürt ulusuna karşı girişilen birçok saldırı bunlara örnektir. Böylesi bilinçli müdahalelerde Kürt ulusunun yanında olarak ve de gerçek düşmanı, gerçek gündemi bu şovenist saldırıya yedeklemeye çalıştıkları kitlelere anlatarak çalışmalarımızı sürdürmeliyiz.
Kriz nedeniyle yaşananlarla ilgili halkın çıkaracağı sonuçlarla, bizlerin sunacağı çözüm önerileri birbirini destekler nitelikte olacaktır. Halkımızın anlık koşullarını düzeltecek talepler ve bu eksenli çalışmaları reddetmemek şartıyla kendimizi bunlarla sınırlamamalıyız. Halk gençliği ile omuz omuza vererek sürecin bir parçası olmalıyız. Öğrenmeye açık olmalı, öğrendiklerimizden derlediklerimizle tekrar gitmeliyiz. Yaptığımız çalışmaları YDG örgütlülüğümüzün nitel gelişimini önemseyerek yayınlarımızda deneyim aktarımı olarak paylaşmalıyız. Ve bu çalışmalarımızı 1 Mayıs’ta alanlarda somutlamalıyız.

FORUM

BÜYÜK SALDIRILAR BÜYÜK MÜCADELE GÜNLERİNİ DOĞURUR

Üniversitelerde yoğun bir çalışma ve etkinlik temposunu geride bıraktığımız Mart ayı yine YDG’liler açısından birçok deneyimin biriktirildiği ve çeşitli yetmezliklerimizin farkına vardığımız bir ay oldu.
Özellikle yerel seçimlerin ülke kamuoyunun gündeminde en geniş yeri kapladığı geçtiğimiz ay, egemen sınıf partilerinin dışında ezilenlerin cephesinden de önemli gelişmelere tanıklık etti. Öte yandan emperyalist krizin etkisini her geçen gün daha fazla hissettirdiği/hissettireceği gerçeği de yine Mart ayında yaşanan gelişmelerle ortadadır. Krizin etkisinin ve ülke gündeminde kaplayacağı alanın genişleyeceği gerçeği de her gün burjuva uzmanlarca bile daha etkin bir biçimde dillendirilmektedir. Üniversiteli halk gençliğinin ise krizin etkilerinden bu doğrultuda daha fazla etkileneceği şüphe götürmezdir.
“Artan yoksulluk ve eğitim bedeli nedeniyle barınma, yemek, eğitim ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için okulda asistan öğrenci olarak çalışan öğrencilerin topluca işten atılmaları, asgari ücret almamalarına karşın sigortalarının asgari ücret üzerinden ödenmesi gerekliliği, dolayısıyla burslarının kesilmesi çalışılan öğrencileri neredeyse borçlu çıkartmaktadır. Yine fahiş harç fiyatları belediye burslarının kesilmesi gibi bir dizi uygulama üniversite gençliğinin belini bükmektedir.”(YDG, Sayı: 141, Syf. 14-Forum) Üniversiteli gençliğin somut durumuna ışık tutan yukarıdaki alıntıda görüleceği gibi bu sorunlar gün geçtikçe katlanmaktadır. Aynı biçimde bu çığ gibi büyüyen sorunların bir karşı tepki doğurması da kaçınılmaz olacaktır. Üniversite öğrencilerinin geçtiğimiz ay içerisinde burs hakları için İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir gibi büyük kent üniversitelerinde belediyelere düzenlediği yürüyüşler, yapılan basın açıklamaları buna örnek gösterilebilir. Gerçekleştirilen tepkilerin yetersizliği bir yana bu tepkilerin kimi yerlerde devrimci gençlik örgütlerinin “geniş” ortaklığı üzerinden kimi yerlerde ise Genç-Sen gibi öğrenci örgütleri tarafından geliştirilmesi şüphesiz olumludur. Yine burslu çalışan öğrencilerin işten çıkarılmalarına karşı geliştirilen tepkiler de bu gözle okunmalıdır. Bahar sürecinin diğer yoğun gündemlerinin dışında salt takvimsel gündemlerle kendini sınırlamayan bu yönlü eylem ve etkinlikler büyütülmesi gereken bir yerde durmaktadır.

Anti-Faşist Mücadeleyi Yükseltelim
Diğer yandan polis-idare işbirliği içerisinde devrimci-demokrat öğrencilere yönelik geliştirilen sivil faşist saldırılar da son dönem üniversite gündeminde yer kaplamaktadır. Bu saldırıların ana kaynağının akademik demokratik mücadelenin önünü kesmek olduğu kuşku götürmez bir gerçekken, sivil faşist gericiliğe karşı mücadele ise ertelenemez bir görevdir. Anti-faşist mücadele esas olarak sistemin gerçek yüzüne karşı yürütülen mücadeleyken, sistemin uzantısı olma durumundan kaynaklı sivil faşistlere karşı yürütülecek mücadeleden koparılmamalıdır. Burada dikkat edilmesi gereken husus öğrenci gençliğin gerçek gündemlerini ele alan bir bakış açısı ile anti-faşist mücadelenin örülmesidir.

Mesleki Gasp Saldırısı: 50/d
Uzun bir süredir gündemimizdeki yerini koruyan Bologna Projesi dâhilinde yeni saldırı yasaları gündemdedir. Geçtiğimiz ay içerisinde asistanların gerçekleştirdiği çeşitli eylemlerle gündeme gelen 50/d yasası da yine bu sürecin getirdiği saldırılardan yalnızca biridir. Bu yasanın ayrıntılarına geçmeden önce belirtilmesi gereken en önemli konu şudur. 2010 yılına kadar düşünülen ve bu tarihten sonra yeni projelerle devam edecek bu sürecin getirdiği ve getireceği yoğun saldırılardan halk gençliği büyük oranda habersizdir. Öte yandan üniversite idareleri tarafından Bologna sürecinin sürekli bir biçimde propagandası yapılmakta ve öğrenci ve akademisyenler bu sürece yedeklenmeye çalışılmaktadır. Diğer yandan mesleki ve özlük haklara dönük çok geniş saldırıların yaşandığı bu süreç bir tepki de toplamaktadır. Asistanların gerçekleştirdiği direnç bu gözle okunmalı ve önemsenmelidir. Yasaya dönersek:
2547 sayılı yasanın 50. Maddesinde üniversitelere kadro alımı eğitim alan öğrencinin geçim sıkıntısı duymadan eğitimini tamamlaması amaçlanarak düzenlenmiştir. Bu maddeye göre yüksek lisans yapan öğrencinin eğitim süresi bitince ilişiği hemen kesilmektedir. Diğer yandan üniversiteye öğretim görevlisi almayı amaçlayan aynı yasanın 33. maddesi de bu maddeye eklenmiştir ki benzeri olarak eğitim dönemi biter bitmez üniversiteden ilişik kesilmektedir. Öğrencinin okulda kalmasının yolu ise sözleşmesinin bu süre içerisinde üç kez yenilenmesine bağlıdır. Bu ise yalnızca uzman ya da öğretim görevlisi statüsündekiler için geçerlidir. Atama yoluyla gelen araştırma görevlileri için de durum değişmemektedir. Bu maddenin son bölümünde “kadro süresi eğitimin bittiği tarihte sona ermektedir, başka bir işleme gerek yoktur” özetinde bir ifade vardır. Kısacası yasa yüksek lisans öğrencilerinin kadro alma haklarını hiçleştiren bir içerik taşımaktadır.
50/d sorunu sadece bu yasaya göre çalışan araştırma görevlilerinin istihdam sorunu değildir kuşkusuz. Bu durumun ötesinde üniversitelerde Bologna projesiyle gerçekleştirilmeye çalışılan esnek çalışma modelinin en önemli adımlarından biridir. YÖK Strateji Raporu (2006) (ki 50/d yasası aynı yıl meclise sunulmuştur) ve TÜSİAD tarafından hazırlanarak 2008 Ekim ayında açıklanan “Türkiye’de Yüksek Öğretim: Eğilimler, Sorunlar ve Fırsatlar” başlıklı rapor da bu doğrultuda sunulan ve sermaye sahiplerinin de bu sürecin öncüğüne soyunduklarının bir göstergesidir. Örneğin bahsi geçen YÖK raporunda “Garantili maaş sistemi yerine tarafsız kurulların değerlendirilmesine dayanan, belli bölümleri performansa dayalı maaş sistemine geçilmesi ve idari ve akademik personele kadro güvencesinin hangi koşullarda verileceğinin yeni kurallara bağlanmasının düşünülebileceği…” belirtilirken, bahsi geçen TÜSİAD raporunda ise iş güvencesi, “mevcut ortamda, yenilikçi öğretim ve araştırmayı engelleyen diğer bir etmen…” olarak görülmektedir. (aktaran: Özgür Müftüoğlu, www.sol.org.tr)
Konuya Milliyet’teki köşesinde değinen Abbas Güçlü ise sistemin Amerikan üniversitelerinde uygulanan sistemin bir benzeri olduğunu belirtmiş, esnek eğitim modelinin savunusuna soyunmuştur. Bologna projesi ile yüksek öğretim ağı oluşturma hedefi ile ülkemiz yüksek öğretim alanında eğitimin niteliği, biçimi ve eğitim sonrası sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmek istenmektedir. Üniversitelerde bu dönüşümü hedefleyen Bologna Süreci ve Lizbon Bildirgesi’ni temel alan YÖK’ün ve TÜSİAD’ın raporlarında amaçlanan ABD’de uygulanmakta olan sistemle bütünüyle paraleldir. Ve bu sistem bu sürece dahil olan tüm ülkeler için uygulanmak istenmektedir. Mesele uluslararası emperyalist sermayenin çıkarında düğümlenmektedir.
Keza 50/d bu gözle okunmalı ve diğer tüm saldırı yasalarıyla ortak yönüne vurgu yapılmalıdır. Çeşitli üniversitelerde gerçekleştirilen panel ve toplantılarda yoldaşlarımızın süreci bir bütün olarak ele alan bakış açılarının yarattığı etki hem konunun (merkezi yönelimimiz olduğu halde) bizler tarafından yeterince “kavranmadığının”, hem de bu saldırıların muhataplarının saldırılardan habersizliğinin ve saldırılar karşısında aktif tutum alacaklarının göstergesidir. Yine benzeri örnekler çeşitli üniversitelerde ÖTK toplantılarında da yaşanmıştır.
Görüleceği gibi önümüzde sürecin çok gerisinde kalınmasına rağmen geniş kesimlerin harekete geçirilmesi potansiyeli vardır. Özellikle Nisan ayının (20-29 günleri arasında) son haftasında gerçekleştirilecek Küresel Eylem Haftası, “Eğitim Hakkına Sahip Çık” şiarı doğrultusunda gündemleştirilmeli ve devrimci demokrat gençlik örgütlerinin katılacağı geniş eylemlilikleri örgütlemeyi hedeflemeliyiz. Bunların dışında konunun Eğitim-Sen gibi kitle örgütleri başta olmak üzere Genç-Sen vb. öğrenci örgütlerinde de gündemleştirilmesinin olanakları vardır. DKÖ’lerde çalışma konusunda kat ettiğimiz mesafe düşünüldüğünde hiç de azımsanmayacak olanaklarımızın olduğu bilinciyle hareket etmeli ve açığa çıkartılacak bu potansiyeli 1 Mayıs alanlarına taşımayı hedeflemeliyiz.

BELLEK

24 NİSAN VESİLESİYLE
Ermeni Soykırımını unutmayacağız!

“Nehirde su yerine kan akıyor ve binlerce masum çocuk, kabahatsiz ihtiyar, aciz kadınlar, kuvvetli gençler bu kan cereyanı içinde ademe* doğru akıp gidiyordu.” diye yazacaktı eski Halep Valisi Celal Bey, bu vahşi soykırımın sadece Konya’daki yüzünü anlatırken anılarında.
Çeşitli liberal aydınların, Ermenilerden Özür Dileme İmza Kampanyası ve TC Cumhurbaşkanı’nın Ermenistan’a ziyaretiyle ülke kamuoyunda geçtiğimiz aylar içerisinde tartışılan Ermeni Soykırımı yeniden onlarca yalan ve ikiyüzlülük örneğinin bu tarihsel kara sayfanın yanına eklenmesine neden oldu.
Henüz doğmamış çocukların yaşam haklarının çalındığı bir kırım, çocuk ve kadın bedenlerinden ceset tepelerinin yükseltildiği bir kırım; tarihin en büyük acılarına çığlık çığlığa tanıklık edilmek, dahil edilmek zorunda bırakılan bir halk ve faşizmin kokuşmuş yalanları… Katledilen ve katledilecek olan her Hrant’ta, 6-7 Eylül’lerde, Maraşlarda, Sivaslarda, 12 Martlarda, Dersim 38’lerde, Kürt katliamlarında, 77’lerde, açılan ve açılması tarih boyunca mümkün olmayacak “Ergenekon” kuyularında… Görmeye “alışık” olduğumuz ve görmeye tahammül etmeyeceğimiz, aynı pencereden bizlere izletilen ‘farklı manzara’ kareleri…
Ne bir özür borcumuzun olduğu, ne de özür borcu olanların(!) verilecek bir özürle bu kara lekeyi temizleyemeyecekleri bir 24 Nisan sabahına, soykırımdan 94 yıl sonra yeniden gözlerimizi açacağız bu yıl. Yanı başımızda yeni katliamlar, gözyaşları, yanı başımızda yüreklerde bilenen umut, zihinlerde yetişen hesap sorma bilinci ile…

Soykırım
Osmanlı Devleti’nde I. Dünya Savaşı esnasında Jön Türkler iktidarı döneminde ve öncesinde II. Abdülhamid döneminde yaşanan Ermenilere dönük katliamların tümü yaşanan Ermeni Soykırımı’nı tanımlayan süreçtir. Fakat yaşanan tüm bu katliam süreci içerisinde (1894-1915) esas olarak kitlesel kıyımların başlatıldığı yıl 24 Nisan 1915 ile fiiliyata geçmiştir. Bu yıl ve öncesinde yaşanan olaylara paralel olarak, 1915 Şubat ayından itibaren Osmanlı ordusundaki Ermeniler silahsızlandırıldı. Birçok kentte Ermeni toplumunun ileri gelenleri tutuklandı. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da Ermeni toplumunun önde gelen 2.345 ismi tutuklanarak Anadolu'ya sürüldü. Bunlar arasında siyasi militanların yanında milletvekilleri, tanınmış yazar ve şairler, sanatçılar, din adamları ve işadamları da vardı. Sürülenlerin çoğu sürgünde öldü veya öldürüldü. 24 Nisan, günümüzde bu nedenle Soykırım Günü yada başlangıç tarihi olarak anılmaktadır.
Osmanlı Devleti I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinden itibaren sistemli bir biçimde gayrimüslim azınlığı ve bunlar içerisinde de Anadolu topraklarında en fazla nüfusu kaplayan Ermenileri bilinçli ve sistemli bir devlet politikası dahilinde katletmiştir. Bu nedenle yaşanan olaylar her türlü yalan ve çarpıtmaya rağmen bir soykırımdır. Gerçekleşen olaylar, katliamın boyutu ve tarihsel belgeler tarihsel bu gerçeğin çarpıtılmasına yer vermeyecek kadar nettir.
1891 yılında dönemin Osmanlı Sultanı II. Abdulhamid tarafından büyük bir çoğunluğu Sünni Kürt aşiretlerinden oluşturulan Hamidiye Alayları (daha geniş bilgi için bkz. Büyük Osmanlı Entrikası: Hamidiye Alayları, Kemal Süphandağ, Komal Yayınları) T. Kürdistanı’nın kuzey bölgelerinde korkunç katliamların altına imza atmışlardır. Bu dönem boyunca genelde Gayrı Müslim tebaa özelde ise Ermeniler üzerinde uygulanan ağır vergiler, katliam yağma yoluyla beslenmiş ve bir yandan sürgün yolu hazırlanmaya çalışılmış; ülkelerini terk etmek istemeyen Ermeniler göçe zorlanmış diğer yandan yaşanacak soykırımın zemini hazırlanmıştır. 1895’teki olaylar ayaklanma teşebbüsü olarak kabul edilmiş büyük katliamlara girişilmiş ve 94-96 arası dönem Hamidiye Katliamları olarak tarihe düşmüştür. Ardı sıra 1909’taki Adana olaylarında yine çok sayıda sivil Ermeni katledilmiştir.
I. Emperyalist Savaştan önce iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermenilere dönük katliamlarda Abdulhamid’den devralınan bayrağı sistemleştirip daha da ileriye taşımış ve tarihe düşülen bu kara lekede en büyük payın sahibi olmuştur. İttihat ve Terakki ilk iş olarak soykırımı planlamak ve yönetmek üzere özel bir birim olan Teşkilat-ı Mahsusa’yı kurmuştur.
İttihat ve Terakki iktidarı 2 Ağustos 1914’te seferberlik ilan etmiştir. Seferberlikle birlikte önce 20-45 yaş grubu Ermeniler askere alınmış ve ardından askerî taşımacılıkta kullanılmak üzere 15-20 ve 45-60 yaş grupların askere alınmıştır. Ve böylelikle gelişebilecek her türlü direnişin önü alınmıştır öncelikle. Öte yandan Cemiyet, aynı günün gecesi Eşref Kuşçubaşı şefliğinde Teşkilat-ı Mahsusa’yı oluşturmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Merkez-i Umumi’de alınan bu kararla Eşref Kuşçubaşı’nın bu örgütün başına getirilmesi boşuna değildir. Çünkü adı geçen şahsın “Anadolu’da gayrı Türk unsurları tasfiye” şeklindeki planı dahilinde soykırım gerçekleşecektir. Bu konu faşist cemiyet kadrosu için stratejik öneme sahiptir. Cemiyet sözcülerinden Hüseyin Cahit Yalçın’a göre yurdun Ermenilerden arındırılması kararı “müthiş ve memleket için zaruri olduğu sarahatle anlaşılan” bir karardır. Bu karara öylesine sarılınmış tır ki, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa (Kut) anılarında "Vatanımın en korkunç ve acı günlerinde vatanımı düşmana esir olarak tarihten silmeye kalktıkları için" Ermeni Milletini son ferdine kadar yok etmeye çalıştığını yazmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa birliklerinin insan kaynakları ise Hamidiye Alayları geleneğinden Kürt aşiretleri, mahkumlar, Kafkas ve Rumeli göçmenleri olmuştur.
Çeşitli belge ve anılarla bu birliğin gerçekleştirdiği katliamlar belgelenmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa, Ermeni köylerini, kasabalarını yakma, önde gelen Ermenileri katletme, Ermeni isyanlarını bastırma vb. görevlerin dışında Tehcir sırasında da göç halindeki halka dönük katliam, yağmalama vb. birçok görevde kullanılarak soykırım boyutlandırılmıştır. Daha henüz teşkilatın oluşturulduğu Ağustos ayında, Kafkas sınırlarında Ermeni köylerine, siyasi ve dini liderlere yönelik saldırılar ve katliamlara başlanmıştır. Erzurum'da Bahattin Şakir’in kurduğu çetelere Hasan İzzet Paşan'nın emriyle 9. Kolordu'ya bağlı birliklerden en güzide subay ve Erzurum'un en “babayiğit gençleri” verilmiştir. Almanya'nın Erzurum Konsolosunun raporuna göre, birliklerin Ermeni köylere baskın öldürme ve soygun yaptıkları raporlanmıştır.
Kafkasya'da Teşkilât-ı Mahsusa birlikleriyle birlikte görevde bulunan ve bunları “caniler” olarak tanımlayan Alman subay Louis Mosel bölgede görev yapan Jön Türk komitesinin işten el çekmesini istemiştir. Van civarında görevli Alman subay Friedrich-Werner von der Schulenburg, Büyükelçi Hans von Wangenheim’e komitenin bölgedeki bu tür eylemlerine son verilmesi için çağrılarda bulunmuştur. Cephedeki yenilgiler, özellikle Sarıkamış Hezimeti'nden sonra Teşkilat-ı Mahsusa birliklerinin büyük bir kısmı kaçmış ve sadece Ermeni köylerde değil Müslüman köylerde de talan ve yağma yapmıştır.
Verdiğimiz bu bir kaç örnek bahsi geçen birliklerin niteliğini ve gerçekleştirilen olayları anlatmaya yetmektedir.
Seferberlikten sonra yaşanan olaylarla beraber Osmanlı Devleti 16 Aralık 1914 tarihli bir tebliği ile Ermeni ıslahatı için 8 Şubat 1914'te imzalanmış Yeniköy Anlaşması'nın geçersiz olduğunu ilan etmiştir. 24 Nisan fiili tehciriyle beraber tehcirin resmileşmesi gündeme gelmiş ve 27 Mayıs 1915'te çıkarılan bir Kanun-ı Muvakkat (geçici yasa) ile yerel mülki ve askeri yöneticilere, uygun görecekleri kişileri geçici olarak başka yere naklettirme yetkisi verilmiştir. 30 Mayıs günü Meclis-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) kararıyla tehcir süresiz hale getirilmiş, bunu izleyen aylarda Anadolu'nun Ermeni nüfusunun büyük bir kısmı kafileler şeklinde yola çıkarılarak Suriye Çölü'ndeki Deyrizor'da kurulan toplama kamplarına sevk edilmiştir. Kafilelere katılanların önemli bir bölümü ya yolda ölmüş veya öldürülmüştür. Çöldeki bir kampın bu büyüklükte bir kalabalığı barındırması söz konusu olmadığından, Deyrizor'a varanların bir bölümü de açlık veya hastalıktan ölmüştür.
Çıkarılan tehcir yasasında Ermenilerin malları ve canlarını güven altına alacağına dair onlarca sözde yasa çıkaran, Ermenilere dönük gerçekleştirilecek her türlü yağma ve katliam için ağır cezalar vereceğini bol keseden beyan eden Osmanlı yönetimi bir milyona yakın Ermeni’yi bu çöle sevk ederek bilinçli bir soykırım politikası gütmüştür. Görüldüğü gibi hem Abdulhamid döneminde hem de direkt tehcir zamanında gerçekleşen olaylar bir bütün olarak incelendiğinde olayın bir soykırım olduğu, bütün çıplaklığıyla resmi ve sistemli bir devlet politikası olduğu ortadır. Bu durumu anlamanın bir başka yolu da Osmanlının devamı durumundaki ve özelde ise İttihat ve Terakki kökenli kadroların kurduğu TC’nin Ermeni Soykırımı konusundaki resmi tavrından anlamak mümkündür. Yaşanan soykırımdan sonra TC sınırları içerisinde kalan az sayıdaki Gayrı Müslime dönük gerçekleştirilen çeşitli katliamlar (15-16 Eylül, Hrant Dink) ve baskılar da bu fotoğrafın bir başka yüzüdür.
Faşist TC’nin de kendi resmi belgelerinde Soykırım çeşitli biçimlerde ifade edilmiş yer yer savunulmuştur da. Keza eski Milli Eğitim Bakanlarından Yusuf Hikmet Bayur, 1928'de Yarbay Nihat tarafından Türkçeye çevrilip Genelkurmay Yayınları’nca yayımlanan La Guerre Turgue dans la Guerer Mondiale adlı eserindeki "Savaşla İlgili Osmanlı Kayıplar Tablosu”nda, Anadolu, bundan manada, Vilâyat-ı Şarkıye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000’ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum’da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür...” kaydını aktararak katliamı doğrulamak gerektiğine vurguda bulunmuştur. Yine Ahmet Refik 1919'da yayımlanan İki Komite İki Kıtal adlı eserinde İttihatçıların Ermenileri imha etmek ve bu surette Vilayat-ı Sitte** meselesini ortadan kaldırmak istediğini aktarmıştır.
Bursa milletvekili Hasan Fehmi Bey (Kolay), 17 Teşrinievvel 1336 (17 Ekim 1920)'de TBMM'nin gizli oturumunda:“Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telâkki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel âlem-i nasraniyetin bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik unvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.”diye konuşarak Soykırımı kabul etmekle kalmayıp onun meşruluğunu savunmaya cüret edebilmiştir.
Yine aynı dönemde Ermeni temsilcilerince çeşitli emperyalist devletleri yaşanan katliamlara göz yummamaya çağıran mektuplar ya görmezlikten (Ermeni Başpsikopusunun Amerika ve İngiltere elçiliklerine gönderdiği mektup) gelinmiş ya da Çarlık Rusya’sı örneğinde olduğu gibi kendi emelleri (işgal) için kullanılmıştır. Bu yönüyle gerçekleştirilen Soykırımda emperyalist devletlerin payı da görülmelidir.
Yaşanan soykırımı belgelemenin bir başka yolu ise aynı dönemde Ermeni Nüfusuna dair yapılan sayımlardan yola çıkarak mümkündür: 1914 Osmanlı nüfus sayımına göre imparatorluk topraklarında yaşayan Ermeni sayısı 1.295.000'dir. (Bu nüfusun tamamına yakını bugünkü Türkiye sınırları içindedir.) Ermeni Kilisesinin vergi kayıtlarına dayalı 1913 istatistiğine göre bu rakam 1.914.000 olmalıdır. Batılı kaynaklarda genellikle 1.600.000 ile 1.800.000 arası sayılara rastlanır. Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı olan 1927 nüfus sayımında Türkiye'nin Ermeni nüfusu 100.000 civarında gösterilmiştir. Güvenirliliği tartışılabilir olan tüm bu kaynaklardan yola çıkarak bile soykırıma tabii tutulan kitlenin 1.000.000’dan fazla olduğu görülecektir. Fakat resmi ideolojinin en kafatasçı kurumlarından TDK’nın geçtiğimiz dönemki başkanı Prof.(!) Hallaçoğlu, Kürtler ve Alevilere dair yaptığı birçok deli saçması açıklamaya ek olarak tehcire uğrayan nüfusu 56.000 dolaylarında gösterebilmektedir.
Tüm bu gerçekler ışığında 24 Nisan karanlığa sürüklenen bir halkın kaderinin tarihi ve lanetle anılması, hesabı sorulası bir gündür. Gerçekleştirilen bu katliam Hitlerin Yahudi soykırımına ilham olacak kadar boyutlu sistematik ve planlıdır. Ve tarih ezilenlerin mahşeri kalabalıklarının soracağı hesaplar arasına bu günü de eklemiştir. İttihat ve Terakki’den devralınan katliam bayrağı, Kemalist faşizmin elinde bugün Kürt Halkı’nın, Alevilerin, emekçilerin üzerinde gezdirilmektedir. Biz genç devrimcilerin bu tarihsel gerçeği böyle kavraması gerekmektedir. Ve tarih ironilerle doludur: tıpkı 24 Nisan Soykırımının gerçekleştiği bu toprakların, bu lanet günlerini sahipleriyle beraber tarihin en karanlık sayfalarına gömecek olan 24 Nisan güneşine aynı toprakların analık etmesi gibi…
* ölüme
** Altı Vilayet(il): Osmanlı Devleti’nde, Erzurum, Van, Harput, Sivas, Bitlis ve Diyarbakır’ı içine alan altı ile verilen genel ad.
Not: yazıda geçen tüm bilgiler için www.wikipedia.org sitesinden, www.taraf.com.tr sitesinde Ayşe Hür arşivinden ve Büyük Osmanlı Entrikası Hamidiye Alayları, Süphandağ Kemal, Komala Yayınları kitabından yararlanmıştır.

DENGE CİWANE

KÜRT ULUSAL SORUNUNDA YENİ AŞAMA

15 Şubat tarihinde Abant Platformu’nun Hewler’de yaptığı 18. toplantıyla beraber ulusal sorunun, yeni olduğu kadar süreç açısından ilginç gelişmelere gebe duruma geldiği görülmektedir. Toplantı sonrası ülke gündeminde yürütülen tartışmalarla beraber düşünüldüğünde Ulusal Harekete yönelik kapsamlı bir tasfiye planının devreye sokulduğu ortadadır. Abdullah Gül’ün Irak Kürdistanı’nı ziyaretinde “ İyi şeyler olacak” demesi ya da Erdoğan’ın “Terörü yeniden tarif etmek gerekir” vurgusu bu duruma açık delil teşkil etmektedir. PKK şahsında silahlı mücadelenin tasfiyesi tartışması; Hewler’deki toplantı yada Gül’ün Irak ziyareti ile hararetlense de tasfiye planı bu süreyle sınırlı değildir. Pratik olarak TRT 6’nın yayına girmesiyle başlayan süreç, birkaç büyük üniversitede Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümünün açılacak olması vb. girişimler/açılımlarla beraber sürmektedir.
Tasfiyenin teorik olarak egemenlerin sürekli gündeminde olma gerçekliğinin yanında tasfiyeciliğin yoğunlaşmış biçimde 5 Kasım 2007’de G. Bush ve Erdoğan arasında yapılan görüşmeyle başladığı söylenebilir. Keza, kısa bir süre sonra sınır dışı operasyon tartışılmış ve meclisten karar olarak çıkmıştır. Operasyondan ciddi bir mağlubiyet alarak çekilen TC ordusunun gerilla ile “baş edemeyeceği” daha açık ve tekrarlayan bir biçimde ortaya çıkmıştır. Ardından gelen Oramar ve Bezele baskınlarıyla psikolojik üstünlük PKK’ye geçmiştir. Sınır dışı operasyona KDP ve KYB göstermelik tepkiler vererek göz yummuşlardır. ABD icazetli askeri operasyonlarla PKK’nin komuta merkezine müdahale edilmeye çalışılmış; fakat büyük bir başarısızlık elde edilmiştir. Askeri anlamda istediğini elde edemeyen egemenler, 2009’dan itibaren yine emperyalist patentli olan; fakat bu sefer askeri yöntemler dışındaki yöntemleri kullanarak tasfiye planlarını sürdürmektedirler. Sürecin politik adımlarının bu döneme denk getirilmesinin tesadüf olmadığı ve belli başlı nedenlerinin olduğu ortadadır. Bu nedenlerin aleni olanlarını sıralayacak olursak;
- Tasfiye planı ABD merkezli olduğundan, ABD’nin sürece daha aktif katılabilmesi için ABD’deki başkanlık seçimlerinin sonuçlanmasının beklenmiş olması,
- Tasfiye planının hizmet ettiği nokta olarak kısa dönem içerisinde Irak’tan çekilip Pakistan’a yöneleceğini ilan eden ABD’nin; geride bıraktığı bölge açısından PKK’nin tehlike arz eden potansiyelini ortadan kaldırma ihtiyacı, “Dikensiz gül bahçesi” hedeflenmesi,
- Türkiye açısından ise; ekonomik krizin ülkede yarattığı tahribatla birlikte AKP’nin krize “aldırmaz” tutumu ve T. Kürdistanı’nda izlediği “hırçın” politika nedeniyle gittikçe güven kaybeden AKP’nin oy kaybetmesinin bir nebze de olsa önüne geçilmesi.
Seçim öncesi TRT 6’nın yayına girmesi ve bölgede bunun çokça propagandasının yapılması bu amaca hizmet etmektedir. TRT 6’nın yayına girmesini mecliste ayarsız bir Kürtçe ile ilan eden Erdoğan, Meclis Grup Toplantısı’nda konuşmasını Kürtçe yapan Ahmet Türk’e çıkışarak; Kürtçe konuşulacaksa bile bunu sadece egemenlerin yapabileceğini belirtmiştir adeta. Keza Kürtçe ile ilgili yapılan açılımların samimiyetsizliği, gösterilen tavırlardan kaynaklı açığa çıkmıştır. (Hapishanelerde Kürtçe konuşma yasağının sürmesi, Dicle Üniversitesi’nde anadilde eğitim talebi için yürüyüş yapan öğrencilerin tutuklanarak 27’şer yıldan yargılanması vb.) Kaldı ki bölgedeki seçmen de bunların seçim yatırımı olduğunu görmüş ve seçimlerde tavrını da buna göre belirlemiştir. Bu yöntem 2007 seçimleri öncesiyle benzerlik taşımaktadır. 2007 seçimleri öncesinde de AKP Kürt sorununun çözümüne yönelik bolca söylemlerde bulunmuş ve prim elde etmeye çalışmıştır.
Zamanlamaya ilişkin nedenlerden bahsettikten sonra biraz da emperyalist patentli tasfiye planına değinmek gerekir. Bu plan bir dönem Clinton’un danışmanlığını yapan Henri J. Barkey’in, “Kürdistan Üzerinde Çatışmayı Önleme” başlığını taşıyan rapor çerçevesinde tasarlanmaktadır. 90’lı yıllardan beri bu konu üzerinde çalıştığını belirten Barkey; raporunda PKK yöneticilerinin Avrupa’ya gönderilmesi, genel affın çıkarılması, kültürel anlamda açılımların sunulması gibi noktalar üzerinde durmaktadır. Abant Platformu’nun toplantısı da bu çerçevede yapılmıştır. Önümüzdeki günlerde yapılacak olan Kürt Konferansı da yine bu raporla ilgilidir.
Gül’ün Irak ziyaretinin ve Talabani’nin açıklamalarının sürece nasıl tekabül edeceğini doğru okumak gerekir. Gül’ün, Irak Bölgesel Yönetimi ile resmi olarak görüşmesi ve Kürdistan sözünü kullanması açık bir şekilde şu mesajı vermektedir: “Ben resmen seni tanıyorum, sen de beni PKK’ye karşı destekleyeceksin.” Bu mesaj Talabani tarafından doğru okunmuş olacak ki PKK’ye silah bırakma ya da Irak topraklarının terki seçenekleri tehditkar bir şekilde bildirilmiştir. Gelinen aşamada Talabani’nin açıklamaları, uzlaşmanın düzeyini göstermektedir. Gül’ün çözüm çağrılarında bulunmasının samimiyetsizliği bilinen bir gerçeklik olsa da Irak Bölgesel Yönetimi’nden “ no man’s land” (insansız bölge) talebinde bulunması dikkat çekicidir. “Ya çözüm için yardımcı ol ya da Kuzey Irak’ı insansızlaştır, ben de istediğimi yapayım.” tehdididir.
Egemenlerin, evvelden beri adı zaten Kürdistan olan toprakları lütuf bahşedercesine adıyla anma “cesareti” bile Gül’ün Türkiye topraklarına dönmesine kadar sürmüştür. Gül, Kürdistan deyip demediği ile ilgili yuvarlama açıklamalar yapsa da bu konuyu köşe yazarlarının çokça işlediği görülmektedir. Sistemin kendi tabularına biçim verebilecekleri sistemin kalemşörleri tarafından da dile getirilmektedir. “Kürdistan deyimi kullanılmamalıydı iddiasında değiliz. Zamanı gelince elbette kullanılır.” (Oktay Ekşi) İşte şovenizmle harmanlanmış, burjuva çıkarcılığının tipik tezahürü.
Tasfiye sürecinin PKK’yi ya da Öcalan’ı muhatap almayı doğuracağı ihtimal dahilindedir. Bu, sistem tarafından her ne kadar kabul edilemez olsa da egemenlerin çıkarları bu durumu zorunlu kılabilir. Bu teze ilişkin faşist köşe yazarının tespiti ilgi çekici mahiyettedir. “Tahminim, Türkiye resmi düzeyde hiçbir zaman bu tezinden vazgeçtiğini söylemeyecektir.” ( Ertuğrul Özkök)
Önümüzdeki günlerde Kürt Konferansı yapılacaktır. Konferansta Barkey’in raporu doğrultusunda PKK’nin aleyhine karar aldırtılmaya çalışılacaktır. Nitekim Abant Platformu’nun toplantısının açılış konuşmasını yapan Mümtazer Türköne, yakınlarda yapılacak konferansta PKK’ye silah bırakma dayatması yapılacağını ve bunun PKK’nin tasfiyesi için önemli bir adım olacağını söylemektedir. Bu kararların, Talabani ve Barzani’nin desteğiyle birlikte PKK üzerinde baskı kurulmaya çalışılarak hayata geçirilmesi düşünülmektedir.
Tasfiye planını boşa çıkarmak, başka bir deyişle bu sürecin nasıl yönlendirileceğini büyük oranda Ulusal Hareket belirleyecektir. Tasfiyeciliği boşa çıkarmak, silahlı mücadelenin meşruluğunu savunmak, Ulusal Hareketin sorumluluğunda olduğu kadar devrimci hareketin de sorumluluğundadır.

BİRLİK

Umudu güçlendiren dağlardır

Geçen sayıda, bu köşede, Komsomol’un ilkelerini inceleyeceğimizi belirtmiştik. Halk gençliğinin Komsomol’u tanıyabilmesi için Komsomol ilkelerinin incelenmesi önemlidir. Ancak, Komsomol’a neden ihtiyaç olduğu anlaşılmadan, Komsomol ilkelerinin incelenmesi bir anlam taşımayacaktır.
Neden güçlü bir Komsomol’a ihtiyaç vardır? Evet, sorumuz ve sorunumuz budur.
En başta, bu düzen bize hiçbir gelecek vaat etmemektedir. Daha doğrusu, sistemin bize biçtiği gelecek, sefil bir yaşam, iliğimize kadar sömürülmek, aptallıkla terbiye edilmek; daha güzel bir dünya, iyi bir yaşam umudumuzun yok edilmesi, tüm bunların sonucunda elde ettiğimizle, “efendilerimize” şükretmektir. Bize biçilen yaşam, budur.
Bu biçilen yaşam için öğrenci, işçi, köylü olmamız o kadar önemli değildir, ayrım noktalarımız çok belirleyici değildir. Belki üniversite öğrencileri için faklı bir durumdan bahsedebiliriz. Ancak, üniversitelerdeki neo-liberal eğitim politikaları sonucu, üniversite öğrencilerinin çok büyük bir kesimi için, iyi bir gelecek umudu yerle bir edilmektedir. Gelecek için, sistem hepimize aynı rolü dayatmaktadır: Nitelikli bir işçi olma veya nitelikli ama bir işçi olmaktan yoksunluk. Sistem hepimizi aynı gemiye yerleştirmekte ve içinde bulunduğumuz gemide sürekli bir şekilde gedik açılmakta ve gemi su almaktadır. Ucuz iş gücü, en ufak bir iş güvencemizin olmaması, yarı aç-yarı tok bir yaşam biçilmektedir. Okuyup “büyük adam” olma hayaliyle bizi nice fedakârlıkla okula gönderen ailelerimizin hayallerine inat “büyük adam” olmakla sonuçlanmakta, ailelerimizin gözyaşları içerisinde umutları kararmaktadır. Ve krizin derinleşmesiyle birlikte, bu resim her geçen gün netleşmekte, diplomalı işsizlik safına her yıl binlercesi eklenmekte, dahası bundan çok daha fazlası üniversiteye dahi girememektedir.
Kriz öncesi ekonomik büyümenin zamanla istihdamı arttıracağı masalının günümüzde son bulması, karın tokluğuna çalıştığımız işimizde bile bizden daha fazla fedakarlık beklenmesi, dahası ilk fırsatta, bizler hiç düşünülmeden, kârlarına zarar gelmemesi için kapı önüne konulacak ve krizlerinin faturasını ödemek zorunda bırakılacağız.
Hak arama çabalarımıza saldırılmakta, üniversitelerde sürekli soruşturmalar açılmakta, öğrencilerin basit gerekçelerle tutuklanmaları süreklilik arz etmekte, 2000 yılı başlarındaki demokratikleşiyoruz masalı, sistemin kolluk güçleri tarafından yapılan işkencelerle tuzla buz olmakta, işçilerin sendikal mücadelesine ket vurulmakta, kölece bir yaşam dayatılmaktadır.
Kölece bir yaşam dayatması, kendiliğinden tepkilere neden olsa da –kaldı ki krizin derinleşmesine paralel bu tepki daha da fazlalaşacaktır- genç nüfusun önemli bir kısmı tarafından, içten içe isyan etseler de, çaresizlikten ya da sistemin bilinçlerine hükmetmesinin sonucu kabul görmektedir. Bunun sonucunda, gelecek günlerinden umutlu olanların oranı azalmaktadır. Sistemin istediği tam da budur: Umutsuz genç nüfus oranının sürekli olarak artması.
Sistem tüm bunları gerçekleştirebilmek için tüm muhalif örgütlülüklere saldırmakta, meşru ve legal örgütlülükleri illegal örgüt gibi göstermekte ya da bunu gerçekleştiremediği noktalarda farklı gerekçelerle baskıları yoğunlaştırmakta, okuldan atma, dersten bırakma, tutuklama, işten çıkarma vb tehditlerle terbiye etmeye çalışmaktadır.
Kaldı ki, sistemin yukarıda vurguladığımız saldırıları büyük oranda örgütlü olanlar için geçerlidir. Çok büyük bir gençlik kesiminin örgütsüz olduğunu düşünürsek, sistemin en büyük saldırısı, bilinçlerimize yönelik saldırıdır. Bunu da bizi daha fazla yalnızlaştırmaya çalışarak yapmaktadır. Burjuvazinin belirlediği bir toplumsal eğitimden geçen insanlar, burjuva düşüncesinin kirli yönleriyle kirletilmekte ve bu kirlenmişliğin üzerinden propaganda yaparak ve çok küçük bir azınlığa bireysel kurtuluş umudu üzerinden, insanların birbirleri hakkında güvensizlik yaratılmaya çalışmaktadır. Sistem yalnızlaştırmayı güvensizleştirerek yapmaktadır.
Yalnızlaşma, güçsüzlüğü besler. Güçsüzlük, çaresizliği, inisiyatifsizliği, boş vermişliği, duyarsızlığı, mutsuzluğu ve umutsuzluğu besler. Hangimiz bu duyguları yaşamadık. Hangimiz bu güçsüzlüğü tüm hücrelerimizde hissetmedik?
Bu konuda sistemin en büyük kozlarından birisi de yanılsama yaratarak, çok güçlü olduğunun propagandasıdır. Gelişen teknolojiyle birlikte, tüm toplumun denetim altına, tüm telefonların kayıt altına alınmaya çalışılması, internet vb iletişim araçlarının kontrol altına alınmaya çalışılması, böylesi bir bilincin şekillenmesine de neden olmaktadır.
Üzerimizde sürekli bir denetim sağlanmaya çalışılması, inisiyatifin sistem tarafına geçmesine neden olmakta, bu da bizleri daha fazla edilgenleştirmektedir. Tüm bu olguların ortasında, bir şeyleri değiştirmeye çalışan bizlerin, hangimizde bir sıkıntı yaratmamıştır. Ve tüm bunlara inat olarak, hangimizin duygu dünyasında, bilincimizde dağlar yer almamıştır.
Tüm bunların içinde, umutsuzluğa inat umutla mücadele eden ve bu mücadeleden taviz vermeyenlerin beslendiği kaynak nelerdir? Örneğin militan Kürt gençlerinin... Umutları güçlendiren, dağlardır. Oradaki mücadeledir. Çünkü bilinmektedir ki, tüm bize çektirilen acıların hesabı orada sorulmakta, mücadelenin şah damarı orada atmaktadır. Umut da orada büyümektedir. Hani büyük şair Ahmet Arif’in dediği gibi: “… hesap dağlarladır! Umut dağlarla.”
Krizin derinleşmesi, sisteme yönelik öfkeyi açığa çıkarmaktadır. Bu da sosyalizm mücadelesinin daha fazla ilgi çekmesi ve bu mücadele içerisinde devrimci seçeneğin açıkça belirginleştirmesini doğurmaktadır. Gençliğin öfkesinin arttığı oranda, sistemin temellerine yönelik mücadelesi de artacaktır.
Tüm bu nedenlerden dolayı Komsomol’a her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç bulunmaktadır. Gençliğin bağımsız, özgür, sistemin denetimi dışında komünist örgütü olarak ve devrimci savaşın organik bir parçası olması açısından Komsomol’un önemi büyüktür.
Gençlik, bu sisteme son verecek en büyük güçlerden birisidir. Çünkü geleceğin sahibi bizleriz. Geleceğimizin aydınlık olması açısından devrim şarttır. Devrim gerçekleşmeden, geleceğimiz de olmayacaktır. Devrim için, gelecek için, gençlik kendi akacak yatağını bulmalı, Komsomol’u güçlendirmelidir.

GENÇLİĞE NOTLAR

YA STATÜKONUN PARÇASISIN YA DA ONU PARÇALARSIN!

Her ne kadar kelime anlamı durağanlık da olsa statik olana yapılan atıf, örgütlü mücadelede kısırdöngüyü kıramamaya karşılık gelir. Her şeyin hareket ettiği bir dünyada konunun özü hareket değil onun niteliğidir. Statik nitelikli hareket de (tüm tezatlığına rağmen) devinimin iddiasızlığına denk düşer.
Rutin devinim de kendi niteliği kapsamında heyecan verici, yeni şeyleri içinde barındırır ancak insanlık tarihinde üretim ilişkilerinin değişmesi anları devinimin doruk noktalarıdır. Kapitalist bir toplumda yıllarca sınıf mücadelesi vermek ileriye gidişin zeminini döşer ancak kapitalist döngünün kırılması sadece devrimle mümkün olabilir. O halde rutin devinimin devrimci devinimle iç içe geçmediği her hareket ilerici de olsa statükoyu parçalama iddiasından yoksundur ve son tahlilde anlamsızlaşmaya mahkumdur.
Hareketin değişmesi sorunu sadece üretim ilişkilerinin değişmesi meselesinde değil yaşamın (yani hareketin olduğu her yerin) her anında da önemli olan bir konudur. Bu her anda ve her çelişkide nasıl bir yöntem izleneceği sorusunu kişinin/grubun önüne getirir. İşte bu anlarda statükoya düşmek ya da onu parçalamak seçenekleri arasında bir tercih yapılmak zorunda kalınır. Yukarıda da değindiğimiz gibi hareket sürekliyse onun niteliği de her zaman güncel bir konu olarak karşımıza çıkacaktır. O halde statükoculuk-tutuculuk sorunu belli dönemlerin değil her anın sorunudur ve en genel anlamıyla devrimci olunup olunmadığı ile ilgilidir.

Devrimci sadece ilerici değildir
Devrimci olma iddiası bu nedenle önemlidir. Devrimci sadece ilerici değildir, olamaz. O, aynı zamanda bütünlüklü bir ilerici değişimin mimarı olmakla yükümlüdür. Sınıf mücadelesinin amansızlığı her an devrimcinin kendisiyle ve karşıt sınıflarla irade savaşını zorunlu kılar. İşte gündelik yaşamda, politika belirlerken, özel süreçlerde ve genel yaşam tercihlerinde oluşan statükolara karşı da mücadele verilmesi gerekliliği bu gerçeklikten doğar. Ancak unutmamak gerekir ki statükoya karşı mücadelede belirleyici olan son noktada kişinin-grubun kendisiyle verdiği mücadeledir. Bir devrimcinin gerçekten yenildiği an iradesinin kırıldığı andır. Yaşanan tüm olumsuzluklarda çözümün olduğu bilindiği sürece mücadele devam eder.
Statükoyu parçalama gücü değişimin ve iradenin ürünüdür. Değişim ve irade yenilgiyi kabullenmeme, eskiyi gözünü kırpmadan yıkma yetisidir. Devrimci mücadelede umutlar silikleştikçe ve başka etkenler etkinleştikçe oluşan statükolarda iradenin zayıfladığını gözlemliyorsak, bu asla tesadüf değildir.
Mevcut tasfiyecilik devrimci mücadele saflarında çok yönlü bir kırılmaya işaret etmektedir. Bu kırılmalar her ne kadar birdenbire oluşmamış olsa da “yenilgi” anlayışlarının sonuçları olarak içinden geçtiğimiz süreçte fazlasıyla kendisini hissettirmektedir. “Yapılmaz”, “değiştirilemez” gibi onlarca olumsuz söylem ya da sözlü olarak söylenmese de fiilen yapmama, değiştirmeme durumunun kendisi, mevcut statükonun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Statükoları parçalama her zaman en “cesur” hamlenin yapılmasıyla değil, yapılamaz denileni ustalıkla yapmakla mümkündür.
Kendi gerçekliğimiz ekseninde mevcut statükolara karşı çıkmak önemlidir ancak bu faaliyetin sürekli olması da o ölçüde gereklilik arz eder. Örneğin hiç bildiri dağıtılamayan bir alanda bildiri dağıtmak statükoyu parçalama açısından anlamlıdır ancak bunun rutinleştiği bir yerde sadece bildiri dağıtarak statükoyu parçaladığımızı düşünmemiz anlamsızdır. Eylem için sokağa çıkılamayan bir dönemde basın açıklaması yapılabilmesi statükonun parçalanmasına katkı sunar ancak 5-10 kişiyle sürekli basın açıklaması yapmak statükonun kendisi haline gelecektir. O halde statükoyu parçalamak, ileriye doğru değişimi zorlamaktır. Ancak bu zorlama, “nasıl yapacağım?” sorusuyla sürekli paralellik taşımalıdır. Statükoyu parçalamak, düşünmeden adım atmakla da yapılabilir ama bir süreklilik içinde düşünmek, deneyimleri biriktirmek ve hareketle düşünceyi bağlamak zorunludur.

Değiştirmek veya parçası olmak
Statükoyu parçalama cesareti olmayan birey-grup, o statükonun parçası haline gelecek ve statükoyu güçlendirecektir. Bir işin yapılamayacağını düşünen birey, yapmak isteyene güvensizlik aşıladığında aslında “yapılamaz” statükosunu güçlendirmektedir. Tüm bu aktarılanlara baktığımızda onlarca statükonun esiri haline geldiğimizi daha iyi görebiliriz. Günü planlama, teorik-politik çalışma yapma, pratik faaliyet, kolektivizm gibi özel parçalardan tutalım da genel devrimci harekette ortaya çıkan statükoların hapsettiği bir çemberden çıkma mücadelesi vermemiz gerekmektedir. Genel devrimci hareketin güvensizlikten kaynaklanan statüko içerisinde bocaladığı bu dönemde kendine ve kitlelere güvenerek atılan her adım, tüm niceliksel darlığına rağmen işte bu nedenle oldukça önemlidir. Özelde de birey kendisini sınırlayan çizgilere karşı hareketlenmedikçe bütünlüklü olan için verilen mücadelede başarılı olamaz. Unutmamak gerekir ki güvensizlik, statükoyu besleyen en sinsi unsurdur.
Yaşamın her anında ve parçasında devrimci birey irade ve bilinçle statükoları parçalamalıdır. Küçük görünen adımların anlamlı olması ancak bu sayede mümkündür. Tüm anlattıklarımızdan çıkan sonuç, değiştirme iradesinin büyüklüğüne ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu göstermektedir. Her gün 10’da kalkan birisinin 8’de kalkması, kitap okumayanın her gün 10 sayfa kitap okuması, yazı yazamayanın her gün yazmak için kendisini zorlaması, tembelliğin ve güvensizliğin revaçta olduğu bir dönemde sürekli kitlelere gidilmesi ve bunlar gibi onlarcası statükoların parçalanması için vazgeçilmezdir. Statükonun zamanla (kırılmadığı her an) güçlendiğini, güçlendikçe daha fazla rahatsız ettiğini söylemek gerekir. O halde ya onun parçasısınız ya da onu parçalarsınız.

GENÇ KADIN

ÖZGÜRLÜK İÇİN ÖRGÜTLENEN KADIN SAVAŞTIĞI KADAR ÖZGÜRDÜR!

Bazı çevrelerde özellikle son zamanlarda daha da hızlı esen tasfiyeci rüzgar, kadın sorunu ve kadın mücadelesi ekseninde de yalpalamaları beraberinde getiriyor. Kadın sorununu doğru ele alamayan, yarattığı bilinç bulanıklığı dolayısıyla burjuvazinin de destek verdiği feminist düşünce, etki alanını genişletmiş olmakla birlikte kimi devrimci anlayışlar da bu düşünce tarzından etkilenmektedirler. Bu durumu özellikle 8 Mart sürecindeki toplantı ve eylem gözlemlerimizden somut olarak çıkartabiliriz.

Kadınlar ne istiyor?
Bahsettiğimiz bu tasfiyeci rüzgarla birlikte en çok tartışılan ve en ön plana çıkan tartışma ise “Kadınlar Barış İstiyor” anlayışı olmuştur. Aslına bakacak olursak, bu yaklaşım, kadının mücadele tarihinde sürekli gündem konusu olmuş, sürekli tartışılmıştır. 1789 tarihinde, kadınların en ön saflarda savaştığı bir süreçte yani Fransız Devrimi’nde gündeme gelen bu konu, devrimci kadınlar tarafından verilen savaşla cevaplandırıldı. Yine 1871 Paris Komün’ünde kadınlar, sadece cephenin geri planından yardım değil, aksine barikatların en önlerinde savaştılar. Yine bu dönemde, kadınların barış istediğine dair tartışmalar, Komün’lü kadınların yayınladıkları bir bildiriyle cevaplandırıldı.
“Hayır! Parisli işçi kadınlar barış değil, kanlarının son damlasına kadar savaşmak istiyorlar. Bugün uzlaşma ihanet olur... Sömürünün ortadan kaldırılması, sermayenin egemenliği yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur.”
Bütün bu tartışmalara Ekim Devrimi’nde, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nde kadınlar yeterli cevabı verdiler.
Oysa bu gün halen aynı tartışmaların yürütüldüğünü görüyoruz. Kimileri kesinlikle faşizmle barış yapılabileceğini kast ediyor, kimileri her türlü savaşa karşı olduklarını dile getiriyor, kimileri de kirli savaşları kast ederek barış istediklerini söylüyor ancak dertlerini anlatmak için böylesi bir söyleme başvuruyorlar.

Kimle nasıl bir barış?
Esasta dile getirmek istediğimiz tartışma, özellikle 8 Mart’ın anlam ve önemi ekseninde, bu eksene hiç de yakışmayan, dayatılan tartışmalar ve bizim bu konuda ne düşündüğümüzdür.
Bugün Irak’ta, Afganistan’da Afrika’da açlığa, yoksulluğa, zulme mahkum edilen kadınlar, çocuklar ve erkekler; her gün binlerce masum insanın ekonomik çıkarlar için katledildiği bu coğrafyada nasıl bir barıştan söz edilebilir soruyoruz.
Bugün dakika başı binlerce kadının tacize, tecavüze uğradığı; intihara zorlandığı; zorla evlendirildiği; katledildiği; en kötüsü de bütün dünyasının dört duvar arasına sıkıştırılmış köleler haline getirildiği, düşünmesinin bile yasak olduğu bir düzende kimle ve nasıl bir barıştan söz edilebilir soruyoruz.
Bugün özellikle T. Kürdistanı’nda Güldünyaların haberlerinin artık alışılmış olduğu bir düzende yaşıyorsak ve Güldünya ile ilgili şarkıların ve televizyon programlarının yasaklandığı bir zihniyetin baskısı altındaysak kimle nasıl bir barıştan söz edilebilir?
Peki, bugün mücadelemizde gelinen noktalarda şehitlerimizin, şehit kadınlarımızın kanları sayesinde durduğumuzu ve daha fazlasını yapma yükümlülüğümüzün olduğu böylesi bir süreçte hangi barıştan söz ediliyor?

Kirli savaşların etrafımızı çevirdiği bir dünya düzeninde kadınların taleplerinin barış olduğunu söylemek ihanettir.
Özellikle 8 Mart tarihlerinde yoğun tartışılan kadınların inisiyatifini ellerine alması konusu (ki bizce de önemli bir tartışmadır bu ve sadece belirli günlerde değil her gün tartışılması gerekir ancak hiçbir zaman bu kadar hararetle dile getirilmemektedir.) önemli bir tartışma konusuyken; nasıl oluyor da bu konuyla ilgili olarak nasıl bir mantık yürütülerek kadınların barış istediği düşüncesi ortaya çıkabiliyor?
Kadınların inisiyatiflerini ellerine alma meselesi başlı başına bir savaş, bir mücadele gerektirecek çok önemli bir konudur. Bu noktada erkekleri de eylem alanlarından soyutlayacak bir anlayışın da ortaya çıkması işten bile değil zaten. 8 Mart eylemlerinde, kadınların erkeklerle aynı eylem alanında seslerini yükseltmelerini işçinin patronla kol kola olmasına benzeten anlayıştan, kadınları savaşmaya çağıran bir bildirim beklemek elbette nafiledir.
Bizler, kadınların; sömürünün ortaya çıkışından bu yana hayatın her alanında direndiğini, savaştığını, haklarını aldığını biliyoruz.
Bizler, yaşadığımız coğrafyada; hâlâ feodalizmin belli oranlarda tahakkümünü sürdürdüğü, ülkemiz egemenlerinin emperyalizmin uşaklığını yaptığı bu coğrafyada, omuzlarımıza düşen yükün en az Komün’lü kadınlarınki gibi ağır olduğunu biliyoruz.
İşte bu yüzden, örgütsüz olduğumuz her gün, her dakika saldırıların daha da yoğunlaşacağını bile bile gözü kapalı bir barış çığırtkanlığı yapmamız, bu çığırtkanlığa destek vermemiz mümkün değildir. Emperyalizmin kirli savaşlarına, egemenlerin para keselerini kadınların, çocukların gözyaşlarıyla doldurmalarına ilkeli bir duruş sergilemenin yanı sıra, hayatımızın her alanında, okullarda, tarlalarda, fabrikalarda, emperyalizme ve feodalizme karşı topyekün bir savaş, mücadele çağrısında bulunmak cüretine sahibiz.

Özgürlük için savaşmaya, savaşmak için örgütlenmeye!
Her türden gericiliğe karşı mücadelenin kadının örgütlenmesinden geçtiğini tekrardan belirtmek istiyoruz. Bizler bu örgütlenmeyi yaratabilme iddiasındayız. Bu örgütlenme için önemli bir adım niteliği taşıyan, geçen sene yaptığımız 1.Genç Kadın Buluşması’nda kadın komisyonlarının kurulmasının önemine ve çalışma programına değinmiştik. Ayrıca kadın sorununa bakış açımız ve pratik olarak nerede olduğumuz konusunda yürüttüğümüz tartışmalar ekseninde önümüze, komisyonları kurma ve işletme perspektifi koymuştuk.
Geçen seneden bu yana geçen sürenin değerlendirilmesi; özellikle öğrenci gençliğin içerisinde genç kadın örgütlenmesi; üçüncü bir sömürü biçimi olan ulusal sömürüye özel bir değini; ayrıca örgütlü kadının yaşadığı çelişkiler ve pozitif ayrımcılık konularında tartışmaların yürütüleceği YDG 2.Genç Kadın Buluşması 19 Nisan’da Ankara’da yapılacaktır. Daha örgütlü bir duruş sergileyebilmek, kadın sorununa kolektif bir şekilde kafa yorabilmek için buluşmaya en yoğun katılımı gerçekleştirebilmeliyiz. Özellikle kadın yoldaşlarımızın, arkadaşlarımızın katılımı büyük bir önem arz etmektedir.

GÖÇMEN GENÇ

HANGİ TARAFTASIN?

Zayıf ve güçlünün çatışmasında, taraflardan birine destek sunulması sonu belirleyen önemli bir etkendir. Tarafı olduğumuz güçlü ise, beklenen sonuç erken elde edilir. Zayıfsa, durumun tersi yönde sonuçlanması olasılığı artar.
Kapitalizmde, ‘zayıf’ olan halk kitleleridir. ‘Rahat bir yaşam’ için çalışarak temel gereksinimlerini elde etmek isteyenler yani… Ne yazık ki, bunu yaparken, her daim sorunlarla karşılaşmaktalar. Düzenli asgari bir gelir, hayat boyu güvenin zeminini vermemekte, her an bir şeylerin ters gideceği olasılığı, onu daha fazla üretmeye baskılamaktadır. Böylece iş, araç olmaktan çıkarak bir bulanıklığa yol açmaktadır. Öyle ki, günlük yaşamın büyük kısmını işte geçirip, sevdikleriyle paylaşımını akşam birkaç saate ve hafta sonuna mahkum etmek zorunda bırakılmaktalar. Temel bir hak olan, iyi bir yaşam hakkı, böylece gasp edilerek, yaşam; para-iş girdabında çürütülmektedir
Kapitalizmin doğasından kaynaklanan bu durum, bizlerce ezen ve ezilen taraflar olarak tanımlanan iki tarafı yaratmaktadır. Ezilenler, yani işçi sınıfı ve geniş halk kitleleri ve ezen, sermaye sahibi holdingler, medya baronları, bankların başını çektiği burjuvazi…
Ezen ve ezilen çatışmasında, güçlü bir örgütlü duruş olmaksızın süreci ezilenden yana çevirmek olanaksızdır. O yüzden, her an büyümek, genç kitleleri bu sürece destek sunmak üzere örgütlenmeye ikna etmekle karşı karşıyayız. Böylece örgütlenerek güç ve güç olarak da değiştirebilen olabiliriz.
Her birimizin çevremizde çok sayıda ilişkide olduğumuz insanlar olmasına rağmen bu ilişkileri örgütlemede zayıflıklar görülebiliyor. Kimi zaman, en yakınımızdakileri örgütlemek, şehirler ötesi bir faaliyette tanıştığımız birini örgütlemekten daha zormuş gibi sahte bir kavrayış yaratabiliyor. Halbuki, bireysel yaşamımızda bolca yan yana geldiğimiz, kurumumuzu tanıyan bir potansiyeli örgütlemek daha gerçekçi olsa gerek.
Bu tarz ilişkilerde kırmaya korktuğumuz statükolar, bizi bu girişimleri ertelemeye itebilmektedir. Çünkü bu katmanla kurulan ilişkiler devrimci bir zeminde gelişmemiştir. Ailevi dostluk-akraba gibi ilişkilere dayalı bu durumun bozulması, bizim yaklaşım ve devrimci duruşumuzun da sorgulanmasını getirmektedir. Dolayısıyla çevremizdekilerin örgütlenmesi, bizlerin bireysel yaşamdaki devrimci duruşumuzla da bağlantılıdır.
Günlük yaşamımızda ilişkide olduğumuz gençlere karşı nasıl bir kimlik yansıttığımız önemlidir. Devrimci faaliyetimizi onlarla ne denli tartışma becerisi gösteriyoruz? Ya da “yoldaşlarımız ve diğerleri” diye bir kavrayışımız mı var? Eğer öyle ise, bu sonucu yaratan sebeplerde bize düşen pay nedir?
“Hangi taraftasın?” kampanyası, bu yanıyla örgütlü gücümüze ve yanı başımızda örgütsüz duran gençleri hedefleyen bir örgütlenme kampanyasıdır. Bir yandan, tarafımızı belirlememize rağmen yapamadıklarımıza yoğunlaşırken, diğer yandan çevre çeperimizde bize yakın duran gençleri kurumumuza katma sürecidir. Bunu yaparken, işe hangi tarafta olduğumuzu sorgulayarak başlamak ise doğru olanıdır.
Kapitalizmin, ekonomik krizle sersemleştiği günümüzde, süreci atlatmak için saldırganlığını arttıracağı kesindir. Baskı ve hak gaspları ile derinleşecek olan bu süreçle, ezilen halk kitlelerinden güç birlikteliği yaratma kavgası, kampanyamızın da anlam kazanabileceği bir dönemi de beraberinde getirmektedir. Geniş kitlelerde kapitalizme karşı duyulan güvensizlik derinleştirilmeli, ulaştığımız alanlarda sistem teşhiri yapılarak, hak alma mücadelesini büyütmeliyiz. Saldıran ve ezilen tarafların, geniş kitlelerce de daha net görülmeye başladığı bu dönem, taraf olmaya çağrının daha da yüksek sesle yapılması gereken elverişli dönemlerden biridir. Gelişmelere paralel, kendimizden başlayarak, yakın çevremiz ve diğerleriyle devam eden bir yol haritasıyla doğru hareket tarzını yaratalım.
YDG’li olarak, sürece daha fazla emek harcayabilmenin yolunu arayalım.
Eksiklerimizi aşmakta açık, mütevazi ve ısrarlı olalım.
Örgütsüz duruşları ele alarak, bunun objektif olarak karşı tarafa hizmet ettiğini anlatalım.
Taraf olmanın zorunluluğunu görerek, her alanda kampanyamızı büyütelim!
ATİK-YDG

Yunanistan deneyimleri ve sınıfsal bariyerler

Tarih 16 Mart Pazartesi. Yunanistan’da, Selanik’te Belgesel Film Festivali vesilesiyle geniş bir kitle sinema salonunda toplanmış, belgeselin başlamasını bekliyor. Belgesel başladığında seyirciler ilk olarak 80-90 yaşları arasında yaşlı teyzeleri pazarda domates, marul seçerken görüyor. İki büklüm, zayıf, küçük ve yaşlı bedenleriyle kalabalık arasında kendilerine yol bulmaya çalışıyorlar. Ardından kameralar doğrudan teyzelere dönüyor ve teyzeler hayatlarının en önemli dönemini anlatmaya başlıyorlar. Bu teyzeler 2. Dünya Savaşında Nazi işgaline ve savaşın ardından çıkan iç savaşta faşist-burjuva güçlere karşı demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm için savaşan genç kadın gerillalardan halen hayatta kalabilenler. Ve bu teyzeler aradan geçen yaklaşık 65 yıla rağmen büyük bir heyecanla gerilla günlerini, makineli tüfeklerle faşistlere nasıl saldırdıklarını silah sesi çıkartarak coşkuyla anlatıyorlar.
İzleyicilerin büyük bir ilgiyle seyrettiği belgesel bittiğinde ortama duygu, coşku hakimdi ve kendi dedelerinden ve ninelerinden duydukları direniş öyküleri hatırlara birer birer gelmekteydi. Filmin ardından sahneye çıkan belgeselin yönetmeninin sürprizleri daha bitmemişti. Belgeselde anılarını anlatan yaşlı teyzeleri davet ettiğinde herkes yanı başında oturan ihtiyar kadının ağır hareketlerle yerinden kalkıp sahneye doğru gittiğini ve sahnede bir grup yaşlı teyzenin mümkün olduğunca dik bir şekilde izleyicilere baktığını görüyorlar. Halen hayatta olan ve faşistlere karşı dağlarda partizan savaşı veren bu yaşlı kadınların doğrudan anlatımları kitlenin gözyaşlarına boğulmasına neden oluyor. Bazı izleyicilerin ödemek zorunda kaldıkları bedel için teşekkür edip üzgün olduklarını söylemeleri üzerine, teyzeler söz alıyor ve hayatlarının en güzel anlarını gerilladayken yaşadıklarını, gerçek özgürlükle orada tanıştıklarını ve dağa çıktıkları için hiç üzülmediklerini vurguluyorlar ve kitleye mücadelenin henüz sona ermediğini söyleyerek kavgaya devam çağrısında bulunuyorlar.
Son yıllarda dünya gündeminde üst sıralara taşınan Yunanistan gençliğinin ve emekçilerinin kitlesel, militan eylemleri, grevleri, işgalleri bu direniş geleneğinden güç alarak hayat bulmaktadır. Gerek 2. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgaline karşı verilen gerilla savaşında gerekse de 70’li yılların ilk döneminde askeri cuntaya karşı verilen büyük mücadele ve bunun sonucunda cuntanın yıkılması Yunanistan’da hak alma, hakkını koruma ve demokrasi bilincini geliştirmede etkili olmaktadır.
Bu mücadeleler sonucunda bugün Yunanistan, öğrenci hakları açısından Avrupa’nın en ileri ülkesidir. Siyasi ve akademik özerkliğin tam olarak uygulanması, üniversite yönetiminde öğrencilerin söz hakkının olması, polisin üniversite içine girmesinin yasak olması ve ders kitaplarından gıdaya ve barınmaya üniversitede her şeyin ücretsiz olması komşu ülkede eğitim alanındaki gelişimi göstermektedir. Bu, aynı zamanda burjuva demokrasisi içinde en ileri düzeyde elde edilen haklarla nasıl bir sisteme hayat verilebileceğini ve en ileri burjuva demokrasilerinde dahi tüm hakların kan ve can bedeli mücadeleler sonucunda elde edilip korunabildiğini de öğretmektedir.
Ancak emperyalist-kapitalist sistemin içine girdiği kriz, dünya çapında estirilen neo-liberalizm rüzgarıyla eğitim alanında ticarileşmeye hız verilmesi ve Avrupa Birliği çerçevesi altında Bologna Süreci ile yüksek öğrenimin tüm Avrupa çapında aynılaştırılarak Anglo-Sakson eğitim modelinin dayatılması ülkemiz gibi Yunanistan’da da gündemdedir. Öğrencilerin ve toplumun elde ettiği haklar emperyalizmi ve Yunan komprador burjuvazisini rahatsız etmekte ve haklar gasp edilmeye çalışılmaktadır. Genel hatlarıyla AB’nin dayatmasıyla Bologna Projesi çerçevesi içinde yürürlüğe konmak istenen yasalara karşı Yunan gençliği isyan etmektedir. Harçların alınması, yemekhane ve yurtların paralı hale getirilmesi, siyasi özerkliğin kaldırılarak yalnızca akademik özerkliğe hayat verilmesi, üniversiteye polisin girmesinin önünün açılması, özel üniversitelerin açılması vb projeler tüm karşı çıkışlara rağmen yasalaşmaktadır.
Bu nedenle bizler açısından burjuva demokrasisinin sınırları içinde öğrenci haklarının hangi sınırlara dayanabileceğini görmek, Yunanlı yoldaşlar açısından ise bu “reform”ların eğitim sistemini en kötü hale nasıl getirebileceğini anlayabilmek için ve bunlarla birlikte deneyim aktarımı açısından karşılıklı gözlemlemeye ve öğrenmeye büyük ihtiyaç vardır. Şubat ayının sonunda İzmir, Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirilen ve Yunanistan’dan Militan Öğrenci Hareketi’nden yoldaşlarımızın katıldığı paneller bu açıdan oldukça önemlidir ve verimli geçmiştir.
Bu paneller bizim açımızdan yalnızca kitle çalışması açısından değil Yunanlı yoldaşların sürece yönelik yaklaşımlarının anlaşılması açısından da oldukça verimli geçmiştir. Bu yazıda genel hatlarıyla Yunanlı yoldaşların eğitime yönelik emperyalist saldırganlık hakkındaki düşüncelerini tanıtmak istiyoruz.
Yunanlı yoldaşlar Bologna Süreci adı altında tüm Avrupa ülkelerinde hayat bulan reformların emperyalist patentli reformlar olduğu, öğrencilerin ve toplumun elde ettiği hakları gasp ettiği, sürecin örgütlenmesinde öğrencilerin ve akademisyenlerin görüş ve önerilerinin yeterince etkili olmadığı ve büyük sermaye gruplarının beklentilerinin belirleyici olduğu konusunda bizle hemfikirler.
Bununla beraber yoldaşlar bir adım daha ileriye gitmekteler ve tüm bu emperyalist saldırıların özündeki mantığın eğitimde sınıfsal bariyerlerin-engellerin yaratılması olduğunu savunmaktalar.
Özellikle 60’lı yıllardan sonra dünya genelinde toplumsal muhalefetin yükselmesi, sosyalizmin güçlü bir alternatif olarak kendisini göstermesi ve gerek bunlara cevap olması gerekse de ekonomik ihtiyaçları karşılamak için burjuvazinin “sosyal devlet” anlayışını geliştirmesi sonucunda eğitim ve sağlık hizmetleri geniş kitlelerin ulaşabildiği temel haklar kapsamına alınmıştır. Bunda burjuvazinin kalifiye elemana olan ihtiyacı da etkili olmuştur. Bunun sonucunda emekçi ailelerden gelen milyonlarca genç, yüksek öğrenim alabilmiş ve bu eğitime uygun olarak toplum içinde kendi konumunu yaratabilmiştir. Bu da sınıflar arası geçişlerin esnekleşmesini sağlamıştır. Yoksul veya orta köylü ailenin veya bir işçinin veya emekçi memurun çocuğu yükseköğrenimi bitirerek doktor, avukat, mühendis, bürokraside ve büyük şirketlerde üst düzey yönetici olabilmekte veya eğitim sonucu elde ettiği birikimle özel girişimciliğe başvurabilmekte ve ekonomik durumunu güçlendirebilmektedir. Yoksul, emekçi kesimlerden, işçi sınıfından ailelerin çocukları aldıkları eğitimin sonucunda orta sınıfa, küçük veya orta burjuvaziye dahil olabilmektedir. Elbette ki yüksek öğrenime ulaşmak veya mülk sahibi sınıflar arasında yer edinmek burjuva ailelerden gelen gençler için daha fazla mümkündür ancak yoksul bir aileden gelen gençlerin sınıf atlaması mevzusuna da sıkça rastlanabilmektedir. Bu ülkemizde de gözlemlenebilen bir olgudur.
Bu gerçeklik karşısında emperyalist-kapitalist sistem rahatsızlık duymaktadır. Özellikle geleceğin sermaye açısından parlak olmaması, azalan kârlar, artan rekabet ve çıkar çatışmaları, kronik krizler burjuvaziyi önlem almaya zorlamaktadır. Hakim sınıflar sınıfsal açıdan geçişleri sınırlamak ve kontrolleri altına almak, ezilen sınıfların çocuklarının bilimsel bilgiye ulaşmasını engellemek, emekçinin çocuğunun emekçi, patronun çocuğunun patron olarak kalmasını sağlamak istiyorlar. Toplumun ezilen, yoksul kesimlerinin sermayenin ihtiyacına uygun şekilde ve mesleğe dönük eğitim alması, burjuvazinin belirlediği sınırların dışına taşmasının engellenmesi hedefleniyor.
Bugün gündemde olan yetkin mühendislik, sözleşmeli öğretmenlik ve doktorluk, ücretli avukatlık gibi yasaları bu perspektiften incelediğimizde göreceğiz ki, aynı akademik daldan mezun olunmasına karşın gençliğin önüne konan onlarca sınıfsal bariyer (sınavlar, kurslar vb) sonucunda bu bariyerlerin her birinde ekonomik ve sosyal imkanları az olan sınıflardan gelen gençler elenmekte ve aynı diplomaya sahip olsa da farklı sınıfsal şartlarda yaşayan insanlardan oluşan bir sistem şekillendirilmektedir. Mühendislerin, avukatların, doktorların küçük bir kısmının yüksek gelirlere sahip olması ve çok sayıda meslektaşını çalıştırarak sömürüden zenginleşmesi aynı meslek içinde dahi kutuplaşmaların keskinleşmesini sağlamaktadır.
Bugün ülkemizde onlarca özel üniversitenin açılmasıyla ÖSS ile üniversiteye girişin zengin bir azınlık için anlamını yitirmesi, taban puanı geçen her gencin parasını verdikten sonra yüksek öğrenim alabilmesi; ancak bu imkanlara sahip olamayan büyük çoğunluğun sınavlar, dershaneler, kurslar, AOBP gibi çok sayıda engelin her birinde elenerek azalması ve tüm bunları aşan gençlerin de istedikleri bölümlere girebilmek için özel üniversitelerde paralı okuyan gençlere göre yaklaşık 100 puan fazla almak zorunda kalması aynı diplomaya ulaşmada farklı sınıflardan gençler arasındaki farklılığın aşılması zor duvarlarla örüldüğünü bizlere göstermektedir.
Bu bariyerleri bilgiye ulaşma, bilimsel çalışmalar yapma, entelektüel birikimi güçlendirme konularında da gözlemlemek mümkündür. Bologna süreci projesi çerçevesinde yapılan düzenlemelerle master/yüksek lisans-doktora çalışmaları yapmak daha da güçleşmekte, en son ülkemizde 50-d yasasında da görüldüğü gibi yeni engeller, bariyerler (sınavlar ve düzenlemeler) kurularak kazanılmış haklar gasp edilmekte, “doktoralı işsizlik”-“sözleşmeli akademisyenlik” hayata geçirilmektedir.
Bologna Sürecinde bahsi geçen “bilgi üniversiteleri ve meslek üniversiteleri” ayrımı da, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinin maddi imkanları, sponsorları ve öğrencilerin genel ekonomik imkanlarıyla Fen-Edebiyat Fakültelerinin ve Meslek Yüksekokullarının maddi imkanları ve öğrencilerin genel ekonomik durumları arasındaki büyük farklılık da sınıfsal bariyerler konusunda bize veriler sunmaktadır.
Bu yalnızca özel üniversite-devlet üniversitesi ayrımında kendini göstermemektedir. Devlet üniversitelerinin kendi içinde fakülte bazında da ciddi farklılıklar açık seçik görülebilmektedir. Bu nedenle asıl mesele eğitimin özelleştirilmesinden öte genel itibariyle ticarileştirilmesinde yatmaktadır.
Eğitimin ticarileşmesiyle beraber öğrenciler müşteri konumuna indirgenmekte, herkesin geldiği “sınıfa uygun” ve “sınıfına yetecek” kadar eğitim alması ve mezuniyetin ardından da sınıfsal kökenine uygun bir konumlanışa sahip olması amaçlanmaktadır.

haluk zorusevmez-mizah

MR PRESİDENT

Merhaba Sevgili YDG’liler,
Geçtiğimiz haftalarda oldukça sıcak gelişmeler yaşandı. Özellikle Mr. President Obama’nın ülkemize yaptığı ziyaret malumunuz gerek dünyada gerekse de bölgemizde nabızların artmasına vesile oldu. Şimdi diyeceksiniz ki bu adamın Obama ile işi ne? Hemen cevap vereyim: Obama’nın yemin töreninin hemen sonrasıydı, evde oturmuş genel kültürümü arttırmak maksadıyla LOST dizisinin ilk iki sezonunu izliyordum bilgisayarımda. Tam bu esnada telefonum hararetle çaldı. “Hi, Mr. Zorusevmez” sesiyle irkildim. Telefonun öte tarafında yeni ABD Başkanı Obama, ezik bir şekilde bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Seçimin hemen sonrasında yaptığı konuşmadaki kendine güvenen Obama gitmiş, yerine utana sıkıla bir şeyler anlatmaya çalışan Obama gelmiş.
Hatırlarsanız ABD Başkanlık seçimlerinin akabinde Obama’ya karşı ön yargılı olmamak gerektiği üzerine bir yazı yazmıştım. İşte Başkan da beni bu yazıya duyduğu minnettarlığı belirtmek için aramış. YDG gibi bir dergide insanların ABD Başkanına ön yargılı olmaması gerektiğini anlatmanın büyük bir cesaret işi olduğunu belirtmiş, BOP mu, COP mu anlayamadığım bir şey doğrultusunda Ortadoğu Barış Elçisi olmamı istemişti. Ben de tabii seve seve kabul etmiştim bu öneriyi. Telefonu kapatmadan önce de Obama’ya “Obamacım valla kırılırım ilk işin Türkiye’ye gelmek olsun. Bizim burada Nevizade diye bir yer var şöyle karşılıklı rakı balık yaparız, iki de laflarız” demiştim. İşte Obama bu davetim doğrultusunda geçtiğimiz haftalarda ülkemize geldi. Boşuna medyada çıkan fotoğraflarda beni aramayın. Kamuoyuna fazlasıyla mal olmuş birisi olarak kasten fotoğraflardan kaçındım ama özel olarak bir tane Sayın Başbakanımız ve Başkan Obama ile çektirdiğim fotoğrafı evimin duvarına çerçeveleterek astım.
Başkan’ın iki günlük ziyareti boyunca oldukça samimi mesajlar verdiğini söylemeliyim. Adamın hiçbir kötü niyeti yok. Demokrasinin tüm dünyaya yayılmasından öte evrensel bir talebi de yok. Yeri gelmişken söyleyeyim valla sevimli de bir adam. Gitmeden önce “gel televizyonlara birlikte çıkıp bir açıklama yapalım Halukçum” dedi ama mütevaziliğim tuttu “gerek yok Hüseyinciğim, sen gerekli mesajları verdin zaten” dedim. Yani Obama ikinci ismini kullanmamı özellikle istediği için kendisine bu şekilde hitap ettim tabi.
Yeri gelmişken tüm kışkırtmalara aldırmayarak benim görüşlerime değer veren YDG’li arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum. Obama’yı protesto etmek için yapılan maksatlı eylemlere itibar etmeyen sevgili YDG’liler, sizler de bundan sonra benim gibi BOP ya da COP her neyse onun doğrultusunda Ortadoğu Barış Elçileri olmayı hak ediyorsunuz. En kısa zamanda Hüseyin Obama’yı arayıp sizden bahsedeceğim. Ha bu arada protestolara katılmayan arkadaşlara ABD’de okuma fırsatı da sağlamaya çalışacağım. O nedenle bana bir mail atmanız yeterli olacaktır.
Aslında bu ay değinilecek çok konu var. Yerel seçimlerde AKP’nin ezici galibiyeti, psikolojik olduğu anlaşılan ekonomik kriz, Tunceli halkının Sayın Başbakana yaptığı nankörlük, geçtiğimiz aylarda Başbakanımızın Davos’ta yedi düvele verdiği ders, Ergenekon vb. onlarca konuya bu kadar kısıtlı bir yerde layıkıyla değinebileceğimi düşünmüyorum. Bunun yerine geçtiğimiz ay maillere verdiğim cevapların çok faydalı olduğunu duyduğumdan yine sizin sorularınıza yer vermek istiyorum:

Soru1: Gönderen: saskin_ydg@... Kime: haluk_zorusevmez@hotmail.com Konu: Başımız Belada
“Merhaba Haluk Abi, biz gecen ay da tavla oyununda ceza üzerine bir mail atmıştık. Önerinizi uyguladık ve çok memnun olduk. Bu nedenle öncelikle teşekkür ederiz. Abi, bizim önemli bir sorunumuz var. Bizim alanda kadın arkadaşlar örgütleniyorlar ve baya da iddialılar. Şu ara bir komisyon kurdular ve düzenli toplantı alıyorlar. Ne yapmamız lazım?”
Cevap: Evet gençler sizi hatırladım. Biraz faydam dokunduysa ne mutlu bana. Şimdi gençler, öyle kadın arkadaşlar örgütleniyor falan ne demek anlamadım ben. Kadının yeri evidir. Öncelikle arkadaşlara tarihsel misyonlarını hatırlatın bence. Örgütlenmek yerine siz erkek YDG’lilere yemek yapsalar bence daha faydalı olurlar. Bu yöntem işe yaramıyorsa toplantıları sabote etmeye başlayın. Toplandıkları esnada bir bahane bularak iki dakikada bir odaya girin, sinirlerini bozun. Yine olmazsa artık başka bir çözüm buluruz. Siz önce bunları bir deneyin de.

Soru2: Gönderen: bitkiniz@... Kime: haluk_zorusevmez@hotmail.com Konu: Obama çok yakışıklı
“Slm haluk. Biz geçen ay da yazdık. Öneri güzeldi tuttu, eyvellh. Bu ara Obama geliyo, protest etmek lazımmış. Biz onu çok beğeniyoz, protest etmek istemiyoz, ne yapcaz? Bye.”
Cevap: Sevgili Bitkiniz ve alandaki diğer arkadaşlar. Hatırlıyorsanız mailden cevap yazmıştım ancak herkese örnek olsun diye buraya da yazıyorum. Bence de Obama’yı protesto etmek istememeniz oldukça anlamlı ve güzel bir düşünce. Şimdi çeşitli bahanelerle protesto gününe kadar çalışma yürütmemeniz gerekiyor. Tam protestonun olduğu gün de kaç kişisiniz bilmiyorum ama mesela biriniz uyuya kalsın, bir diğeriniz o güne başka bir iş koysun, daha başkası varsa o da ne bileyim “okula gitmem lazım, uzun zamandır gitmiyorum” falan desin. Daha da kalabalıksanız “trafik kapalıydı”, “her yerde geniş güvenlik önlemleri vardı”, “dükkana bakmam lazımdı”, “Obama mı gelmiş? Hadi canım hiç haberimiz yok” gibi bahaneler üretebilirsiniz.
Diğer maillere yer kalmadığı için değinemiyorum; ama siz bana yazmaya devam edin. En azından maille cevap veremeye özen gösterdiğimi biliyorsunuz. Bu arada 2. eğitim çalışmasına değinecektim ama malum Obama daha önemli bir konu olarak öne çıktı. Sadece çay, yemek ve yol paralarıyla milyarlara mal olan, lavabo kuyruklarıyla dikkati çeken ve yaratıcı önerilerin havada uçuştuğu bu çalışmayı dikkatle izledim. Sadece şunu söyleyeyim, öyle farklı yöntemler kullanarak verimi arttırdığınıza inanmamı bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Hele bir grubun bir saat bile sürmeyen toplantısından sonra ne deseniz nafile. Lise ve kadın buluşmalarında görüşmek dileğiyle hepinizin gözlerinden öperim.

KOLEKTİFİN SESİ

Küçük de Olsa Cüretler Adımlar Atabilmek
İDDİAMIZ HAKLILIĞIMIZDAN GELİYOR

Sınıf mücadelesinin herhangi bir arenasında yani yaşamın her alanında bizleri iddialı kılan esas olgu, yürüttüğümüz mücadelenin haklılığıdır. Bu haklılık, temeli bilimsel olgulara dayanan, ayakları yere basan bir haklılıktır. Adaletsizliklerin kökenini anlayarak buna karşı verilen sistemli bir mücadele, bu nedenle yani haklılığından ve bilimselliğinden aldığı güçle iddialı olur.
Tarihe bir göz attığımızda kendi koşullarından ve nedenlerinden bağımsız ele alındığında kesinlikle anlaşılamayacak iddialı olma örneklerini rahatlıkla bulabiliriz. Niceliksel tüm güçsüzlüğüne rağmen İbrahim Kaypakkayaların başlattıkları mücadele, sıradan bir insanın ilk etapta anlamasının zor olduğu bir duruma işaret etmektedir. Yine Çarlık Rusya’sında 1905 devriminin acımasızca bastırıldığı bir dönemin akabinde Bolşevik Parti militanlarının fabrika önlerinde işçilere gerçekleştirdikleri konuşmalar unutulabilir mi? Sadece haklı olduğunu bilerek harekete geçen ve bir köle ordusu yaratarak Büyük Roma İmparatorluğu’na kafa tutan Spartaküs’te, Osmanlının zulmüne meydan okuyan Bedrettin ve Ortaklarda, asılacağını bile bile sesini yükselten Pir Sultan’da, Mahirlerde, Denizlerde hep aynı iddiayı görmek mümkündür.
Bahsini ettiğimiz iddianın bilimsel yanı, andaki güçten bağımsız olarak asıl gücün geniş halk kitlelerinde olduğu vurgusuna dayanır. Mao’nun “Emperyalizm ve tüm gericiler kağıttan kaplandır” derken anlatmaya çalıştığı gerçek de budur. Temelini bu düşünceden alan haklılık, kitlelerin asıl özleminin ne olduğunu da, onların yaşanan ve keskinleşen saflaşmada hangi tarafta yer alacağını da göstermektedir. Koşulların olumsuz olduğu anlarda dahi umudu ve iradeyi diri tutan, “mutlaka çözüm vardır” dedirten inatçılık, bu inatçılığın oluşturduğu muazzam yaratıcılık, bahsini ettiğimiz bilimsel haklılıktan ayrı ele alındığında anlaşılamayacaktır. Akla hayale gelmeyecek firarlarda, kitlelere gitmek için üretilen çeşitli yöntemlerde, sadece bedeniyle tarihi direniş örneği yaratanlarda ve daha onlarcasında bu yaratıcılığın örnekleri görülmüştür.
Mücadelemizin bilimsel haklılığını kavramak, biz genç devrimciler için hem daha zorunludur hem de oldukça önemlidir. Demirdağ yoldaşın genç devrimcilerin önyargısız öğrenmeleri gerektiğine yaptığı vurgu her an bu nedenle aklımızda olmalıdır. Buradaki öğrenmenin salt dolaylı yöntemlerle öğrenme biçimleri olarak algılanmaması gerekir. Teorik eserlerin okunması kadar dolaysız, pratiğin kendisinden de öğrenmek hatta esasta bu şekilde öğrenmek ve bu iki öğrenme biçimini iç içe geçirmek asıl olandır.
Devrim ve halk iktidarı, vaat ettikleriyle bizim gibi yüz binlerce gence mutlaka çekici gelecektir ancak bilimsel sosyalizmin temellerini, diyalektik yöntemi, felsefeyi ve ekonomi politiğin temel prensiplerini bilmediğimiz müddetçe, devrime olan bağlılığımızın duygusal kalacağını ve güçlenmeyeceğini söylemek zor değildir. En basitinden artı değerin yaratılışını ve gasp edilişini, meta değerini bilmeyen bir devrimci, egemen sınıfların tarihsel haksızlığını da kavrayamayacaktır. “Egemenler bizi sömürüyorlar”, “onlar baskıcı, katliamcı” demek yeterli değildir. Konunun temelleri bilinmediği müddetçe “bu sorun farklı şekilde de çözülebilir” fikri güçlenecektir. Oysaki emeğin gasp edilişini kavrayan bir devrimci, çözümün “iyi patronlar” aramakta olmadığını da güçlü bir biçimde kavrayacaktır.
Sınıf mücadelesinde safını tuttuğumuz tarafın bilimsel ve sistematik görüşleri her karmaşık-basit, ağır-hafif sorunun çözümünün olduğunu söylemektedir. Uğraşılarımızın bilimsel dayanakları vardır ve haklılığımız tam da buradan gelmektedir.
Gerek bilimsel haklılık, onun yarattığı iddialılık ve gerekse de bu iddialılığın yön verdiği yaratıcılık, kitlelerle iç içe olmakla sağlanabilir. Bir devrimcinin yaşam kaynağı ve seçtiği mesleğin (devrimciliğin) var olma nedeni halk yığınlarının varlığıyla koşulludur. Kitlelerden kopan bir devrimci, ilham kaynağını kaybetmiş bir şaire benzer. Böyle bir şair yazdıklarıyla ne başkasına ne de kendisine bir duygu aktaramadığı gibi, kitlelerden kopan devrimci de asalaklaşan, yozlaşan, çevresine ve kendisine zarar veren bir bire dönüşecektir. O halde, derdi kitlelere ulaşmak olan bir devrimci, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmeyecek ve her zaman, her koşulda “yapılacak bir şeyler var” diyebilecektir. İşte böyle bir devrimci, bir bardak suda dahi fırtınalar koparacak güce sahip olabilir.
Devrimcilerle kitlelerin arasına mesafe girdiği dönemlerde ısrarla kitlelere gitmek ve doğru düşüncelerin savunucusu olmak paha biçilmez değerlerin yaratılmasına vesile olur. Böylesi dönemlerde, ki özellikle kitlelerin kendiliğinden harekete geçmeye başladığı bir süreçte egemen sınıfların, devrimcilerle yığınlar arasındaki mesafeyi açmak için daha fazla uğraşacağı açıktır. Tüm gücüyle devrimci saflarda inançsızlığı besleyen egemen sınıfların pompaladığı umutsuzluk, kitlelere gitme anlayışının dumura uğramasıyla, kendine ve örgütüne güvensizlikle vücut bulur. Devrimci saflarda içe doğru kapanmayı, giderek marjinalleşmeyi en fazla bu dönemde gözlemlemek tesadüfi bir durum değildir. İşte tam da böylesi dönemlerde yaratıcılık ve iddialı olma özelliklerine her zamankinden fazla ihtiyaç duyulacaktır.
Yaşanan gerçekliği doğru tahlil ederek, kendi gücümüzün nesnel gerçekliği kapsamında ısrarla kitlelere gitmek, yaratıcı ve iddialı olmak tam da bu dönemde somut olarak “bir şeyler yapma”nın en önemli teminatı durumundadır. İlerici-devrimci tek örgüt olmadığımız açıktır ancak her seferinde harekete geçmeyi başkalarına bırakıyorsak, bekliyorsak ve tutucu davranıyorsak orada ilericiliğimiz ve devrimciliğimiz lafta kalıyordur.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi harekete geçmenin ama kelimenin tam anlamıyla harekete geçmenin zor olduğu bir dönemden geçiyoruz. Gerek İsrail’in Filistin saldırıları döneminde gerekse de iliklerimize kadar hissettiğimiz ekonomik kriz konusunda kitlelerin devrimcilerden daha hareketli olduğu, devrimcilerin-ilericilerin bu süreçte içe döndüğünü biliyoruz. Bunlar, tek başımıza hemen değiştiremeyeceğimiz nesnel gerçekler olarak karşımızda durmaktadır. Ancak tam da bu nedenle biz de hareketsizliğimizi bu duruma bağlarsak önemli bir yanlışa düşmekten kurtulamayız.
Diyalektik yöntem, esas olanın genel olarak içsel olduğunu öğretir. Bu, her koşulda yüzde yüz böyle olmasa da içsel olanın esaslığı genel olarak doğru bir yargıdır. Dışsal olan çok büyük bir etkide bulunabilir ve bazen de esasa dönüşebilir. Ancak temel prensip tekrar vurgulamak gerekirse içsel olanın esaslığıdır. Bir iki örnekle bu durumu açıklamaya çalışalım: depremlerde (deprem dışsaldır) bazı evlerin yıkılıp bazı evlerin yıkılmaması (evin yapısı içseldir) “evi yıkan deprem mi, binanın dayanıksızlığı mı?” sorusunu sormamızı gerekmektedir. Bazı evlerin yıkılmadığı, bazılarınınsa yıkıldığı bir yerde yıkılanların dayanıksızlığının esas olduğu açıktır.
Ülkemiz, feodal üretim ilişkileriyle kapitalist üretim ilişkilerinin iç içe geçtiği yarı-feodal bir ülkedir ve emperyalizmin yarı sömürgesi durumundadır. Bu gerçeklikte baş çelişki, gelişimi engelleyen feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişkidir ve bu içsel bir olgudur. Emperyalizm ise dışsal bir olgu olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak eğer emperyalistler fiili bir işgale girişirlerse emperyalizm içsel bir olgu haline gelecektir ve baş çelişki olacaktır.
Dışsal ve içsel konusu her özel olayda da değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Yukarıda genel hatlarını çizdiğimiz sürecin bizim dışımızda (mutlaka bir parçası olduğumuz unutulmadan) dışsal bir gerçekliğe işaret ettiği açıktır. Bu dışsal olgu, oldukça da güçlü olmasına rağmen “tasfiyecilik çok güçlü, kimse hareket etmiyor, biz de hareket etmiyoruz” demek anlaşılır değildir. Tasfiyeciliği kırmak için harekete geçmek, yapabildiğimizin en iyisini yapmak asıl olandır. Mao yoldaş, “Siyasetimiz hangi temel üzerine kurulmalıdır? Kendi kuvvetlerimiz üzerine kurulmalıdır, kendi kuvvetlerine dayanmak diye buna derler. Biz yalnız değiliz, emperyalizme karşı savaşan dünyanın bütün ülkeleri ve halkları dostlarımızdır… Bununla beraber, kendi kuvvetlerimize dayanmanın gereği üzerinde ısrar ediyoruz, bizzat kendimizin örgütlediği kuvvetlere dayanarak bütün Çinli ve yabancı gericileri yenebiliriz.” (Seçme Eserler, c.IV) derken bu gerçekliği vurgulamaktadır.
Çok uzağa gitmeksizin, yakın süreçte bazı alanlarımızda yapılan çalışmalara baktığımızda kendi gücüne güvenerek atılan adımların, “umulmadık” başarıları beraberinde getirdiğini göreceğiz. Ancak yeri gelmişken belirtelim ki “kendi gücüne güven” olgusu, dışa kapanma, ortak iş yapmama anlayışı olarak algılanmamalıdır. Bilakis hareketsizliği kutsamadan diğer güçleri harekete geçirememe olasılığını da göze alarak harekete geçme ve kitleleri örgütleme, harekete geçirme siyaseti olarak algılanmalıdır.
İsrail saldırısının olduğu dönemde bir alanımızın niceliksel olarak zayıf olduğu bazı alanlarımızda başka güçlerin çağrı yapmasını beklemeden harekete geçmesi, kitlelere gitmesi ve başarılı bir eylemin örgütlenmesi bu nedenle oldukça anlamlıdır. Yine Yunanistan’da yaşanan gelişmelere karşı bazı alanlarımızın hızlıca harekete geçmesi, bildiriler yazıp dağıtması ve eylemler örgütlemesi, kitleyle temas kurması aynı anlayışın doğru yorumlanmasına örnek olarak verilebilirler.
“Kendi gücüne güven” olgusu, kendi misyonunu kavrama, kendi siyasetine ve kitlelere güvenme anlayışlarıyla yaşama geçebilecek bir olgudur. YDG, anti-faşist anti-emperyalist bir kitle örgütü olduğuna göre, siyasetinin temeli de anti-faşist anti-emperyalist bir çizgide yaşam bulur. Faşizm ve emperyalizm gerçekliğini kavrayan bir YDG’linin örneğin NATO toplantısına karşı ya da ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretine karşı tepkisiz kalması asla anlaşılır değildir. Eğer tepkisiz kalınıyorsa var olan durum ya emperyalizm gerçeğinin kavranmadığını ya da kendi siyasetine ve kitlelere güvenilmediğini veya hepsinin birden olduğunu göstermektedir. Eğer NATO karşıtı miting ve eylemlere hazırlıksızsak, daha da kötüsü NATO-Obama karşıtı miting ve eylemlere katılmıyorsak sorunumuz köklüdür. Kaldı ki böylesi eylem ve mitingler örgütlenmemişse bile durmamızın, beklememizin anlaşılır bir yanı yoktur. Nasıl ki İsrail’in saldırısında bir alanımız “kimse çağrı yapmadı” diyerek beklemek yerine harekete geçiyorsa tüm alanlarımız ve yoldaşlarımız da aynı şekilde hareket etmelidir.
“Haberimiz yoktu”, “son anda çağrı yapıldı”, “başka işimiz vardı”, “kimse gelmez” vb. denilerek emperyalizm ve faşizm karşıtı eylem-etkinliklere katılmamak, örgütlememek YDG’yi, programını, varlık zeminini ve kitleleri anlamamak demektir. Özellikle böylesi gündemlerde en fazla enerjiyle, en geniş kitlelere gitmenin zemini her zamankinden daha fazladır. Unutmayalım ki kimse harekete geçmiyorsa biz harekete geçmek zorundayız, kimse yapmıyorsa biz yapacağız. Mao yoldaşın da dediği gibi, “Zayıflık ve güçsüzlük üzerine kurulmuş her türlü ideolojiyi saflarımızdan süpürüp uzaklaştırmalıyız. Düşmanın gücüne olduğundan fazla değer veren ve halkın gücünü küçümseyen her türlü görüş yanlıştır.”