26 Nisan 2009 Pazar

KOLEKTİFİN SESİ

Küçük de Olsa Cüretler Adımlar Atabilmek
İDDİAMIZ HAKLILIĞIMIZDAN GELİYOR

Sınıf mücadelesinin herhangi bir arenasında yani yaşamın her alanında bizleri iddialı kılan esas olgu, yürüttüğümüz mücadelenin haklılığıdır. Bu haklılık, temeli bilimsel olgulara dayanan, ayakları yere basan bir haklılıktır. Adaletsizliklerin kökenini anlayarak buna karşı verilen sistemli bir mücadele, bu nedenle yani haklılığından ve bilimselliğinden aldığı güçle iddialı olur.
Tarihe bir göz attığımızda kendi koşullarından ve nedenlerinden bağımsız ele alındığında kesinlikle anlaşılamayacak iddialı olma örneklerini rahatlıkla bulabiliriz. Niceliksel tüm güçsüzlüğüne rağmen İbrahim Kaypakkayaların başlattıkları mücadele, sıradan bir insanın ilk etapta anlamasının zor olduğu bir duruma işaret etmektedir. Yine Çarlık Rusya’sında 1905 devriminin acımasızca bastırıldığı bir dönemin akabinde Bolşevik Parti militanlarının fabrika önlerinde işçilere gerçekleştirdikleri konuşmalar unutulabilir mi? Sadece haklı olduğunu bilerek harekete geçen ve bir köle ordusu yaratarak Büyük Roma İmparatorluğu’na kafa tutan Spartaküs’te, Osmanlının zulmüne meydan okuyan Bedrettin ve Ortaklarda, asılacağını bile bile sesini yükselten Pir Sultan’da, Mahirlerde, Denizlerde hep aynı iddiayı görmek mümkündür.
Bahsini ettiğimiz iddianın bilimsel yanı, andaki güçten bağımsız olarak asıl gücün geniş halk kitlelerinde olduğu vurgusuna dayanır. Mao’nun “Emperyalizm ve tüm gericiler kağıttan kaplandır” derken anlatmaya çalıştığı gerçek de budur. Temelini bu düşünceden alan haklılık, kitlelerin asıl özleminin ne olduğunu da, onların yaşanan ve keskinleşen saflaşmada hangi tarafta yer alacağını da göstermektedir. Koşulların olumsuz olduğu anlarda dahi umudu ve iradeyi diri tutan, “mutlaka çözüm vardır” dedirten inatçılık, bu inatçılığın oluşturduğu muazzam yaratıcılık, bahsini ettiğimiz bilimsel haklılıktan ayrı ele alındığında anlaşılamayacaktır. Akla hayale gelmeyecek firarlarda, kitlelere gitmek için üretilen çeşitli yöntemlerde, sadece bedeniyle tarihi direniş örneği yaratanlarda ve daha onlarcasında bu yaratıcılığın örnekleri görülmüştür.
Mücadelemizin bilimsel haklılığını kavramak, biz genç devrimciler için hem daha zorunludur hem de oldukça önemlidir. Demirdağ yoldaşın genç devrimcilerin önyargısız öğrenmeleri gerektiğine yaptığı vurgu her an bu nedenle aklımızda olmalıdır. Buradaki öğrenmenin salt dolaylı yöntemlerle öğrenme biçimleri olarak algılanmaması gerekir. Teorik eserlerin okunması kadar dolaysız, pratiğin kendisinden de öğrenmek hatta esasta bu şekilde öğrenmek ve bu iki öğrenme biçimini iç içe geçirmek asıl olandır.
Devrim ve halk iktidarı, vaat ettikleriyle bizim gibi yüz binlerce gence mutlaka çekici gelecektir ancak bilimsel sosyalizmin temellerini, diyalektik yöntemi, felsefeyi ve ekonomi politiğin temel prensiplerini bilmediğimiz müddetçe, devrime olan bağlılığımızın duygusal kalacağını ve güçlenmeyeceğini söylemek zor değildir. En basitinden artı değerin yaratılışını ve gasp edilişini, meta değerini bilmeyen bir devrimci, egemen sınıfların tarihsel haksızlığını da kavrayamayacaktır. “Egemenler bizi sömürüyorlar”, “onlar baskıcı, katliamcı” demek yeterli değildir. Konunun temelleri bilinmediği müddetçe “bu sorun farklı şekilde de çözülebilir” fikri güçlenecektir. Oysaki emeğin gasp edilişini kavrayan bir devrimci, çözümün “iyi patronlar” aramakta olmadığını da güçlü bir biçimde kavrayacaktır.
Sınıf mücadelesinde safını tuttuğumuz tarafın bilimsel ve sistematik görüşleri her karmaşık-basit, ağır-hafif sorunun çözümünün olduğunu söylemektedir. Uğraşılarımızın bilimsel dayanakları vardır ve haklılığımız tam da buradan gelmektedir.
Gerek bilimsel haklılık, onun yarattığı iddialılık ve gerekse de bu iddialılığın yön verdiği yaratıcılık, kitlelerle iç içe olmakla sağlanabilir. Bir devrimcinin yaşam kaynağı ve seçtiği mesleğin (devrimciliğin) var olma nedeni halk yığınlarının varlığıyla koşulludur. Kitlelerden kopan bir devrimci, ilham kaynağını kaybetmiş bir şaire benzer. Böyle bir şair yazdıklarıyla ne başkasına ne de kendisine bir duygu aktaramadığı gibi, kitlelerden kopan devrimci de asalaklaşan, yozlaşan, çevresine ve kendisine zarar veren bir bire dönüşecektir. O halde, derdi kitlelere ulaşmak olan bir devrimci, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmeyecek ve her zaman, her koşulda “yapılacak bir şeyler var” diyebilecektir. İşte böyle bir devrimci, bir bardak suda dahi fırtınalar koparacak güce sahip olabilir.
Devrimcilerle kitlelerin arasına mesafe girdiği dönemlerde ısrarla kitlelere gitmek ve doğru düşüncelerin savunucusu olmak paha biçilmez değerlerin yaratılmasına vesile olur. Böylesi dönemlerde, ki özellikle kitlelerin kendiliğinden harekete geçmeye başladığı bir süreçte egemen sınıfların, devrimcilerle yığınlar arasındaki mesafeyi açmak için daha fazla uğraşacağı açıktır. Tüm gücüyle devrimci saflarda inançsızlığı besleyen egemen sınıfların pompaladığı umutsuzluk, kitlelere gitme anlayışının dumura uğramasıyla, kendine ve örgütüne güvensizlikle vücut bulur. Devrimci saflarda içe doğru kapanmayı, giderek marjinalleşmeyi en fazla bu dönemde gözlemlemek tesadüfi bir durum değildir. İşte tam da böylesi dönemlerde yaratıcılık ve iddialı olma özelliklerine her zamankinden fazla ihtiyaç duyulacaktır.
Yaşanan gerçekliği doğru tahlil ederek, kendi gücümüzün nesnel gerçekliği kapsamında ısrarla kitlelere gitmek, yaratıcı ve iddialı olmak tam da bu dönemde somut olarak “bir şeyler yapma”nın en önemli teminatı durumundadır. İlerici-devrimci tek örgüt olmadığımız açıktır ancak her seferinde harekete geçmeyi başkalarına bırakıyorsak, bekliyorsak ve tutucu davranıyorsak orada ilericiliğimiz ve devrimciliğimiz lafta kalıyordur.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi harekete geçmenin ama kelimenin tam anlamıyla harekete geçmenin zor olduğu bir dönemden geçiyoruz. Gerek İsrail’in Filistin saldırıları döneminde gerekse de iliklerimize kadar hissettiğimiz ekonomik kriz konusunda kitlelerin devrimcilerden daha hareketli olduğu, devrimcilerin-ilericilerin bu süreçte içe döndüğünü biliyoruz. Bunlar, tek başımıza hemen değiştiremeyeceğimiz nesnel gerçekler olarak karşımızda durmaktadır. Ancak tam da bu nedenle biz de hareketsizliğimizi bu duruma bağlarsak önemli bir yanlışa düşmekten kurtulamayız.
Diyalektik yöntem, esas olanın genel olarak içsel olduğunu öğretir. Bu, her koşulda yüzde yüz böyle olmasa da içsel olanın esaslığı genel olarak doğru bir yargıdır. Dışsal olan çok büyük bir etkide bulunabilir ve bazen de esasa dönüşebilir. Ancak temel prensip tekrar vurgulamak gerekirse içsel olanın esaslığıdır. Bir iki örnekle bu durumu açıklamaya çalışalım: depremlerde (deprem dışsaldır) bazı evlerin yıkılıp bazı evlerin yıkılmaması (evin yapısı içseldir) “evi yıkan deprem mi, binanın dayanıksızlığı mı?” sorusunu sormamızı gerekmektedir. Bazı evlerin yıkılmadığı, bazılarınınsa yıkıldığı bir yerde yıkılanların dayanıksızlığının esas olduğu açıktır.
Ülkemiz, feodal üretim ilişkileriyle kapitalist üretim ilişkilerinin iç içe geçtiği yarı-feodal bir ülkedir ve emperyalizmin yarı sömürgesi durumundadır. Bu gerçeklikte baş çelişki, gelişimi engelleyen feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişkidir ve bu içsel bir olgudur. Emperyalizm ise dışsal bir olgu olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak eğer emperyalistler fiili bir işgale girişirlerse emperyalizm içsel bir olgu haline gelecektir ve baş çelişki olacaktır.
Dışsal ve içsel konusu her özel olayda da değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Yukarıda genel hatlarını çizdiğimiz sürecin bizim dışımızda (mutlaka bir parçası olduğumuz unutulmadan) dışsal bir gerçekliğe işaret ettiği açıktır. Bu dışsal olgu, oldukça da güçlü olmasına rağmen “tasfiyecilik çok güçlü, kimse hareket etmiyor, biz de hareket etmiyoruz” demek anlaşılır değildir. Tasfiyeciliği kırmak için harekete geçmek, yapabildiğimizin en iyisini yapmak asıl olandır. Mao yoldaş, “Siyasetimiz hangi temel üzerine kurulmalıdır? Kendi kuvvetlerimiz üzerine kurulmalıdır, kendi kuvvetlerine dayanmak diye buna derler. Biz yalnız değiliz, emperyalizme karşı savaşan dünyanın bütün ülkeleri ve halkları dostlarımızdır… Bununla beraber, kendi kuvvetlerimize dayanmanın gereği üzerinde ısrar ediyoruz, bizzat kendimizin örgütlediği kuvvetlere dayanarak bütün Çinli ve yabancı gericileri yenebiliriz.” (Seçme Eserler, c.IV) derken bu gerçekliği vurgulamaktadır.
Çok uzağa gitmeksizin, yakın süreçte bazı alanlarımızda yapılan çalışmalara baktığımızda kendi gücüne güvenerek atılan adımların, “umulmadık” başarıları beraberinde getirdiğini göreceğiz. Ancak yeri gelmişken belirtelim ki “kendi gücüne güven” olgusu, dışa kapanma, ortak iş yapmama anlayışı olarak algılanmamalıdır. Bilakis hareketsizliği kutsamadan diğer güçleri harekete geçirememe olasılığını da göze alarak harekete geçme ve kitleleri örgütleme, harekete geçirme siyaseti olarak algılanmalıdır.
İsrail saldırısının olduğu dönemde bir alanımızın niceliksel olarak zayıf olduğu bazı alanlarımızda başka güçlerin çağrı yapmasını beklemeden harekete geçmesi, kitlelere gitmesi ve başarılı bir eylemin örgütlenmesi bu nedenle oldukça anlamlıdır. Yine Yunanistan’da yaşanan gelişmelere karşı bazı alanlarımızın hızlıca harekete geçmesi, bildiriler yazıp dağıtması ve eylemler örgütlemesi, kitleyle temas kurması aynı anlayışın doğru yorumlanmasına örnek olarak verilebilirler.
“Kendi gücüne güven” olgusu, kendi misyonunu kavrama, kendi siyasetine ve kitlelere güvenme anlayışlarıyla yaşama geçebilecek bir olgudur. YDG, anti-faşist anti-emperyalist bir kitle örgütü olduğuna göre, siyasetinin temeli de anti-faşist anti-emperyalist bir çizgide yaşam bulur. Faşizm ve emperyalizm gerçekliğini kavrayan bir YDG’linin örneğin NATO toplantısına karşı ya da ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretine karşı tepkisiz kalması asla anlaşılır değildir. Eğer tepkisiz kalınıyorsa var olan durum ya emperyalizm gerçeğinin kavranmadığını ya da kendi siyasetine ve kitlelere güvenilmediğini veya hepsinin birden olduğunu göstermektedir. Eğer NATO karşıtı miting ve eylemlere hazırlıksızsak, daha da kötüsü NATO-Obama karşıtı miting ve eylemlere katılmıyorsak sorunumuz köklüdür. Kaldı ki böylesi eylem ve mitingler örgütlenmemişse bile durmamızın, beklememizin anlaşılır bir yanı yoktur. Nasıl ki İsrail’in saldırısında bir alanımız “kimse çağrı yapmadı” diyerek beklemek yerine harekete geçiyorsa tüm alanlarımız ve yoldaşlarımız da aynı şekilde hareket etmelidir.
“Haberimiz yoktu”, “son anda çağrı yapıldı”, “başka işimiz vardı”, “kimse gelmez” vb. denilerek emperyalizm ve faşizm karşıtı eylem-etkinliklere katılmamak, örgütlememek YDG’yi, programını, varlık zeminini ve kitleleri anlamamak demektir. Özellikle böylesi gündemlerde en fazla enerjiyle, en geniş kitlelere gitmenin zemini her zamankinden daha fazladır. Unutmayalım ki kimse harekete geçmiyorsa biz harekete geçmek zorundayız, kimse yapmıyorsa biz yapacağız. Mao yoldaşın da dediği gibi, “Zayıflık ve güçsüzlük üzerine kurulmuş her türlü ideolojiyi saflarımızdan süpürüp uzaklaştırmalıyız. Düşmanın gücüne olduğundan fazla değer veren ve halkın gücünü küçümseyen her türlü görüş yanlıştır.”

Hiç yorum yok: