17 Nisan 2009 Cuma

FEODALİZM VE KADIN

Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıkmasından bugüne kadar kadın, hem ezenlerin hem de ataerkilliğin etkisiyle ezilen erkeğin baskı ve sömürüsüne maruz kalmıştır. Kadın üzerindeki bu çifte sömürünün dozu ve niteliği ülkelerin üretim ilişkilerine göre çeşitlilik arz etse de değişmeyen, kadın üzerindeki baskı ve sömürünün varlığıdır.
Ülkemizde de sosyo-ekonomik yapı; kadının sömürü biçimine rengini vermiştir. Yarı-feodal bir ülke olması gerçeğinden ötürü ülkemizde kadının hayatı, gerici/feodal baskıların cenderesinde bir kabusa çevrilmiştir.
Ülkemizde kadın, daha dünyaya gözünü açtığı an erkekten daha az değer biçildiği bir toplumun bağrına düşer. Hatta bazen evlattan bile sayılmayabilir. Sadece kız çocuğu olan erkek kendini utanç içinde bulur, soyunun yürümeyeceği paniğine kapılır; kız çocuk dünyaya getiren kadının ise “değeri düşer” ve kadın, erkek çocuğu oluncaya kadar çocuk doğurmaya mahkum edilir. Çoğu zaman kız çocuklarını okula göndermekte bile tereddüt edilir. Okuyanların sayısı üniversiteye kadar düşer. Kadının evden uzak bir yerde okuyacak olması ise aileyi tedirgin eder. Kadının zayıf bir kişiliğe sahip olduğu, kendini “koruyamayacak” oluşu peşinen kabul edilir ve kadını korumanın yolu da onu eve kapatmakta bulunur. Sonuçta kadınların büyük çoğunluğu bu gibi nedenlerle eğitimden ve sosyal yaşamdan uzak tutularak dört duvar arasına hapsedilir. Son yıllarda oldukça artan Haydi Kızlar Okula, Baba Beni Okula Gönder gibi kampanyalar, söylenenleri kanıtlar niteliktedir.
Kadının, çoğu zaman eşini seçme hakkı bile yoktur; geleceğini planlama ya da kararlarını tek başına alma hakkının olmadığı gibi. Ülkemizde özellikle kırsal kesimlerde; berdel, kuma, kan bedeli karşılığı evlenme, beşik kertmesi, başlık parası gibi usullerle kadın bir mal gibi alınıp satılabilmektedir. On beşine gelen kadına evliliğe aday gözüyle bakılır ve sonuç olarak kadınlar, daha kendi bedenlerini tanımadan evlendirilirler. Tecavüze uğramaları sonucu zorla evlendirilen kadınlar da vardır. Kendisine tecavüz eden kişiyle evlenmek istemeyen, “sınırları zorlayan” kadın ise, gerici/feodal değer yargılarının toplumdaki etkisiyle ya yaşamı boyunca taciz ve tecavüzü “hak etmiş” olarak görülür – ki bu durum eşinden ayrılmış kadınlar için de geçerlidir- ya da Güldünya örneğinde de gördüğümüz gibi kendisine tecavüz edildiği için öldürülür, böylece “kirletilen” namus “temizlenmiş” olur.
Kadın, namus kavramıyla önce kendi ailesinin sonraysa eşi ve ailesinin himayesi altında bir insandan öte bir nesne olmaya mahkum edilir. Namus kavramı, baskının kadın üzerinde kurulmasına temel teşkil ederek kadına uygulanan her türlü şiddeti meşrulaştırır. Kadının, erkeğin namusu olarak nitelenmesi yönündeki gerici/feodal değer yargısı onun bireysel kadın kimliğinin, duygu ve düşüncelerinin yadsınması sonucunu da doğurur. Bu nedenle de çizilmiş sınırların dışına çıkan ya da kendi kararlarını uygulamaya çalışan kadınlar bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar.
Kadının, aile içindeki “ev hapsi” evlendikten sonra da eş baskısıyla devam eder. Sınırları evin duvarlarıyla çevrili olan bir dünyada kadın, evin günlük işlerini yapmakla ve çocuklarına bakmakla mükelleftir. Bunun yanı sıra eşinin bakımını üstlenerek isteklerini karşılamak da kadının “görevleri” arasındadır. Günün büyük bölümünü bunlara ayıran kadın, sosyal yaşamın asgari gereklerinden bile mahrum şekilde yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Kadına yönelik şiddet ise hâlâ normal bir olgu olarak değerlendirilebilmektedir. Şiddet olgusunu çok yönlü (fiziki, psikolojik, cinsel vb) ele aldığımızda görülmektedir ki şiddet yaşamayan kadın, neredeyse yok gibidir. Ülkemizde kadının ikinci sınıf statüsü, kadına bakış açısı ve kadının namus kavramıyla özdeşleştirilmesi; ona yönelik her tür şiddeti onaylamakta ve çoğu kez şiddet sadece eşin değil, tüm aile bireylerinin şiddeti olarak da ortaya çıkmaktadır. Şiddete uğrayan kadınların ruhsal durumları incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılmıştır: Korku, sessizlik, çekingenlik, titreme ve ağlama nöbetleri, uykusuzluk, sese karşı aşırı tepki, unutkanlık, baş dönmesi, ayakta duramama, öfke patlamaları, umutsuzluk, kendini suçlama, yalnız sokağa çıkamama, geleceğe yönelik planlar yapamama, güvensizlik, düzgün cümleler kuramama, yalnızlık hissi, konuşurken gözle iletişim kuramama.
Görüldüğü gibi feodal geleneklerin kadına tanıdığı tek hak, erkeğe itaat etmek olmuştur ve bu gerici değer yargılarının ağır etkisi altında kadının köleliği daha da derinleşmiştir. Hiçbir hakkı olmayan, şiddete, taciz ve tecavüze maruz kalan, özgüvenden yoksun kadın; erkeğin cinsel arzularını tatmin etme aracı haline getirilerek, bir mal gibi alınıp satılabilen bedeniyle, düşlerinde bile yaşatamadığı özlemleriyle, sınırları belli bir dünyada yaşamaya mecbur bırakılmıştır.
Amed YDG Kadın Komisyonu


Amed YDG Kadın Komisyonu

Hiç yorum yok: