Tarih 16 Mart Pazartesi. Yunanistan’da, Selanik’te Belgesel Film Festivali vesilesiyle geniş bir kitle sinema salonunda toplanmış, belgeselin başlamasını bekliyor. Belgesel başladığında seyirciler ilk olarak 80-90 yaşları arasında yaşlı teyzeleri pazarda domates, marul seçerken görüyor. İki büklüm, zayıf, küçük ve yaşlı bedenleriyle kalabalık arasında kendilerine yol bulmaya çalışıyorlar. Ardından kameralar doğrudan teyzelere dönüyor ve teyzeler hayatlarının en önemli dönemini anlatmaya başlıyorlar. Bu teyzeler 2. Dünya Savaşında Nazi işgaline ve savaşın ardından çıkan iç savaşta faşist-burjuva güçlere karşı demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm için savaşan genç kadın gerillalardan halen hayatta kalabilenler. Ve bu teyzeler aradan geçen yaklaşık 65 yıla rağmen büyük bir heyecanla gerilla günlerini, makineli tüfeklerle faşistlere nasıl saldırdıklarını silah sesi çıkartarak coşkuyla anlatıyorlar.
İzleyicilerin büyük bir ilgiyle seyrettiği belgesel bittiğinde ortama duygu, coşku hakimdi ve kendi dedelerinden ve ninelerinden duydukları direniş öyküleri hatırlara birer birer gelmekteydi. Filmin ardından sahneye çıkan belgeselin yönetmeninin sürprizleri daha bitmemişti. Belgeselde anılarını anlatan yaşlı teyzeleri davet ettiğinde herkes yanı başında oturan ihtiyar kadının ağır hareketlerle yerinden kalkıp sahneye doğru gittiğini ve sahnede bir grup yaşlı teyzenin mümkün olduğunca dik bir şekilde izleyicilere baktığını görüyorlar. Halen hayatta olan ve faşistlere karşı dağlarda partizan savaşı veren bu yaşlı kadınların doğrudan anlatımları kitlenin gözyaşlarına boğulmasına neden oluyor. Bazı izleyicilerin ödemek zorunda kaldıkları bedel için teşekkür edip üzgün olduklarını söylemeleri üzerine, teyzeler söz alıyor ve hayatlarının en güzel anlarını gerilladayken yaşadıklarını, gerçek özgürlükle orada tanıştıklarını ve dağa çıktıkları için hiç üzülmediklerini vurguluyorlar ve kitleye mücadelenin henüz sona ermediğini söyleyerek kavgaya devam çağrısında bulunuyorlar.
Son yıllarda dünya gündeminde üst sıralara taşınan Yunanistan gençliğinin ve emekçilerinin kitlesel, militan eylemleri, grevleri, işgalleri bu direniş geleneğinden güç alarak hayat bulmaktadır. Gerek 2. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgaline karşı verilen gerilla savaşında gerekse de 70’li yılların ilk döneminde askeri cuntaya karşı verilen büyük mücadele ve bunun sonucunda cuntanın yıkılması Yunanistan’da hak alma, hakkını koruma ve demokrasi bilincini geliştirmede etkili olmaktadır.
Bu mücadeleler sonucunda bugün Yunanistan, öğrenci hakları açısından Avrupa’nın en ileri ülkesidir. Siyasi ve akademik özerkliğin tam olarak uygulanması, üniversite yönetiminde öğrencilerin söz hakkının olması, polisin üniversite içine girmesinin yasak olması ve ders kitaplarından gıdaya ve barınmaya üniversitede her şeyin ücretsiz olması komşu ülkede eğitim alanındaki gelişimi göstermektedir. Bu, aynı zamanda burjuva demokrasisi içinde en ileri düzeyde elde edilen haklarla nasıl bir sisteme hayat verilebileceğini ve en ileri burjuva demokrasilerinde dahi tüm hakların kan ve can bedeli mücadeleler sonucunda elde edilip korunabildiğini de öğretmektedir.
Ancak emperyalist-kapitalist sistemin içine girdiği kriz, dünya çapında estirilen neo-liberalizm rüzgarıyla eğitim alanında ticarileşmeye hız verilmesi ve Avrupa Birliği çerçevesi altında Bologna Süreci ile yüksek öğrenimin tüm Avrupa çapında aynılaştırılarak Anglo-Sakson eğitim modelinin dayatılması ülkemiz gibi Yunanistan’da da gündemdedir. Öğrencilerin ve toplumun elde ettiği haklar emperyalizmi ve Yunan komprador burjuvazisini rahatsız etmekte ve haklar gasp edilmeye çalışılmaktadır. Genel hatlarıyla AB’nin dayatmasıyla Bologna Projesi çerçevesi içinde yürürlüğe konmak istenen yasalara karşı Yunan gençliği isyan etmektedir. Harçların alınması, yemekhane ve yurtların paralı hale getirilmesi, siyasi özerkliğin kaldırılarak yalnızca akademik özerkliğe hayat verilmesi, üniversiteye polisin girmesinin önünün açılması, özel üniversitelerin açılması vb projeler tüm karşı çıkışlara rağmen yasalaşmaktadır.
Bu nedenle bizler açısından burjuva demokrasisinin sınırları içinde öğrenci haklarının hangi sınırlara dayanabileceğini görmek, Yunanlı yoldaşlar açısından ise bu “reform”ların eğitim sistemini en kötü hale nasıl getirebileceğini anlayabilmek için ve bunlarla birlikte deneyim aktarımı açısından karşılıklı gözlemlemeye ve öğrenmeye büyük ihtiyaç vardır. Şubat ayının sonunda İzmir, Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirilen ve Yunanistan’dan Militan Öğrenci Hareketi’nden yoldaşlarımızın katıldığı paneller bu açıdan oldukça önemlidir ve verimli geçmiştir.
Bu paneller bizim açımızdan yalnızca kitle çalışması açısından değil Yunanlı yoldaşların sürece yönelik yaklaşımlarının anlaşılması açısından da oldukça verimli geçmiştir. Bu yazıda genel hatlarıyla Yunanlı yoldaşların eğitime yönelik emperyalist saldırganlık hakkındaki düşüncelerini tanıtmak istiyoruz.
Yunanlı yoldaşlar Bologna Süreci adı altında tüm Avrupa ülkelerinde hayat bulan reformların emperyalist patentli reformlar olduğu, öğrencilerin ve toplumun elde ettiği hakları gasp ettiği, sürecin örgütlenmesinde öğrencilerin ve akademisyenlerin görüş ve önerilerinin yeterince etkili olmadığı ve büyük sermaye gruplarının beklentilerinin belirleyici olduğu konusunda bizle hemfikirler.
Bununla beraber yoldaşlar bir adım daha ileriye gitmekteler ve tüm bu emperyalist saldırıların özündeki mantığın eğitimde sınıfsal bariyerlerin-engellerin yaratılması olduğunu savunmaktalar.
Özellikle 60’lı yıllardan sonra dünya genelinde toplumsal muhalefetin yükselmesi, sosyalizmin güçlü bir alternatif olarak kendisini göstermesi ve gerek bunlara cevap olması gerekse de ekonomik ihtiyaçları karşılamak için burjuvazinin “sosyal devlet” anlayışını geliştirmesi sonucunda eğitim ve sağlık hizmetleri geniş kitlelerin ulaşabildiği temel haklar kapsamına alınmıştır. Bunda burjuvazinin kalifiye elemana olan ihtiyacı da etkili olmuştur. Bunun sonucunda emekçi ailelerden gelen milyonlarca genç, yüksek öğrenim alabilmiş ve bu eğitime uygun olarak toplum içinde kendi konumunu yaratabilmiştir. Bu da sınıflar arası geçişlerin esnekleşmesini sağlamıştır. Yoksul veya orta köylü ailenin veya bir işçinin veya emekçi memurun çocuğu yükseköğrenimi bitirerek doktor, avukat, mühendis, bürokraside ve büyük şirketlerde üst düzey yönetici olabilmekte veya eğitim sonucu elde ettiği birikimle özel girişimciliğe başvurabilmekte ve ekonomik durumunu güçlendirebilmektedir. Yoksul, emekçi kesimlerden, işçi sınıfından ailelerin çocukları aldıkları eğitimin sonucunda orta sınıfa, küçük veya orta burjuvaziye dahil olabilmektedir. Elbette ki yüksek öğrenime ulaşmak veya mülk sahibi sınıflar arasında yer edinmek burjuva ailelerden gelen gençler için daha fazla mümkündür ancak yoksul bir aileden gelen gençlerin sınıf atlaması mevzusuna da sıkça rastlanabilmektedir. Bu ülkemizde de gözlemlenebilen bir olgudur.
Bu gerçeklik karşısında emperyalist-kapitalist sistem rahatsızlık duymaktadır. Özellikle geleceğin sermaye açısından parlak olmaması, azalan kârlar, artan rekabet ve çıkar çatışmaları, kronik krizler burjuvaziyi önlem almaya zorlamaktadır. Hakim sınıflar sınıfsal açıdan geçişleri sınırlamak ve kontrolleri altına almak, ezilen sınıfların çocuklarının bilimsel bilgiye ulaşmasını engellemek, emekçinin çocuğunun emekçi, patronun çocuğunun patron olarak kalmasını sağlamak istiyorlar. Toplumun ezilen, yoksul kesimlerinin sermayenin ihtiyacına uygun şekilde ve mesleğe dönük eğitim alması, burjuvazinin belirlediği sınırların dışına taşmasının engellenmesi hedefleniyor.
Bugün gündemde olan yetkin mühendislik, sözleşmeli öğretmenlik ve doktorluk, ücretli avukatlık gibi yasaları bu perspektiften incelediğimizde göreceğiz ki, aynı akademik daldan mezun olunmasına karşın gençliğin önüne konan onlarca sınıfsal bariyer (sınavlar, kurslar vb) sonucunda bu bariyerlerin her birinde ekonomik ve sosyal imkanları az olan sınıflardan gelen gençler elenmekte ve aynı diplomaya sahip olsa da farklı sınıfsal şartlarda yaşayan insanlardan oluşan bir sistem şekillendirilmektedir. Mühendislerin, avukatların, doktorların küçük bir kısmının yüksek gelirlere sahip olması ve çok sayıda meslektaşını çalıştırarak sömürüden zenginleşmesi aynı meslek içinde dahi kutuplaşmaların keskinleşmesini sağlamaktadır.
Bugün ülkemizde onlarca özel üniversitenin açılmasıyla ÖSS ile üniversiteye girişin zengin bir azınlık için anlamını yitirmesi, taban puanı geçen her gencin parasını verdikten sonra yüksek öğrenim alabilmesi; ancak bu imkanlara sahip olamayan büyük çoğunluğun sınavlar, dershaneler, kurslar, AOBP gibi çok sayıda engelin her birinde elenerek azalması ve tüm bunları aşan gençlerin de istedikleri bölümlere girebilmek için özel üniversitelerde paralı okuyan gençlere göre yaklaşık 100 puan fazla almak zorunda kalması aynı diplomaya ulaşmada farklı sınıflardan gençler arasındaki farklılığın aşılması zor duvarlarla örüldüğünü bizlere göstermektedir.
Bu bariyerleri bilgiye ulaşma, bilimsel çalışmalar yapma, entelektüel birikimi güçlendirme konularında da gözlemlemek mümkündür. Bologna süreci projesi çerçevesinde yapılan düzenlemelerle master/yüksek lisans-doktora çalışmaları yapmak daha da güçleşmekte, en son ülkemizde 50-d yasasında da görüldüğü gibi yeni engeller, bariyerler (sınavlar ve düzenlemeler) kurularak kazanılmış haklar gasp edilmekte, “doktoralı işsizlik”-“sözleşmeli akademisyenlik” hayata geçirilmektedir.
Bologna Sürecinde bahsi geçen “bilgi üniversiteleri ve meslek üniversiteleri” ayrımı da, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinin maddi imkanları, sponsorları ve öğrencilerin genel ekonomik imkanlarıyla Fen-Edebiyat Fakültelerinin ve Meslek Yüksekokullarının maddi imkanları ve öğrencilerin genel ekonomik durumları arasındaki büyük farklılık da sınıfsal bariyerler konusunda bize veriler sunmaktadır.
Bu yalnızca özel üniversite-devlet üniversitesi ayrımında kendini göstermemektedir. Devlet üniversitelerinin kendi içinde fakülte bazında da ciddi farklılıklar açık seçik görülebilmektedir. Bu nedenle asıl mesele eğitimin özelleştirilmesinden öte genel itibariyle ticarileştirilmesinde yatmaktadır.
Eğitimin ticarileşmesiyle beraber öğrenciler müşteri konumuna indirgenmekte, herkesin geldiği “sınıfa uygun” ve “sınıfına yetecek” kadar eğitim alması ve mezuniyetin ardından da sınıfsal kökenine uygun bir konumlanışa sahip olması amaçlanmaktadır.
26 Nisan 2009 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder